31 Ekim 2017 Salı

Hamileyken hamile kaldı

İzmir’de yaşayan Sevinç Çelik şubatta hamile olduğunu öğrendi. Bir ay sonra farklı yumurtasında yeniden döllenme olduğu ve ikinci hamileliğin başladığı belirlendi. Bu durum dünyada sadece 11 kez görüldü. 6 Ekim’de Poyraz ve Ayaz bebekler sezaryenle sağlıklı olarak dünyaya geldi.

İzmir Urla’da yaşayan Ender-Sevinç Çelik çifti, şubat ayında çocuk sahibi olacaklarını öğrendi. Bebek hazırlıklarına başlayan çift, yaklaşık bir ay sonra kontrol için gittikleri hastanede tıp tarihine geçecek bir sürprizle karşılaştı. Gazete Habertürk'ten Mert Neşet Muslu'nun haberine göre yapılan incelemede Sevinç Çelik’in hamileyken, farklı bir yumurtasında yeniden döllenme olduğu ve ikinci kez hamileliğin başladığı belirlendi. Hem aile hem de Doğum Uzmanı Op. Dr. Volkan Emirdar, durum karşısında büyük şaşkınlık yaşadı. 6 Ekim’de gerçekleştirilen sezaryenle Poyraz ve Ayaz isminde iki bebek sağlıklı olarak dünyaya geldi. Duygularını “İki minik mucize içimde yeşerdi” sözleriyle dile getiren Sevinç Çelik “Bebeklerimi düşünmekten uyuyamadığım günler oldu” dedi.
Dünyada bu şekilde bilinen 11 vaka olduğuna dikkat çeken Op. Dr. Volkan Emirdar, Türkiye’de ise yayınlanmış, bildirilmiş vaka olmadığını söylüyor: “Bizim ‘süperfetasyon’ dediğimiz gerçekten çok nadir görülen bir durum. Kadının hamileyken yumurtlaması çok güç ama bu hastamız çok istisnai olarak yumurtluyor. Sperm ile yumurta döllenip, rahme yerleşiyor. Hamileyken de yeniden hamile kalıyor.”

Bel ağrısından kurtulmak mümkün!

Kas ve bağ dokusundaki zorlanmalara bağlı gerilmelerden kaynaklanabilen ve hemen herkesin hayatında en az bir kez yaşadığı bel ağrısı, hareket kısıtlığı yaparak yaşam kalitesini önemli ölçüde düşürüyor.

Gerekli önlemleri alarak basit bel ağrılarının kolayca tedavi edildiğini belirten Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Çağatay Öztürk, ilaç ve egzersizin işe yaramadığı durumlarda devreye cerrahi tedavinin girdiğini söyledi.
Basit bel ağrılarının sıklıkla 6 hafta içinde kendiliğinden, fizik tedavi ya da ilaç kullanımı ile gerileyebildiğini dile getiren Dr. Öztürk, şöyle konuştu:
“Yaşamı daha olumsuz etkileyecek ağrının nedeni ise boyun ve bel bölgesinde görülen fıtıklar olabilir. Omurilikten çıkan sinirlere baskı yaparak kollarda veya bacaklarda ağrı yapabilir. Fıtıklaşan diskin bulunduğu bölgeye göre kişinin şikayetleri farklıdır. Boyun bölgesindeki fıtıklarda sırt bölgesinde ağrı, kollarda, ellerde ağrı veya uyuşma meydana gelir. Bel bölgesindeki fıtıklarda ise fıtığın yerine göre sağ/sol bacakta veya her iki bacakta ağrı ve uyuşma şikayetleri olur.”
MİKRO CERRAHİ YÖNTEMLERİ YÜZ GÜLDÜRÜYOR
Cerrahi tedavilerin teknoloji sayesinde hasta açısından daha basit hale geldiğini söyleyen Öztürk, “Mikro cerrahi yöntemler ile yapılan tedavinin sonuçları oldukça başarılı yanıtlar veriyor. Daha karmaşık durumlarda açık mikroskopik veya enstrumanlı cerrahi gereksinimleri de olabilir. Burada ideal olan uygun hasta seçimi ve uygun tedaviyi uygulamaktır” diye konuştu. ntvmsnc

30 Ekim 2017 Pazartesi

Böbrekleri tüketen 10 neden

Böbrek yetmezliği Türkiye’de organ nakli gerektiren sorunların başında geliyor. Böbrek nakli için sıra bekleyenlerin bir kısmı uygun donör bulunmasıyla rahat nefes alabiliyor ama çok önemli bir bölümü hayatını diyaliz makinelerine bağlı geçirmek zorunda kalıyor. Uzmanların uyarısı ise “böbreklerinizi sağlıklıyken koruma altına alın, diyalize mahkum olmayın” şeklinde.
Türk Nefroloji Derneği verilerine göre, Türkiye’de böbrek hastalığı tanısıyla izlenen 74. 475 bin hasta var. Böbrek nakli bekleme listesinde ise 22 bin hasta bulunuyor. Antalya’da yapılan 34. Ulusal Nefroloji, Hipertansiyon, Diyaliz ve Transplantasyon Kongresinde, açıklamada bulunan Türk Nefroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Siren Sezer'e göre, mevcut nakil sayısı ile bu rakamı eritmek mümkün değil. Böbrek naklinin bu denli yetersiz olmasının ve ihtiyacı karşılayamamasının nedeni ise kadavradan organ bağışının azlığı.
Böbrek yetmezliği geliştikten sonra sıkıntılı bir tedavi süreci başlıyor. İlaçlar, diyalizler, ameliyatlar derken ancak uygun donörle karşılaşabilenlerin yüzü gülüyor. Bu nedenle böbreklerin kıymetini sağlıklıyken bilmek, böbreklere zarar veren davranışlardan kaçınmak büyük önem taşıyor.
Dr. Sezer’in verdiği bilgiye göre, böbreklere zarar veren ve yetmezliğe götüren 10 önemli neden ise şöyle:
1- Diyabet hastalığı
2-Hipertansiyon
3-Ateroskleroz (damar sertliği)
5-Çok tuz tüketmek
4-Obezite ve sağlıksız beslenme
6-Miktarı az ve düzensiz su içme alışkanlığı
7-Bilinçsiz bitkisel ürünler tüketmek
8-Yoğun ağrı kesici kullanmak
9-Boşaltım problemleri, gençlerde idrar tutma alışkanlığı, yaşlılarda prostat büyümesi ve mesane problemleri.
10- Sigara içmek
BÖBREK HASTALIĞI BU BELİRTİLERLE SİNYAL VERİYOR
Böbrek yetmezliği genellikle sinsi ve yavaş geliştiği için tanıda gecikme oluyor. En belirgin belirtiler ise gece birden fazla idrara çıkma, yeni başlayan veya şiddeti artan kan basıncı yüksekliği, bacaklarda ve göz kapaklarında şişme, cilt döküntüsü, idrar yaparken zorlanma, idrarda renk, koku değişiklikleri, köpük varlığı. Böbrek fonksiyonu bozuldukça buna halsizlik, sabahları bulantı ve kusma, kişilik değişiklikleri ve kaşıntı gibi belirtiler de ekleniyor.
ÜLKEMİZDE BÖBREK HASTALIĞI FARKINDALIĞI ÇOK DÜŞÜK
Böbrek hastalıklarının erkeklerde daha fazla görüldüğünü, Türkiye’de erişkin nüfusta böbrek hastası olma oranının ise %15 olduğunu dile getiren Prof. Sezer, “Bu, her 6-7 erişkinden birine denk gelmektedir. 100 erişkinin 33’ünde hipertansiyon, yine 33’ünde obezite, 14’ünde şeker, 15’inde böbrek yetmezliği mevcuttur. Böbrek hastası olduğunun farkında olma oranı ise %5’lerde kalmaktadır” diyerek toplumdaki böbrek hastalığı farkındalığının yeterli olmadığına vurgu yaptı.
BÖBREK SAĞLIĞI NASIL KORUNUR?
1-Hareket arttırılmalı, kiloya dikkat edilmeli.
2-Kan şekeri kontrol altında tutulmalı.
3-Kan basıncı ölçtürülmeli, yüksekse uygun tedavi için hekime başvurulmalı.
4-Sağlıklı beslenme tercih edilmeli. (Sebze, meyveden zengin, az tuzlu, şekerden uzak, dengeli bir diyet. En ideali Akdeniz tipi beslenme)
5- Düzenli ve yeterli sıvı alınmalı, en iyi sıvının su olduğu unutulmamalı.
6-Sigara içilmemeli.
7- Rastgele ilaç kullanımından veya bitkisel ürünlerden uzak durulmalı.
BÖBREK FONKSİYON TESTİNİ KİMLER YAPTIRMALI?
Böbrek sağlığını korumak için dikkat edilecek noktaları bu şekilde sıralayan Türk Nefroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Siren Sezer, 50 yaşın üzerindekilerin, hipertansiyon, şeker, kalp hastalarının, aşırı kiloluların, ailesinde böbrek hastalığı bulunanların, böbrek taşı, sık idrar yolu iltihabı, prostat büyüklüğü gibi ürolojik problemleri olanlar ile böbreğe zarar verebilecek ilaç kullananların böbrek fonksiyon testi yaptırmasının uygun olduğunu sözlerine ekledi.
tulay.karabag@ntv.com.tr

Soğuk algınlığına iyi gelecek 5 doğal yöntem

Soğuk havaların yavaş yavaş kendini hissettirmesiyle burun akıntıları, baş ağrıları, boğaz ağrıları ve öksürük gibi birçok soğuk algınlığı belirtisi ortaya çıkıyor. Soğuk algınlığı, farklı virüslerin neden olduğu bir enfeksiyon türüdür. Çok ağır olmadığı sürece evde doğal yöntemlerle tedavi edilebilir. İşte soğuk algınlıklarına iyi gelecek 5 doğal yöntem!

1- Sarımsaklı kür
Sarımsağın antibakteriyel özelliği vardır. Akciğeri, karaciğeri, kalbi kuvvetlendirir. Mide ve bağırsakları dezenfekte ederken, zararlı bakterileri de yok eder. Nefes borusu rahatsızlıklarına iyi gelir. Soğuk algınlığı belirtilerini ise ortadan kaldırmak için birebirdir. Soğuk algınlığına iyi gelecek doğal yöntemlerden biri olan sarımsak kürünün hazırlanışı ise şu şekilde: Bir adet sarımsağı iyice ezdikten sonra, iki çay kaşığı limon suyu ekleyin. Bir tatlı kaşığı bal ve yarım çay kaşığı kırmızıbiber ekledikten sonra iyice karıştırın. Bu karışımı soğuk algınlığınız geçene kadar her gün tüketin. Ayrıca hastalığınızdan hızlıca kurtulmak için, öğünlerinize sarımsak eklemeyi unutmayın.
2- Zencefil
Soğuk algınlığı ve grip tedavisinde kullanılan, en etkili besindir. Doğal bir ağrı kesicidir. Tüketeceğiniz ham zencefil ya da zencefil çayı soğuk algılığının belirtilerinin ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca iyileşmenize yardımcı olacak zencefilli bir karışım da hazırlayabilirsiniz. Zencefil, karanfil ve tuz ile hazırladığınız karışımdan günde bir buçuk çay kaşığı tüketerek sağlığınıza kısa sürede kavuşabilirsiniz.
3- Bal
Bal, soğuk algınlığına neden olan bakteri ve virüsleri öldürür bu yüzden bal tüketimi soğuk algınlığının süresini kısaltır. Boğaz tahrişini onarır ve yatıştırır. Sizi sağlığınıza kavuşturacak, en iyi ve en pratik karışım ise şöyle: Bir çay kaşığı bala limon suyunu damlatarak tüketin. Bu karışımı kısa aralıklarla tüketmek, soğuk algınlığınızın hızla ortadan kalkmasına yardımcı olur.
4- Tarçın
Tarçın, soğuk algınlığının ortadan kalkması için tüketilmelidir. Ayrıca boğaz ağrısına ve kuruluğuna iyi gelip, iyileştirecektir. Bir bardak kaynar suya attığınız bir yemek kaşığı toz tarçın ve iki karanfili 15 dakika kadar demlenmeye bırakın. Daha etkili bir soğuk algınlığı yok edicisi olmasını istiyorsanız içine bal katmayı unutmayın. Hazırladığınız çaydan gün içinde en fazla üç kez içebilirsiniz.
5- Tavuk suyu çorbası
Hazırladığınız tavuk suyu çorbası, içerisinde bulundurduğu vitaminler sayesinde soğuk algınlığını tedavi etmeye yardımcı olur. İyi bir antioksidandır. Bağışıklık sistemini güçlendirerek, soğuk algınlığını kısa sürede yok eder. Lezzetli mi lezzetli, vitamin bombası iyileştirici çorbanın tarifi ise şöyle: İki bardak tavuk suyu, üç bardak su, bir çay bardağı tel şehriye ve tuz kaynatılır. Piştikten sonra, karabiber ve limon sıkıp tüketebilirsiniz.

Kabızlık Türkiye'de her 12 kişiden birinin problemi

Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 9’unun kabızlık sorunu yaşadığını belirten ve “Kabızlık memleket meselesi oldu” diyen Gastroenterolog Prof. Serhat Bor, her 12 kişiden birinin kronik kabızlık çektiğini söyledi.

Türk Gastroenteroloji Derneği (TGD) tarafından, Abbott’un koşulsuz desteği ile düzenlenen Sindirim Sistemi Hastalıkları Bilgilendirme Programının altıncı durağı Konya oldu.
TGD Başkanı Prof. Dr. Serhat Bor, “Farkında Ol, Geç Kalma!” sloganı ile yapılan projenin amacını şöyle anlattı:
“Proje ile kolon kanseri, reflü, irritabl bağırsak sendromu, ülser, dispepsi, ülseratif kolit, hepatit, siroz, pankreas kanseri ve diğer sindirim sistemi hastalıkları konusunda toplumda farkındalık oluşturulması, potansiyel ve mevcut hastaların hastalıklar konusunda yeterli bilgi seviyesine ulaşmasının sağlanması, hastalıklarda erken teşhisin öneminin vurgulanması, hasta yakınlarının da hastalık süreçlerine dair bilgilendirilmesi ve daha bilinçli olmalarının sağlanması hedefleniyor.”
KABIZLIK ÖNEMLİ BİR SORUN
ntv'nin haberine göre; Türkiye’de her 12 kişiden birinin kronik kabızlık çektiğini anlatan ve kabızlığın memleket meselesi olduğunu ifade eden Prof. Bor, “Öyle oldu ki kimse artık tuvalet bile demiyor, lavabo diyor. Sanki lavaboya gidiyormuş gibi. Onun için memleketin zaten yüzde 9’u kabız oldu” dedi.
“ENDOSKOPİ GASTROENTEROLOJİ UZMANLARININ ASIL İŞİDİR”
Modern tanı ve tedavi yöntemleri arasında önemli bir yer tutan endoskopik girişimlerin, yemek borusu, mide ve oniki parmak bağırsağının rahatsızlıklarında, nedenin ortaya çıkarılması amacıyla yapılan etkin ve güvenilir yöntemler olduğunu kaydeden Prof. Bor, “Bu işlem, hekimin doğru teşhis koymasını ve sağlık sorununun tedavisinin planlanmasını sağlamaktadır. Endoskopinin başarısı ve hastanın endoskopiden rahatsızlık duymaması kimin yaptığına, nerede yapıldığına, nasıl yapıldığına ve deneyimli bir yardımcı ekibinin olup olmamasına göre değişir. Endoskopiyi bu konuda eğitim görmüş olanlar yapmalıdır. Gastroenteroloji uzmanları 3 yıl boyunca endoskopi eğitimi görürler ve bu alanda en iyi eğitilmiş hekimlerdir” şeklinde konuştu.
TÜRKİYE’DE GASTROENTEROLOG SAYISI YETERLİ Mİ?
Türk Gastroenteroloji Derneği’nin toplam 768 üyesi olduğunu aktaran Bor, “Bu kadar az sayıda gastroenteroloji uzmanının 78 milyon 750 bin kişilik ülke nüfusumuzun gastroenterolojik sorunlarını ve endoskopi ihtiyaçlarını karşılayamayacağı açıktır. Bu nedenle daha gerçekçi planlamalar yapılması gerekmektedir. Bu planlamalar yapılırken ihtiyacı olan her hastanın bu işlemlere erişim hakkı ile yapılan işlem kalitesi arasında bir denge olması da şarttır” diye konuştu.
BAĞIRSAK MAKETİ İLE KOLON KANSERİNE DİKKAT ÇEKİLDİ
Konferans merkezi girişinde kurulan dev kalın bağırsak maketi ile kolon kanseri hakkında ziyaretçilerin bilgilendirilmesi amaçlandı. Maketin içerisinde bağırsağın yapısı, kolon kanseri ve bağırsak hastalıkları ile ilgili bilgiler içeren panolar yer aldı.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Günde 1 saatten fazla spor yapmak ölüme davetiye çıkarıyormuş

ABD'deki Illinois Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları şaşırttı.

Amerika’nın Chicago kentindeki Illinois Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada 3 bin 175 kişinin sağlık verileri 25 yıl boyunca izlendi.
Habertürk gazetesinde yer alan habere göre 18 yaşında deneye alınan kişiler 43, 25 yaşındakiler ise 50 yaşına kadar takip edildi.
Araştırmada hafif, orta ve ileri seviyelerde hareketli yaşam grupları oluşturuldu.
Birinci gruba haftada 150 dakikadan az egzersiz yaptırıldı.
İkinci grup ABD’nin sağlık tavsiyeleri uyarınca 150 dakika egzersize tabi tutuldu.
Üçüncü gruba ise haftada 450 dakikanın üzerinde egzersiz yaptırıldı.
Sonuçta üçüncü gruptakilerin birinci gruba göre yüzde 27, ikinci gruba göre ise yüzde 50 daha fazla kalp ve damar hastalıklarına yakalandığı görüldü.
Ancak Amerikalı bilim insanları bu verilere bakarak insanların egzersiz yapmayı bırakmaması gerektiği uyarısında bulunuyor.

Canan Karatay faydasını tek tek anlattı! Aspirin yerine zeytinyağı için

Mersin'in Mut İlçesi'nde bu yıl 3'üncüsü düzenlenen Zeytin ve Zeytinyağı Sempozyumu'nda konuşan Prof. Dr. Canan Karatay, zeytinyağının alzheimeri ve kalp krizini önlediğini belirterek, "Zeytinyağı kanı sulandırıyor. Kanı sulandırmak için aspirin yerine zeytinyağı için" dedi.

Tarihi Karacaoğlan Çınaraltı Parkı’nda yapılan sempozyumun açılışına Prof. Dr. Canan Karatay’ın yanı sıra Kaymakam Mehmet Ali Akyüz, Belediye Başkanı Nebi Yılmaz ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Açılışta konuşan Başkan Yılmaz, ilçenin tarımda Mersin’in ikinci büyük ilçesi olduğunu belirterek, “İlçemizde 10.5 milyon kayıtlı zeytin ağacı var. Bunun 6.5 milyonu şu anda ürün veriyor, diğerleri de büyüme, gelişme aşamasında. İnsan yaşamının vazgeçilmezi olan ve her sektörde kullanılmakta olan zeytin ve zeytinyağına çok önem vermek zorundayız. Mut zeytinini ve zeytinyağını Türkiye’de ve dünyada marka haline getirmek zorundayız. Mut’un farkı, mikro iklimden dolayı hiç ilaç atılmadan zeytin üretiyoruz. Bu da bizim farklı olduğumuzu gösteriyor” dedi.
Kaymakam Akyüz de Türkiye’de ve dünyada çeşitli yerlerde zeytin üretiminin gerçekleştiğini, Mut’ta farkı mikro ikliminden dolayı hiç ilaç atılmadan zeytin üretildiğini söyledi.
‘KANI SULANDIRMAK İÇİN ASPİRİN YERİNE ZEYTİNYAĞI’
Prof. Dr. Canan Karatay ise zeytinin altından daha kıymetli olduğunu her zaman söylediğini kaydederek, “Altın savaşları insanları öldürmek içindir. Zeytin altındır. Mut’ta bu altının içinde yaşamaktasınız. Bu altının kıymetini bilmemiz lazım. Hayatımızı kurtaran zeytinyağıdır. Laboratuvarlarda yapılan bir araştırmada, doğal zeytinyağının kanseri önlediği gösterildi. Riviera değil, riviera tehlikelidir. Hafif kokuyor filan diye inanmayın, en önemli antioksidan özelliklerinden yok edilmiş bir yağdır. Hiçbir faydası yoktur. Kızartma yapıldığı zaman da kanserojendir. Onun için soğuk sıkım zeytinyağı, hele hele Mut’taki 1300 yaşındaki bir ağaçtan alınan bir zeytinyağı zararlı olabilir mi?” diye konuştu.
HER DOĞAN ÇOCUK İÇİN, HER YENİ GELİN İÇİN BİR ZEYTİN FİDESİ EKİN
Zeytinyağının birçok hastalığa iyi geldiğini vurgulayan Prof. Dr. Karatay, şunları söyledi: “Zeytinyağı, Alzheimer, kalp krizini önlüyor, kanı sulandırıyor. Kanı sulandırmak için Aspirin ile bir sürü lüzumsuz ilaç veriliyor. Zeytinyağı kanı sulandırıyor, ayrıca şekeri düşürüyor. O kadar güçlü antioksidan var ki; bütün hücreler topluyor, beynimizi açıyor. Dışarıdan sürsek, eklem ağrılarını gideriyor. Zeytinyağını vücudumuzun ağrıyan her yerine sürebilirsiniz. Her sabah bir kahve fincanı içmelisiniz. Çocuklarımıza da içmesini öğretmemiz lazım. Yaşımız ilerledikçe daha da fazla içebilirsiniz. Yağlanmanın sebebi şekerdir, işlenmiş fabrikasyon gıdalardır. Bozulmuş trans yağlardır. Zeytin ağacını kesmeye hakkımız yok. Biz Orta Asya’dan geldik ve de Türk geleneği olarak her doğan çocuk için bir fide dikilirdi. Ben diyorum ki; her doğan çocuk için, her yeni gelin için bir zeytin fidesi ekin. Bunu çocuklarımıza gelenek olarak aşılamak mecburiyetindeyiz. Esas Türk’ün geleneği budur. ”
25 BİN LİRAYA SATILDI
Prof. Dr. Karatay’ın konuşmasının ardından ilçedeki 1300 yaşındaki zeytin ağacından elde edilen zeytinyağı, açık artırmayla 25 bin liraya işadamı Akif Çetin tarafından satın alındı. Açık artırmadan elde edilen para da Mut İdmanyurdu Belediye Spor’a verildi. Kitaplarını da imzalayan Prof. Dr. Karatay, daha sonra yoldan araçları ile geçenlere zeytinyağı dağıttı. DHA

Saç boyası kanser mi yapıyor?

İngiltere'de yapılan bir araştırma, saç boyasının meme kanserine yakalanma riskini artırabileceğini gösterdi. Buna göre, kesin bir neden-sonuç ilişkisi kurulamasa da saçlarını düzenli boyayan kadınların meme kanserine yakalanma olasılığı yüzde 14 fazla.

Saç boyası ile kanser arasında ilişki olabileceğini ortaya koyan araştırma, saçlarını düzenli boyayan kadınların meme kanserine yakalanma olasılığının yüzde 14 fazla olduğunu belirledi.
“SAÇLARINIZI YILDA 5’TEN FAZLA BOYATMAYIN”
Uzmanlar saçların yılda 5 kezden fazla boyanmaması konusunda uyardı. Bu konuda sektör tavsiyesinin ise 4-6 haftada 1 gibi kısa bir zaman aralığı olduğuna dikkat çekildi.
Uzmanlar ayrıca saçların boyandığında olabildiğince, kına, pancar ve kuşburnu gibi doğal ürünler kullanmasını tavsiye etti.
Araştırmacılar buna karşın, “bazı meme kanserlerine saç boyasının neden olduğu” gibi kesin bir neden-sonuç ilişkisi kurulamayacağının altını çizdi.
DİĞER KOZMETİKLERİN ETKİSİ VAR MI?
Bu konudaki araştırmaların, saçlarını boyayan kadınların daha fazla makyaj yapma ihtimalinin yüksek olması nedeniyle zora girdiği kaydedildi. Buna göre kanser araştırmasında saç boyasıyla ilişkilendirilen bazı etken maddeler, aslında diğer kozmetik ürünlerinden kaynaklanmış olabiliyor.
KOZMETİK FİRMALARI KARŞI ÇIKIYOR 
Kozmetik dernekleri ise, ürünlerin onlarca testi başarıyla geçerek piyasaya sürüldüğü için sağlık sorunu yaratmasının mümkün olmadığı savunuyor. ntvmsnc

Dünyada 640 milyon obez, 815 milyon açlık sınırında insan var

Dünya nüfusunda hem açlıkta hem de obezitede belirgin bir şekilde artış yaşanıyor. Araştırmalara göre dünyada obez sayısı katlanarak artarken, kronik açlıkla savaşan insanların sayısı da artıyor.

Dünya gıda eşitsizliği anlamında en çelişkili devrini yaşıyor. Dünyada 2000'li yılların başında azalma eğilimine giren küresel açlık, 10 yıllık aranın ardından tekrar tırmanmaya başladı. Açlıkla mücadele eden küresel nüfus 2004 yılından itibaren istikrarlı olarak azalma eğilimden olurken 2014 yılından itibaren artışa geçtiği belirlendi. Bunun yanında obezite oranında da belirgin bir artış var. Araştırmalar gösteriyor ki dünyada bugün 640 milyon obez, 815 milyon da açlık sınırında olan insan var.
YETERLİ GIDA VAR AMA 815 MİLYON İNSAN AÇLIKLA SAVAŞIYOR
Ajans Press'in Birleşmiş Milletler verilerinden edindiği bilgilere göre dünya nüfusunun tamamını doyurabilecek gıda mevcut olduğu halde 815 milyon kişinin açlıkla karşı karşıya kaldığı belirlendi. 2050 yılında 10 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunda, beslenme ihtiyacının karşılanabilmesi adına küresel gıda üretiminin yüzde 50 artması gerekiyor. Son iki yıl içerisinde değişen durum incelendiğinde dünya genelinde kronik açlıkla savaşanların sayısı 2014 yılında 775,4 milyon iken geçtiğimiz yıl 815 milyona yükseldi. Açlıkla mücadele eden kişilerin dünya nüfusu içerisindeki payı ise yüzde 11’e yükseldi.
640 MİLYON OBEZ VAR
Dünyanın bir kısmı açlıkla mücadele ederken buna karşılık 640,9 milyon yetişkin obeziteyle baş etmeye çalışıyor. Bu sayı ise dünya nüfusunun yüzde 12,8'ine tekabül ediyor. Dünya nüfusu içerisinde obez oranı 1980-2014 yılları arasında ikiye katlanmış durumda. Obez nüfusu dünyanın her bölgesinde artmış olarak görünse de obeziteden en çok Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanusya ülkeleri muzdarip oldu. PRNet'in medya incelemesinde obeziteyle alakalı bu yıl 24 bin 73 haber çıkışı olduğu belirlendi. 2015 yılında 14 bin 452 obezite haberi yapılırken bu rakam geçtiğimiz yıl 16 bin 758 oldu. Haber çıkışlarının her sene düzenli olarak artması medyanın obezite konusunu gündemine taşıdığının bir göstergesi oldu.

19 Ekim 2017 Perşembe

Hamile kadından kan nakli yapılan erkeklerin ölüm riski artıyor

Hamile kadınlardan kan nakli yapılan erkeklerin ölüm oranı, başka donörlerden kan alan erkeklere oranla bir buçuk kat daha fazla. Bu veri Hollanda'da da yapılan bir araştırmanın sonucunda ortaya çıktı. Araştırmacılar hamile kadınlardan yapılan kan naklinin, hamilelik sırasında muhtemel bir bağışıklık sistemi değişikliği nedeniyle ölüme yol açtığını öngörüyor.

The Independent'in haberine göre, 10 yıllık verilerin incelendiği araştırma, hamilelik geçirmiş bir kadından kan almış 50 yaşın altındaki erkeklerin ölüm oranının başka donörlerden kan alanlardan bir buçuk kat fazla olduğunu ortaya koydu. Araştırma bu durumun ölüm oranında yüzde 6’lık bir artış anlamına geldiğini ortaya çıkardı.
Hollanda’da 31 bin 118 hastanın incelendiği araştırma, incelenen vakaların yüzde 13'ünü oluşturan 4 bin erkeğin hamile kadınlardan kan nakli yapıldıktan sonra hayatını kaybettiğini gösterdi.
Araştırmanın ortak yazarlarından Dr. Rutger Middleburg Journal of the American Medical Association dergisindeki makalesinde, "Hayatında en az bir kere hamilelik geçirmiş bir dönörden kan nakli gerçekleştirilen erkeklerin ölüm oranının, erkek bir donörden veya hamilelik geçirmemiş kadın bir donörden kan nakli yapılan erkeklere göre ciddi şekilde daha yüksek" diye yazdı.
Araştırma, hamilelik sırasında muhtemel bir bağışıklık sistemi değişikliğinin bu sonuçla bağlantılı olabileceğini öngörüyor.
Buna karşılık, İngiltere sağlık otoritesi NHS, hamilelik geçirsin veya geçirmesin tüm kadınlardan kan bağışı almaya devam ettiğini açıkladı. DHA

18 Ekim 2017 Çarşamba

Sigara erken menopozun da nedeni!

Genellikle olumsuz bir dönem olarak nitelendirilen menopozun hayatın sonu değil, yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu söyleyen Dr. Başak Öndeş, erken menopoza yol açan faktörler arasında sigaranın da bulunduğunu söyledi, "Sigara kullananlar 2 yıl erken menopoza girme riski taşıyor" dedi.

Erken menopoza girmek, kadın hayatında bazı sıkıntılara yol açabiliyor. Adet düzensizliği, ateş basması, aşırı terleme ve istemsiz kilo alımının kadınların menopoz sürecinde yaşadığı olumsuz etkilerden sadece birkaçı olduğunu belirten Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Başak Ovayurt Öndeş, bu dönemin kişiye özel tedaviyle sağlıklı bir şekilde geçirilebileceğini söyledi.
Dr. Öndeş, “18 Ekim Dünya Menopoz Günü” öncesinde menopozu sağlıkla geçirmenin yollarına değindi. Bir yıl adet görmeyen kadının menopoz sürecine girdiğini belirten Uzman, bu dönemde egzersizin daha fazla önem kazandığını belirtti.
"EGZERSİZİ RUTİN HALE GETİRİN"
Menopoz dönemindeki kadınların gerekli tıbbi değerlendirmelerden geçmesi gerektiğini belirten Op. Dr. Öndeş, dikkat edilmesi gereken hususları şu sözlerle anlattı:
“Sağlık açısından en temel iki sorun osteoporoz ve kalp damar hastalıkları. Bunların yanı sıra depresyon açısından diyabet, hipertansiyon, obezite, varis, damar tıkanıklığı gibi hastalıklarda gözden geçirilmeli. Menopozu tetikleyen en büyük etken sigara kullanımı. Sigara içen kadınlar yumurtalarını erken kaybederek menopoza 2 yıl önce girme tehdidiyle karşı karşıya kalırlar. Menopoz sonrası cinsel yaşam devam eder. İstenmeyen gebelik endişesi ortadan kalktığı için daha özgür bir cinsel yaşam sağlanır.” DHA

Hepatit A’dan korunmanın 2 basit yolu

Türkiye'de erişkinlerin yüzde 72-100'ünün bu hastalığı geçirdiği söyleniyor. Türk Gastroenteroloji Derneği Genel Sekreteri ve Başkent Üniversitesi Gastroenteroloji Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Birol Özer, Hepatit A'dan korunmada önemli 2 faktörü sıraladı. 

Türk Gastroenteroloji Derneği Genel Sekreteri ve Başkent Üniversitesi Gastroenteroloji Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Birol Özer, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde orman yangınlarının ardından tespit edilen Hepatit A salgını üzerine, hastalıkla ilgili açıklamalarda bulundu.
Prof. Dr. Birol Özer yaptığı açıklamada, Hepatit A virüsünden korunmada temizlik ve aşılamanın önemli olduğunu belirterek, aşının 6 ay ara ile iki doz şeklinde uygulandığında yüzde 94-100 oranında bağışıklık sağladığını ve koruyuculuk süresinin 10-30 yıl olduğunu bildirdi. Hepatit A virüsü (HAV) infeksiyonunun, dünyanın her yerinde görüldüğünü, dünya genelinde 120 milyon kişinin infekte olduğunu belirtti.
TÜRKİYE’DE ERİŞKİNLERİN YÜZDE 100’Ü BU HASTALIĞI GEÇİRİYOR
Her yıl 1,4 milyon yeni vakanın bildirildiğini, yaklaşık 34 bin ölümün olduğunun tahmin edildiğini aktaran Özer şunları söyledi:
“Türkiye’de erişkinlerin yüzde 72-100’ünün bu hastalığı geçirdiğini söyleyebiliriz. HAV genellikle fekal oral yolla (kişiden kişiye temas veya virüs bulaşmış su ve yiyeceklerin tüketilmesi ile) bulaşmakta, hastalıktan korunmada su ve besinlerin kirlenmesinin önlenmesi, el yıkama, temizlik ve aşılama önemlidir. Virus kaynatma ile 5 dakikada tamamen yok olur, çamaşır suyuna duyarlıdır. HAV bazen su veya kontamine (kirli) gıda kaynaklı salgınlar şeklinde kendini gösterir. Çocukların yüzde 92’sinde hastalık hafif belirtiler ile atlatılırken erişkinlerin yüzde 75’inde belirgin hepatit tablosu olur. Hastalarda ortalama 28 (15-50) günlük kuluçka döneminden sonra bulantı, kusma, sarılık, karın ağrısı, koyu renkli idrar, açık renkli dışkı, kaşıntı şikayetleri ortaya çıkar. HAV bazı kişilerde eklem ağrısı ya da cilt döküntüsü şeklinde de bulgu verebilir. Hastaların yüzde 85’i, 2-3 ay içinde iyileşirken 6 aylık sürede ise tamamı düzelir. Bu hastalıkta kronikleşme görülmez. İyileşip antikor gelişenlerde koruyucluk ömür boyudur, bir daha tekrar infeksiyon gelişimi söz konusu değildir. Ancak yüzde birden az vakada koma gelişimine neden olan ciddi karaciğer yetmezliği gelişir. Bu tablo daha çok 50 yaş üstü ve kronik Hepatit B ya da C infeksiyonu olan bireylerde görülür.”
6 AY İÇİNDE TAM İYİLEŞME SAĞLANIYOR
HAV infeksiyonu kendi kendini sınırlayan bir hastalık olduğu için özel bir tedavisinin olmadığını belirten Özer, hastalığın aktif olduğu dönemde istirahat ve beslenme destek tedavisinin verilmesinin yeterli olduğunu ifade etti. Vakaların hemen hemen tamamının 6 ay içinde tam iyileştiğini aktaran Özer, şunları söyledi:
“Çok nadiren komaya neden olan karaciğer yetmezliği gelişen vakaların karaciğer nakli yapılan merkezlerde takip edilmesi, yoğun bakımda destek tedavisi verilmesi gerekir.Hepatit A virüsünden korunmada temizlik ve aşılama önemlidir. Aşı 6 ay ara ile iki doz şeklinde uygulandığında yüzde 94-100 oranında bağışıklık sağlar ve koruyuculuk süresi 10-30 yıldır. Ülkemizde de çocuklara 18. ve 24. ayda olmak üzere 2 doz aşı düzenli olarak 2012 yılından beri uygulanmaktadır. Eğer erişkin bireyler hastalığı geçirmediyse ve kronik hastalığı varsa HAV’a karşı aşılanmalıdır.”
Kaliforniya eyaletinde geçtiğimiz günlerde Hepatit A salgınıyla mücadele kapsamında evsizlerin kaldığı sokaklar başta olmak üzere kentin belirli bir bölümü ve yangınlardan etkilenen bölgelerde tedbir olarak çamaşır suyuyla yıkanması kararı alınmıştı. Kentte ayrıca bu amaçla 40 bin kişinin aşılandığı açıklanmıştı. Sözcü

17 Ekim 2017 Salı

Sinüzit ne zaman ameliyat gerektirir?

Sinüs kanallarının çeşitli sebeplerle iltihaplanması sonucu oluşan sinüzit özellikle sonbahar ve kış aylarında artış gösteriyor. Genellikle ilaçlarla tedavi edilen sinüzit kronikleştiğinde ise cerrahi müdahale gerekebiliyor.

Sinüsler, kafa kemiklerinin içine yerleşen ve kanalları burun içine açılan, içi hava dolu kemik boşluklar. Sesin tınısını, karakterini sağlamasının yanı sıra burundan geçen havanın nemlenmesine ve vücut ısısına yaklaşmasına, içi hava dolu olduğu için kafanın ağırlığını azaltıp ve başın dik durmasına yardımcı oluyorlar.
Sinüs kanalları iltihaplanınca da sinüzit sorunu baş gösteriyor. KBB Uzmanı Op. Dr. Koray Cengiz, sinüzit oluşumunu etkileyen en önemli faktörleri; bağışıklık sistemi ve buna bağlı sık üst solunum yolu enfeksiyonları, burun ve sinüs anatomisi (burun kemiği veya kıkırdağının eğri olması burun eti büyüklüğü veya sinüs kanallarının kapalı olması, burun ve sinüs tümörleri), özellikle çocuklarda geniz eti büyüklüğü, nezle ve kirli hava, olarak sayıyor.
SİNÜZİT HANGİ BELİRTİLERLE ORTAYA ÇIKIYOR?
Bir haftadan fazla devam eden nezlelerin büyük çoğunluğu sinüzit göstergesidir.
Erişkinlerde burun tıkanıklığı, sarı-yeşil burun ve geniz akıntısı, yüz-diş-göz ağrısı ve öksürük en çok gözlemlenen belirtileridir.
Çocuklarda huzursuzluk, inatçı öksürük ve geniz akıntısına bağlı kusma olabilir.
Tüm yaş gruplarında kısmen daha az rastlanan belirtiler; ateş, yorgunluk, ağız kokusu, koku alma duyusunda azalma, boğaz ağrısı, bazen ses kısıklığıdır.
Rahatsızlığın devamı sırasında ortaya çıkan alın ve gözde ağrılı şişlikler, çift görme ve genel durum bozukluğu da sinüzit belirtileri arasında yer alır.
“SİNÜZİT TEDAVİ EDİLEBİLİR BİR HASTALIKTIR”
Soğuk algınlığı, nezle durumunun 10 günden uzun sürmesi halinde mutlaka doktora başvurulması gerektiğini vurgulayan Dr. Cengiz, “Sinüzit pek çok kişinin sandığı gibi tedavisi mümkün olmayan bir hastalık değildir. Özellikle kronik sinüzitlerde en önemli konu sinüzite neden olan ana nedenin ortadan kaldırılmasıdır. Akut sinüzitlerde ilaç tedavisi üç haftaya kadar çıkabilen antibiyotik, burun damlaları ve alerji önleyici ilaçlarla yapılır. Ancak hava yollarını tıkayan burun eti büyümesi, burun kemiği ve kıkırdağında eğrilik, alerji gibi nedenler varsa tedavi sonrasında bu nedenlerin ortadan kaldırılması sinüzitin kronik bir hastalık halini almasını önleyecektir” diyor.
KRONİK SİNÜZİTTEN NE ZAMAN BAHSEDİLİR?
12 haftadan uzun süren şikayetlerin sebebinin kronik sinüzit olabildiğini aktaran Cengiz, kronik sinüzüt hakkında ise şunları anlatıyor:
Boğaz ağrınız varsa,
Burnunuzda kuruma ve kabuklanma oluyorsa,
Ağız ve diş sağlığınıza dikkat ettiğiniz halde ağız kokusu problemi yaşıyorsanız,
Geceleri horluyorsanız,
Burun tıkanıklığınız varsa,
Koku alamıyorsanız,
Son dönemlerde sürekli yorgunsanız,
Kuru öksürüyorsanız,
Sesiniz değişmeye başladıysa,
Geniz akıntınız varsa,
Boğazınızda batma gibi bir rahatsızlık hissi oluşuyorsa,
Üç haftadan uzun süren üst solunum yolu şikayetlerinizde doktora görünmeniz önerilir.
Kış enfeksiyonlarını 10 günden çok daha fazla bir sürede atlatıyorsanız; hastalıklarınız kısa aralıklarla tekrarlıyorsa ve en önemlisi bu şikayetleriniz 3 aydan fazla süredir varsa kronik sinüzit hastası olabilirsiniz.”
AMELİYAT GEREKTİREN KRİTERLER NELER?
KBB Uzmanı, sinüzit tedavisinde ameliyat seçeneğinin şu durumlarda öne çıkabileceğini aktarıyor:
 “Hastanın kronikleşmiş bir sinüziti varsa ve tomografi ile bu tespit edilirse, polip, konka hipertrofisi gibi sinüsleri tıkayan mekanik sebepler ve sinüslerde ileri derecede enfeksiyon varsa cerrahi kararı verilir. Cerrahide öncelikli amaç; sinüslerdeki iltihabı temizlemekten ziyade, sinüzite yol açan engelleri ortadan kaldırmak ve sinüslerin havalanmasını sağlamaktır. Sinüslerin içerisindeki iltihabi oluşumlar temizlenebilir. Endoskopik sinüs cerrahisi ile hastalar günlük yaşamlarına dönerler.” (ntvmsnc)

16 Ekim 2017 Pazartesi

"Bebek kordonunda bile zararlı kimyasallar tespit edildi"

Gündelik hayatımızın bir parçası olan kozmetik ürünler, tehlike saçıyor. Hatta bebeklerin anne karnında bile bu kimyasallara maruz kaldığını belirten Dermatoloji Uzmanı Dr. Nilsu Gençyılmaz, bebek kordonunda 17'den fazla zararlı kimyasalın tespit edildiğine dikkat çekerek satın alınan ürünlerin içeriklerine dikkat etmemiz gerektiğini belirtti.

Şampuanlar, kremler, makyaj malzemeleri ve daha onlarca ürün… Her gün kullandığımız bu kozmetik ürünlerin içeriğindeki kimyasal tehdit gittikçe büyüyor. Medicana Çamlıca Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Nilsu Gençyılmaz alınan kozmetik ürünlerin içeriklerine, etken maddelerine dikkat edilmesi gerektiğini belirtti ve “Günümüzde kanser, astım, alerji, hormonal bozukluklar gibi birçok hastalıktaki artış da ne kadar çok kimyasallara maruz kaldığımızı gösteriyor” dedi.
“BEBEK KORDONUNDA BİLE 17’DEN FAZLA ZARARLI KİMYASALLAR TESPİT EDİLDİ”
En büyük organımızın derimiz olduğunu belirten Dr. Gençyılmaz deri yoluyla birçok kimyasala maruz kaldığımıza dikkat çekti ve şunları söyledi:
“Saçlı deri, koltuk altı gibi cildimizin en geçirgen bölgelerine uyguladığımız saç bakım ürünleri, deodorantların içeriğindeki kimyasallar sık kullanım sonucu karaciğer, böbrek ve yağ tabakasında birikebiliyor. Yapılan araştırmalarda bebek kordonunda bile 17’den fazla zararlı kimyasallar tespit edilmesi, çocukların daha doğmadan anne karnında kimyasallara maruz kaldıklarını gösteriyor. Gebelik ve emzirme döneminde saç boyası ve saç düzleştirici gibi kimyasal kullanımı çocuklarda ileri yaşlarda lenfoproliferatif hastalıkların görülmesiyle sonuçlanabilir.”
“NANOTEKNOLOJİ İLE ÜRETİLEN KOZMETİK ÜRÜNLER KAN DOLAŞIMINA DAHA KOLAY GEÇİYOR”
Nanoteknoloji ile üretilen kozmetik ürünlerin son yıllarda popüler olduğunu söyleyen Dr. Gençyılmaz bunların derinin altına ve kan dolaşımına daha kolay geçtiğini belirterek şunları söyledi:
“Ürünlerin içeriğindeki nanopartiküller mikronize olarak belirtiliyor. Örneğin mikronize titanyum dioksit gibi nanopartiküller serbest radikal nanomateryal olan karbon siyahı ise fondöten, eye liner, far, maskara ve ojelerde renklendirici olarak kullanılıyor ve karsinojenik etkisi biliniyor. Her ne kadar kozmetik endüstri sağlıklı cilde sahip kullanıcıların nanomateryallerden etkilenme riskinin düşün olduğu görüşünde olsalar da hassas cilde sahip genç, yaşlı, hamile ve deri hastalıklarına sahip kişilerde risk oranları henüz bilinmemektedir.”
“ŞAMPUAN, DİŞ MACUNU, SABUN İÇİNDEKİ MADDELER GÖZ DOKUSUNA ZARAR VEREBİLİR”
En yaygın kullanılan kozmetik ürünlerden olan şampuan, sıvı sabun, diş macunlarında kullanılan ve sodyum lauryl ether sulfate (SLS) adı verilen maddenin ise göz dokusuna zarar verebildiğini belirten Dr. Gençyılmaz, “Şampuan, sıvı sabun, duş jeli ve saç bakım ürünlerinde bulunan diethanolamin (DEA) ve triethanolamin (TEA) bazı kimyasallarla birleşince kanserojen etki göstererek beyin hasarına yol açabilir. Florid adı verilen ve diş macunlarından kullanılan madde üzerine yapılan bir çok çalışma ise bu maddenin beyne zarar verdiğini, özellikle çocuklarda florid içermeyen diş macunu kullanılması gerektiği ortaya çıkmıştır” dedi.
“KOZMETİK, İLAÇ VE GIDADAKİ PARABEN MEME KANSERİ VE ERKEK KISIRLIĞINA NEDEN OLUYOR OLABİLİR”
Dr. Nilsu Gençyılmaz kozmetik, ilaç ve gıdada antimikrobiyal amaçlı kullanılan parabenlerin östrojen reseptörlerine bağlanarak östrojenik etki gösterdiğini ve meme kanseri ve erkek infertilitesinde rol oynadığının düşünüldüğünü belirtti. Dr. Gençyılmaz, krem, ruj, şampuan, ıslak mendil gibi kişisel bakım ürünlerinde bulunan parabenlerin endokrin bozucu etkilerinden dolayı bazı ülkelerde yasaklandığını da açıkladı.
DHA

Gripten koruyan 6 öneri

Hastalığın görülme sıklığının artması nedeniyle son günlerde en çok konuşulan sağlık sorunlarının başında grip geliyor. Uzmanlar ise insanı adeta "paçavraya“ çeviren gripten korunmak için alınacak tedbirlere dikkat çekiyor. 

Toplumda, “Bu yılki grip çok ağır geçiyor ve hastaneye yatışı gerektiriyor” şeklinde bir kanı var ancak Dr. Başak Oğuz İnan, durumun tam da böyle olmadığını söyledi.
“Grip vakalarının artışta olduğu bir dönemdeyiz ancak geçen yıllara göre daha ağır bir seyir veya yatış sıklığında bir artış henüz gözlemlemedik“ diyen İnan, grip virüsü influenzanın her yıl yapısında değişiklikler yaptığını ve her yıl insanları yeniden hasta edebildiğini hatırlattı.
Grip virüsü ile ilgili değişmeyen tek şey ise yarattığı şikayetler. Halk arasında "paçavra hastalığı“ olarak da bilinen grip, boğaz ağrısı, ateş, öksürük, yaygın vücut ve eklem ağrıları, halsizlik ve kırgınlıkla ortaya çıkıyor. Diğer soğuk algınlığı etkenlerinden ise ateşin daha yüksek olması, kas ve eklem ağrılarının da daha belirgin olması ile ayırt edilebiliyor.
Grip virüsünün her yıl ekim-nisan ayları arasında sık görülen ve dönem dönem salgınlar yapabilen bir etken olduğunu aktaran Şişli Florence Nightingale Hastanesinden Uzm. Dr. Başak Oğuz İnan, "Bu yıl da yeni salgınlarla karşımıza çıkması beklenebilir“ uyarısında bulundu ve hastalıktan korunmada etkili olabilecek noktaları şöyle sıraladı:
KALABALIK ORTAMLARDAN UZAK DURUN
Gripten korunmak için hastalığın yaygın olduğu dönemlerde kalabalık ortamlardan uzak durmaya özen gösterin.
HASTALARLA TEMASI KESİN
Grip geçiren kişilerle temas etmemeye çalışın.
ELLERİNİZİ SIK SIK YIKAYIN
Kişisel hijyene dikkat etmek, sık el yıkamak korunmada çok etkili.
TAZE SEBZE-MEYVE TÜKETİN
Taze sebze ve meyve tüketin, özellikle C vitamininden zengin olan gıdalarla beslenin.
EV YAPIMI TURŞU VE YOĞURT TÜKETİN
Bazı uzmanlar ise özellikle vücuttaki probiyotikleri artırıcı etki yaparak vücut direncini artırdığı gerekçesiyle, ev yapımı turşu, ev yapımı yoğurt ve sirke ile kelle-paça çorbası gibi besinlerin bu dönemde daha fazla tüketilmesini öneriyor.
HASTA ÇOCUKLARI OKULA GÖNDERMEYİN
Hasta çocukların ilk birkaç gün okullara gönderilmemesi, diğer çocuklara bulaşı önlemek açısından faydalı olacacağını belirten Dr. İnan, sanılanın aksine grip ile soğuk havanın veya soğukta kalmanın ise direkt bağlantısı olmadığını söyledi.
AŞI NE KADAR KORUYUCU?
Gripten korunmanın bir diğer yolunun ise aşı olduğunu belirten İnan, "Aşılar bir yıl öncenin en etkili virüslerini kapsayacak şekilde hazırlanır. Grip virüsü her yıl kendini yenilediğinden koruyuculuğu % 40-60 arasında değişmektedir. 65 yaş üzeri kişiler ve kronik hastalığı olanlara, sağlık çalışanlarına önerilmekle birlikte dileyen herkes isteğe bağlı olarak aşı yaptırabilir“ dedi.
TEDAVİYLE 1 HAFTADA, TEDAVİSİZ 7 GÜNDE!
Grip virüsü ile karşılaştıktan sonra 1 ila 4 gün içerisinde hastalık ortaya çıkıyor. Tedavi desteği ile veya tedavisiz yaklaşık 5-7 gün arasında düzelme izlenebildiğini belirten Uzm. Dr. İnan, "Ancak şikayetleri azaltmak açısından destek tedavilere baş vurulabilir. Riskli yaş grubu (65 yaş ve üzeri), kronik hastalığı olanlar, bağışıklık sistemi baskılanmış (immunsupresif) kişiler, bebekler ve dirençli enfeksiyon bulguları gerilemeyenler doktorlarına baş vurabilirler. Tedavi sürecinde istirahat de önemlidir“ değerlendirmesinde bulundu.
Kaynak:ntvmsnc.com.tr

15 Ekim 2017 Pazar

‘Uzun yaşamak istiyorsanız kaplumbağa gibi olun’

Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Kerim Güler, kaplumbağa örneğini kullanarak uzun yaşamakla ilgili önemli bir bilgi paylaştı.

Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği (TİHUD) tarafından düzenlenen 19. Ulusal İç Hastalıkları Kongresi'nde konuşan konuşan Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Kerim Güler, kaplumbağayı örnek alarak yaşamak gerektiğini belirtti. Peki ama nasıl?
KÖPEKLER VE KAPLUMBAĞALAR ARASINDAKİ FARK
Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Kerim Güler, istirahat halindeki bir kişinin nabzının 80'i geçmesi durumunda büyük risk altında olduğuna dikkat çekti. Kişilerdeki nabız yüksekliğinin hayati önem taşıdığına işaret eden Güler, “Kalbin belirli bir atım sayısı var. Bunu ne kadar uzun süreye yayarsanız o kadar uzun yaşarsınız. Kalbi az atan hayvanlar çok yaşar, mesela kaplumbağa. Ama hızlı yaşayan bir hayvan olarak köpeğin kalbi devamlı alert durumundadır. Sonuç olarak bu nedenle ölümler oluyor. Bazı karşı görüşler, 100 metreyi çok kısa sürede koşan atletlerin neden uzun yaşadıklarını soruyor. Kalpleri 120, 130, 140 atıyor. Sonuç olarak bunların niye uzun yaşıyor diyorlar. Onun kalbi o işi yaparken 120 atıyor. Durduğu anda kalbi 36. Kadın, erkek ayırmaksızın istirahat halinde nabız sayısı 80'i geçiyorsa bu büyük bir risk faktörü” dedi.
Kişilerin böyle durumda sağlıklarını etkileyen risk faktörlerini gözden geçirmesi gerektiğini söyleyen Güler, “Vücut organlarının belirli bir kapasitesi var. Örneğin benim pankreasımın kapsitesi belli. Bunu idareli kullananlar çok yaşıyor. Yürüyerek, spor yaparak yaşam tarzımızla kapasiteyi yükseltebiliriz” diye konuştu.
VÜCUDUMUZDA İKİ KİLO MİKROP VAR
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serhat Ünal ise, insan vücudunda 2 kilonun üzerinde mikrop olduğunu belirterek, bunların çoğunluğunun kalın bağırsakta olduğunu söyledi. Probiyotiklerin gün gittikçe önem kazandığına değinen Prof. Dr. Ünal, “Bunlar, vücuda verildiği zaman ilgili problemin iyileşmesine yardımcı olacak canlı mikroorganizmalar. En çarpıcısı insan vücudunda 10 üzeri 12 tane hücre var. 10 üzeri 13 tane de mikrop var. Tüm ağırlığımızın 2 kilosu belki 2 kilodan fazlası mikroplardan oluşuyor. Ağzımızda, gözümüzde, cildimizde her yerde var ama esas kolonda. Kolonun saf ağırlığının yüzde 70-75'i mikroplardan oluşuyor. Bunlar faydalı mikrop dediğimiz yaşamımız için gerekli olan mikroplar ve bunların bir dengesi var. Doğumdan itibaren vajinal kanaldan geçerek bulaşan mikroplanma belirli yaşlarda belirli mikrop gruplarıyla bir dengeye giriyor. Bu dengenin bozuk olduğu durumların da çocukluktan itibaren bazı hastalıklarla ilişkili olduğu ortaya kondu. Bunların başında da obezite var” ifadelerini kullandı.
DEMİR EKSİKLİĞİ KANSER İLE İLİŞKİLİ
Başkent Üniversitesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Birol Özer ise anemi hastalığıyla ilgili bilgiler paylaştı. Demir eksikliğinden kaynaklanan anemi hastalarında mutlak surette hastalığın altında yatan sebebin bulunması gerektiğini belirten Prof. Dr. Özer, “Bir hastada demir eksikliğine bağlı kansızlık varsa, sebebini bulmadan tedavi yöntemine girmek yanlış. Demir eksikliği anemisinde temel neden mide barsak sisteminden kan kaybı ya da barsaklardan demir emilim kusuru olmasıdır. Onun içindir ki demir eksikliği saptanan her bireyde tedaviye başlanmadan önce bu eksikliği yapan sebebin bulunması son derece önemlidir. Demir eksikliği olan bireylerin yüzde 4-5'inde neden mide barsak sisteminde kanser varlığıdır. Onun için tedavi öncesi bunun değerlendirilmesi gerekiyor” diye konuştu.
ÜRİK ASİT YÜKSEKSE GUT İHTİMALİ ARTIYOR
Gut hastalığına değinen Prof. Dr. İhsan Ertenli ise, vücuttaki ürik asitin yol açtığı olumlu ve olumsuz faktörleri anlattı. Prof. Dr. Ertenli, “Et protoin mekanizmasının son ürünü vücudumuzdaki ürik asit. Ürik asit çok enterasan bir molekül. Fazla olması halinde gut hastalığı meydana geliyor. Ürik asitimiz ne kadar yüksekse seneler içerisinde gut ihtimali o kadar artıyor. Ürik asit vücudumuzda depolanıyor, seneler içerisinde de gut dediğimiz bir tabloyu oluşturuyor. Akut gut atağı sırasında hastaların yüzde 30'unda ürik asit düzeyinin normal oluyor. Dolayısıyla ürik asit normalkende gut atağının olabileceğini bilmemiz lazım” dedi.
Ürik asitle ilgili son yıllarda önemli gelişmeler olduğunu ifade eden Ertenli, şunları söyledi:
“Kardiyovasküler hastalıklar arasında önemli bir ilişki olduğu ortaya konmuştur. Gutlu hastalarda kardiyovasküler mortalite artışı, hiperürisemi-hipertansiyon ilişkisi ve ürik asit düşürücü tedavi ile kan basıncında düşme bu ilişkinin yoğun araştırılan başlıklarıdır. USG ve DECT gibi yeni tanı yöntemleri ile dokularda ürik asit birikiminin asemptomatik dönemde de olduğunun gösterilmesi ve yeni ilaç çalışmaları ile gut ve hiperürisemi tedavisinde önemli değişiklikler ortaya çıktı.”
BEHÇET HASTALIĞININ BELİRTİLERİ NELER?
Behçet hastalığına değinen Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları AD Romatoloji BD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sedat Kiraz da, hastalığın en çok Türkiye ve Japonya'da görüldüğüne işaret ederek, “Behçet hastalığı, sebebi bilinmeyen, tekrarlayan ağızda ve cinsel bölgede yaralar, deri, göz, eklem, damar ve sinir sistemi tutulumuyla seyreden iltihaplı bir romatizma hastalığıdır. 1937 yılında Türk hekimi Dr. Hulusi Behçet tarafından tanımlanmıştır. Hastalık en sık 20-30'lu yaşlarda ve her iki cinste de eşit oranlarda görülür; ancak hastalık erkeklerde daha şiddetli seyreder” dedi.
Hastalığın belirtilerini “ağız içinde ortası çukur ve beyaz, etrafı kırmızı ağrılı aftöz yaralar hastalarının tamamında görülür. Cinsel bölgede, ağızdaki yaralara benzer, ağrılı, iyileşirken iz bırakabilen, yaralara neden olabilir. Gözlerde kızarıklık, ağrı, görme bulanıklığı ile başlayan üveit diye tabir edilen, tedavi edilmezse körlükle sonuçlanabilen iltihaplanmaya neden olabilir. Deride sivilce benzeri lezyonlar ya da eritema nodozum denilen, deriden kabarık, fındık/ceviz büyüklüğünde, ağrılı, kızarık şişliklerde neden olabilir. Behçet hastalığı bunların dışında; diz ve ayak bileği gibi eklemlerde şişlik, bacak toplardamarlarında tıkanıklık, beyin, sindirim sistemi ve akciğer gibi organlarda hayatı tehdit edici tutulumlar yapabilir” şeklinde tanımlayan Kiraz, tedavide ise deri ve eklem bulgularına krem ve pomatlar, kolşisin, düşük doz steroidler, steroid olmayan anti-inflamatuar ilaçlar kullanılabileceğini, ciddi durumlarda ise yüksek doz steroid ve bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçların faydalı olacağını belirtti.
DİYABET ÇIĞ GİBİ BÜYÜYOR
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tufan Tükek de diyabet hastalığının çığ gibi büyüdüğünü ve bu yüzden tedavi edilemediğini söyledi. Fazla gıda tüketiminin diyabete yol açtığını belirten Prof. Dr. Tükek, tedavi olarak kişilerin yaşam tarzı ve beslenmesini düzene sokması gerektiğini ifade etti.

13 Ekim 2017 Cuma

Sezaryen doğumlar obeziteye mi yol açıyor?

Bilim insanları ilk defa sezaryenle doğumun bebeklerde obeziteye yol açabileceğini gösterdi.

Yakın bir zamana kadar bebeklerin bakterilerden arınmış steril bağırsaklar ile doğmuş olduğu düşünülüyordu.
Medimagazin’in haberine göre artık bebeklerin bağırsaklarının bakterilerle dolu olduğu ve bunlardan bazılarının doğum sırasında annelerin vajinal kanalından geldiği biliniyor.
Sezaryenle doğan bebeklerde bu bakteriler annelerden alınamadığı için mikrobiyotaları diğer bebeklerden daha farklı oluyor.
SEZARYENLE DOĞAN FARELER, NORMAL DOĞAN FARELERDEN % 33 KİLOLU
Bağırsaklarımızda barınan ve sağlığımıza birçok etkileri bulunan bakteri yokluğunun ileri yaşlarda aşırı kiloya, obeziteye, bazı alerji ve astım rahatsızlıklarına neden olabileceğini düşünen bilim insanları, Science Advances’de bu konulara ışık tutan bir çalışma yayınladı.
Bu çalışmayla, sezaryenle doğan bebeklerde fakir mikrobiyotanın obeziteye ya da aşırı kiloya yol açıp açmadığını araştıran New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Maria Dominguez-Bello ve meslektaşları, sezaryenle doğan 34 fare yavrusu ile normal vajinal yolla doğan 35 fare yavrusunu karşılaştırdı. Doğumlarından 15 hafta sonra yetişkinliğe erişen farelerin kiloları arasında belirgin bir fark vardı. Sezaryenle doğan fareler, normal doğumla dünyaya gelen farelerden ortalama yüzde 33 daha kiloluydu.
DİŞİLERDE KİLO FARKI YÜZDE 70’İ BULUYOR
Dominguez Bello, dişi farelerin daha belirgin bir şekilde kilolu olduklarını söyledi. Sezaryenle doğan erkek fareler, normal yolla doğan erkek farelerden ortalama yüzde 20 daha kiloluyken, dişi farelerde bu farksal oran yaklaşık yüzde 70’ti.
İNSANLARDA GELİŞEN OBEZİTE DE BAKTERİ FARKINA BAĞLI OLABİLİR
Çalışmaya göre, sezaryenle doğan fareler 4 haftalık olduklarında, mikrobiyotalarındaki bakteri türü ve sayısı, diğer farelere göre çok daha azdı. Ekip, normal doğumlarda vajinal kanaldan geçen bakterilerin bu azlığa sebep olduğunu ve ileriki yaşlarda insanlarda meydana gelen obezitenin de bununla bağlantılı olabileceğini söyledi. Dominguez-Bello ve ekibi, şimdi yenidoğanlara annelerin vajinal sıvılarından nakletmenin gerçekten yararlı bir etkisi olup olmadığını araştırıyor, henüz bu uygulama ile kesin bir bilgi olmadığını, enfeksiyon gibi olası risklerinin araştırılmadığını söylüyor. (ntvmsnc.com.tr)

İdrar kaçırma sorununa ameliyatlı çözüm

Kontrol dışı idrar kaçırma, kadınların sosyal hayatını olumsuz etkiliyor ve hijyenik problemlere sebep oluyor. Hastaların bu sorunla ilgili doktora başvurma oranının çok düşük olduğunu belirten Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Bölümünden Prof. Dr. Fuat Demirci, idrar kaçırma sorunun bir tedavisi olduğunu vurguladı ve ameliyatlı çözümün ayrıntılarını anlattı.

İstemsiz idrar kaçırma sorunu sanılandan daha sık görülme oranına sahip. Yapılan araştırmalar Türkiye’de menopozdaki kadınların yarısının, doğurganlık çağındaki kadınların üçte birinin değişik derecelerde idrar kaçırdığını ortaya koymaktadır. Ataşehir Florence Nightingale Hastanesi, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Bölümünden Prof. Dr. Fuat Demirci, idrar kaçıran beş kadından dördü idrar kaçırmayı yaşlanma ve doğumun doğal bir sonucu olarak gördüğüne dikkat çekiyor! Ancak tedavi için beş kadından sadece biri hekime başvurmaktadır.
İdrar kaçıran kadın sürekli ped veya bez kullanmakta, idrar kaçırma ve koku nedeniyle sosyal ilişkilerden kaçınmakta ve kendini evi ile sınırlamaktadır. Bu durum bazen ciddi psikolojik sorunlara ve depresyona neden olmaktadır.
İDRAR KAÇIRMANIN NEDENLERİ
İdrar kaçırmanın en önemli nedeni pelvis tabanının ve idrar torbasının destek dokusunun zayıflamasına bağlı olarak oluşan idrar kaçırmadır. Stres tipi idrar kaçırma dediğimiz bu tip idrar kaçırmada, hasta öksürüp aksırdığı, zorlandığı zaman istem dışı idrar kaçırmaktadır. Bu durum genellikle çok sayıda doğum yapma, iri bebek doğurma, evde kendi kendine doğum yapma, zor doğum yapma, müdahaleli doğum yapma ya da eğitimli olmayan kişiler tarafından doğurtulma ile ilişkilidir. Ayrıca ağır işlerde çalışma, ileri yaş, menopoz, uzun süren kabızlık, şişmanlık, astım, bronşit gibi akciğer hastalıklarına bağlı olarak da görülebilir. Ülkemizde doğum sayısının fazla olması nedeniyle istem dışı idrar kaçırmanın büyük bölümünü stres tipi idrar kaçırma oluşturmaktadır ve sıklıkla doğurganlık çağındaki genç kadınlarda rastlanmaktadır.
En sık görülen ikinci neden ise sıkışma tipi idrar kaçırma diye adlandırdığımız idrar torbası idrarla dolarken nedeni bilinmeyen bir şekilde idrar torbası kasının kasılmasına bağlı olarak oluşan istem dışı idrar kaçırmadır. Buna aşırı aktif mesane sendromu da denmektedir. Bu tip idrar kaçırma, sıklıkla suyla ilgili işlerde ani idrar yapma hissinin oluşması ve tuvalete yetişememe tarzındadır. Bazı hastalarda birinci ve ikinci birlikte görülür. Bu tip idrar kaçırmaya karma idrar kaçırma denir.
İdrar kaçıran hasta ürojinekoloji yada kadın ürolojisi ile ilgili özel eğitim almış bir hekim tarafından değerlendirilmelidir. Muayene sırasında pelvis taban ve vajina desteği araştırılmalı birlikte sık görülen genital organ sarkmaları araştırılmalıdır(rahim, idrar torbası, kalın barsağın son kısmı) . Eğer hastanın idrar kaçırması komplike, birlikte ciddi genital organ sarkması varsa ya da ameliyat geçirmişse bu hastalarda ürodinami dediğimiz idrar torbasının fonksiyonlarının araştırıldığı testler yapılmalıdır.
Hastanın şikayetleri hafifse ya da sıkışma tarzında idrar kaçırma varsa ameliyat dışı yöntemler ile tedavi edilir
Ameliyat dışı yöntemler ilaç, davranış tedavisi, fizik tedavi, peserler, Kegel egzersizleri, botoks ve elektromanyetik sstimülasyondur (manyetik sandelye). Bu tedaviler hastada % 60-70 oranında bir düzelme sağlmaktadır. Bu tedavilerden manyetik sandalyenin bazı avantajları vardır. En önemli avantajı hastanın tedavi sırasında giysileriyle manyetik alan oluşturan bir koltuğa oturmasıdır. Bu manyetik alan idrar torbası, kalın barsağın son kısmı, pelvis tabanını çalıştırarak etkili olmaktadır. Bu yöntem yalnız idrar kaçırmada değil genişlemiş vajina, gaz, gayta kaçırma, orgazm bozukluklarında da etkilidir. Ayrıca gece kaçırmaları ve prostat ameliyatı sonrası kaçırmalarda kullanılmaktadır.
Hastanın şikayetleri ciddi ve yaşam kalitesini olumsuz etkiliyorsa, stres tip kaçırması ya da karma idrar kaçırması varsa kesin tedavi seçeneği ameliyattır!
AMELİYATLARDA BAŞARI ORANI ARTIYOR
Ameliyat düşünülen hastanın çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Unutmayalım ki en etkili ameliyat ilk ameliyattır ve ameliyat sayısı arttıkça başarı oranı düşmektedir. Maalesef, hastalarımızın önemli bir kısmını geçirilmiş başarısız ameliyat olan hastalar oluşturmaktadır. Son 20 yılda idrar kaçırma ameliyatlarında adeta bir devrim olmuş ve uzun dönem (17 yıl) başarı oranı % 90'ın üzerinde olan yeni ameliyat tipleri geliştirilmiştir.
20 DAKİKADA AMELİYATLI ÇÖZÜM
Bu ameliyatlarda idrar torbasından idrarın dışarı akmasını sağlayan üretra dediğimiz boru şeklindeki organın altına ameliyat ipliklerinden örülmüş 1 santimetre genişliğinde yapay bir bant yerleştirilir. Bu ameliyatlar lokal anestezi ile 1-2 santimetrelik çok küçük kesilerle 15-20 dakikada yapılmaktadır. Kanama ve ağrı çok az olmaktadır.
Geçmişte kullandığımız ameliyatlar genel anestezi gerektirmekte, karında ya da vajinada geniş kesiler yapılmakta ve hasta bir kaç gün hastanede kalmaktaydı. Ayrıca ameliyat sonrası idrar yapamama sorunuyla sık karşılaşılmaktaydı. Başarı oranları ise düşüktü.
AMELİYATTAN SONRA NELER YAPILMALI?
Ameliyat sonrası hasta 2-3 günde normal rutin yaşamına dönebilir ama ameliyatın başarısı için bazı kısıtlamalar yapılması gereklidir. Öncelikle batın içi basıncı artıran ağır işlerden kaçınmalıdır. Ayrıca kilo alınmamalı ve kabız kalınmamalıdır. Beslenmede posalı besinler ağırlıklı olmalıdır. Cinsel yaşama ise 2 ay sonra başlanabilir.
İDRAR KAÇIRMA ÖNLENEBİLİR!
İdrar kaçırmadan korunmak için gebelikte hasta iyi takip edilmeli ve normal doğumu zorlaştıran bir neden varsa hasta doğum eylemi çekmeden sezaryenle doğurtulmalıdır. Kabızlık, astım, bronşit gibi pelvis tabanı olumsuz etkileyen hastalıklar varsa tedavi edilmeli, sigara ve fazla kilodan uzak durulmalıdır. Kadınlar kendi kendilerine pelvis taban kaslarını çalıştırdıkları Kegel egzersizlerini normal yaşantılarında ve gebelikte yaşamın bir parçası haline getirmelidirler. Sözcü

Her 3 şeker hastasından birinde görme sorunu var

Türkiye ve dünya genelinde en hızlı artış gösteren diyabet hastalığı, birçok sağlık sorununu beraberinde getiriyor. Bunlardan birinin göz sağlığındaki sorunlar olduğunu belirten Türk Oftalmoloji Derneği Tıbbi Retina Birimi Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Karaçorlu, 2040 yılında diyabetli hasta sayısının 650 milyona ulaşacağını öngördüklerini belirterek tehlikenin boyutlarına dikkat çekti. Peki bunun önlenmesi için ne yapmalı?

Türk Oftalmoloji Derneği Tıbbi Retina Birimi Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Karaçorlu, ülkemizde şeker hastalığı görülme sıklığının gittikçe arttığını belirterek, “Günümüzde 415 milyon olan şeker hastası sayısının 2040 yılında 650 milyona ulaşması beklenmektedir. Bunların yaklaşık 3'te birinde göz sorunu bulunduğu düşünülürse durumun önemi anlaşılabilir” dedi.
Türk Oftalmoloji Derneği Tıbbi Retina Birimi Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Karaçorlu, Dünya Görme Günü nedeniyle görme problemleri ve şeker hastalığının yol açtığı göz hastalığı ile ilgili açıklamalarda bulundu. Görme kaybının oluşmasının nedenlerini açıklayan Karaçorlu, “Dünyadaki en önemli körlük nedenleri ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre değişmektedir. Gelişmekte olan, ekonomik olarak zor durumdaki ülkelerde en önemli körlük nedeni, önlenebilir, tedavi edilebilir olmasına rağmen “katarakt”tır. Afrika, Hindistan, Bengladeş gibi ülkelerde hala yüzbinlerce kişi katarakt nedeniyle körlükle karşı karşıyadır. Ülkemizin de içinde bulunduğu gelişmiş ülkelerde ise en önemli körlük nedeni “diyabet” yani şeker hastalığıdır. Dünyada yaklaşık 1.35 milyar kişi çeşitli derecelerde görme kaybı yaşamaktadır. Dünyadaki kör nüfusun %82'si 50 yaş üstü kişilerden oluşmaktadır. Konunun üzücü yanı görme kayıplarının % 80'inin doğru tanı, tedavi ve korunma ile önlenebilir oluşudur. 2050 yılında dünyada 115 milyon kişinin kör olması beklenmektedir” dedi.
KONTROLSÜZ DİYABETİKLERDE DAHA SIK GÖRÜLÜYOR
Şeker hastalığının neden görme kaybı oluşturduğu hakkında da bilgi veren Karaçorlu, “Diyabetik retinopati ya da şeker hastalığına bağlı görme kaybı kan şekeri yüksek seyreden kontrolsüz diyabetikler arasında daha sık görülür. Yüksek kan şekeri kılcal kan damarlarını bozar, bu damarların tıkanmasına, kanamalara ve görme tabakasında su toplanması yani ödeme neden olurlar. Şeker hastalığı görülme sıklığı gittikçe artan bir hastalıktır. Uluslararası diyabet vakfının verilerine göre günümüzde tanı konulmamışlarla birlikte 415 milyon insanın şeker hastası olduğu düşünülmektedir. Bu olguların 1/3 ünde yani 145 milyonunda diyabetik retinopati görülmektedir. Yani her 3 şeker hastasından birinde göz etkilenmektedir. Bu nedenle şeker hastalarının yıllık göz kontrolleri çok çok önemlidir. Hiçbir şikayetleri olmasa dahi yılda bir kez göz hekimi tarafından muayene edilmelerinde büyük yarar bulunmaktadır” ifadelerini kullandı.
TÜRKİYE’DE 7 MİLYON ŞEKER HASTASI VAR
Şeker hastalığının günümüzde artış gösterdiğini ifade eden Karaçorlu, “Bunun çeşitli nedenleri vardır. Gittikçe daha az hareket eden bir toplum olmamız, yaşam süresinin gittikçe uzaması ve bunlardan da önemlisi gittikçe daha fazla rafine gıda tüketmemiz şeker hastalığı görülme sıklığını arttırmaktadır. Günümüzde 415 milyon olan şeker hastası sayısının 2040 yılında 650 milyona ulaşması beklenmektedir. Ülkemizde şeker hastalığı gittikçe daha sık görülmektedir. Ülkemizde 7 milyon civarında şeker hastası vardır. Bunların yaklaşık 1/3'ünde göz sorunu bulunduğu düşünülürse durumun önemi anlaşılabilir” dedi.
NASIL ÖNLENEBİLİR?
Prof. Dr. Murat Karaçorlu konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Şeker hastası sayımız fazla olduğu için ülkeye olan ekonomik maliyeti de fazladır. İşin ilginç yanı şeker hastalığının ülke ekonomisine getirdiği yükün % 75'i, hastalığın komplikasyonlarının düzeltilmesine bağlıdır. Bu nedenle düzenli kontroller ve şeker hastalığının kontrol altında gitmesi bu yükü azaltacaktır. Şeker hastalığı kılcal damarlarda tıkanıklık ve damar duvar bozukluğu yaptığı için damardan zengin olan göz, böbrek ve sinirleri etkilemektedir. Şekeri düzensiz seyreden bir hastada hem retina yani ağ tabaka kanama ve ödemine bağlı, görme kaybı, böbrek damar tıkanıklığına bağlı böbrek yetmezliği ve sinir etkilenmesine bağlı kas erimeleri ağrılar görülmektedir. Bunların tümü yıllık kontroller ve düzenli kan şekeri ile önlenebilir.”
HASTALAR GÖZ DOKTORUNA YÖNLENDİRİLMİYOR
Karaçorlu, “2014 yılında ülkemizde yapılan TÜRK-DEM çalışmasına göre şeker hastalarının %71'i kendilerinin göz doktoruna yönlendirilmediklerini söylemişlerdir. Yine şeker hastalığına bağlı retina tutulumu olan hastaların ise % 60'ı göz hekimine ancak bir göz sorunu yaşadıklarında başvurduklarını ifade etmişlerdir. Şeker hastaları göz hekimine başvurduklarında görmeleri ve göz tansiyonları ölçülmekte, şeker hastalığına bağlı kanama olup olmadığı kontrol edilmektedir. Eğer kanama varsa bu durumda gerekirse anjiografi ve göz tomografisi yapılmaktadır. Bunların sonucunda da hastanın kan şekerini daha düzenli takip etmesi istenmekte, gereken hastaya lazer ya da göz içi ilaç tedavisi başlanmaktadır. Hastalar uyum sağladıkları ve tedavileri düzenli yaptırdıkları takdirde başarı oranı % 90'ın üzerindedir. Çok başarılı sonuçlar almaktayız. En önemli test Hemoglobin A1C testi ya da halk arasında 3 aylık test denilen testtir. Bu test hastanın kan şeker gidiş düzeyini hekime gösterir ve çok önemlidir. Bu test sonucunun % 6 civarında tutulması gerekmektedir. Şeker hastalarının düzenli olarak göz doktorlarına yönlendirilmesi, 1. basamak tedavi merkezlerindeki hekimlerin, dahiliye uzmanlarının ve endokrinologların farkındalıklarının artırılması, şeker hastalarının bilinçlendirilmesidir. Bir retina uzmanı olarak şeker hastalarının düzenli takip ve tedavilerini yapıyorum.” şeklinde konuştu.
‘DİYABETİ TANI, GÖZÜNÜ KORU
“Derneğimiz şeker hastalığının birey ve ülke için olan önemini en iyi bilen kuruluşlardan birisidir” diyen Karaçorlu, “Bu nedenle Türk Oftalmoloji Derneği, Türkiye Diyabet Vakfı, Türk Diyabet Cemiyeti ve Bayer firması ile birlikte bir sosyal sorumluluk projesi yürütmektedir. Bu projenin amacını özetleyecek olursam; Toplum, şeker hastası ve bu hastalığı takip ve tedavi eden hekimler genelinde diyabetik retinopatiye dair bilinç düzeyini arttırarak şeker hastalarının en az yılda bir kez göz hekimine başvurmasını sağlamaktır” diye konuştu. Sözcü

10 Ekim 2017 Salı

“Kadınlar idrar kaçırma sorunundan 20 dakikada kurtulabilir!”

Çalışmalara göre, Türkiye’de menopozdaki kadınların yarısı, doğurganlık çağındaki kadınların ise üçte biri değişik derecelerde idrar kaçırma sorunu yaşıyor. Doç. Fuat Demirci, özel ve sosyal yaşamda sıkıntı yaşatan bu sorunun 20 dakikada çözüme kavuşturulabileceğini söylüyor.
Erkeklerin de başına gelebilen idrar kaçırma sorunu daha çok kadınlarda görülüyor, özel, sosyal ve hijyenik sorun yaratıyor.
Kadın Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Fuat Demirci, idrar kaçıran beş kadından dördünün idrar kaçırmayı yaşlanma ve doğumun doğal bir sonucu olarak gördüğüne dikkat çekerek tedavi için beş kadından ancak birinin hekime başvurduğunu söyledi.
İDRAR KAÇIRMA TEDAVİ EDİLMESİ GEREKEN CİDDİ BİR HASTALIK!
İdrar kaçıran kadının sürekli ped veya bez kullanmak zorunda olduğunu, sosyal ilişkilerden kaçındığını ve kendini evi ile sınırlandırdığını belirten Demirci, bu durumun bazen ciddi psikolojik sorunlara ve depresyona neden olduğunu vurguladı.
İDRAR KAÇIRMANIN EN ÖNEMLİ NEDENLERİ
Kadın Hastalıkları uzmanının verdiği bilgiye göre, idrar kaçırmanın en önemli nedeni pelvis tabanının ve idrar torbasının destek dokusunun zayıflaması. Stres tipinde, hasta öksürüp aksırdığı, zorlandığı zaman istem dışı idrar kaçırıyor.
Bu durum genellikle çok sayıda doğum yapma, iri bebek doğurma, evde kendi kendine doğum yapma, zor doğum yapma, müdahaleli doğum yapma ya da eğitimli olmayan kişiler tarafından doğurtulma ile ilişkili görülüyor. Ayrıca ağır işlerde çalışma, ileri yaş, menopoz, uzun süren kabızlık, şişmanlık, astım, bronşit gibi akciğer hastalıklarına bağlı olarak da görülebiliyor.
En sık görülen ikinci neden ise sıkışma tipi idrar kaçırma diye adlandırılan soruna yol açan sebep. Prof. Demirci bu durumu şöyle açıkladı:
“İdrar torbası idrarla dolarken nedeni bilinmeyen bir şekilde idrar torbası kasının kasılmasına bağlı olarak oluşan istem dışı idrar kaçırmadır. Buna aşırı aktif mesane sendromu da denmektedir. Bu tip idrar kaçırma, sıklıkla suyla ilgili işlerde ani idrar yapma hissinin oluşması ve tuvalete yetişememe tarzındadır. Bazı hastalarda birinci ve ikinci birlikte görülür. Bu tip idrar kaçırmaya karma idrar kaçırma denir.”
ÖNCE AMELİYAT DIŞI YÖNTEMLERLE TEDAVİ EDİLİYOR
Ameliyat dışı yöntemler ilaç, davranış tedavisi, fizik tedavi, peserler, Kegel egzersizleri, botoks ve elektromanyetik stimülasyon, yani manyetik sandelye.
Bu tedavilerin hastada % 60-70 oranında düzelme sağladığını dile getiren Demirci, “Bu tedavilerden manyetik sandalyenin en önemli avantajı hastanın tedavi sırasında giysileriyle manyetik alan oluşturan bir koltuğa oturmasıdır. Bu manyetik alan idrar torbası, kalın bağırsağın son kısmı, pelvis tabanını çalıştırarak etkili olmaktadır. Bu yöntem yalnız idrar kaçırmada değil genişlemiş vajina, gaz, gayta kaçırma, orgazm bozukluklarında da etkilidir. Ayrıca gece kaçırmaları ve prostat ameliyatı sonrası kaçırmalarda kullanılmaktadır” diye konuştu.
AMELİYAT NE ZAMAN GEREKİR?
Ameliyat düşünülen hastanın çok iyi değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Dr. Demirci ameliyat endikasyonu ve süreç hakkında ise şu bilgileri verdi:
“En etkili ameliyat ilk ameliyattır ve ameliyat sayısı arttıkça başarı oranı düşmektedir. Maalesef, hastalarımızın önemli bir kısmını geçirilmiş başarısız ameliyat olan hastalar oluşturmaktadır. Son 20 yılda idrar kaçırma ameliyatlarında adeta bir devrim olmuş ve uzun dönem (17 yıl) başarı oranı % 90’ın üzerinde olan yeni ameliyat tipleri geliştirilmiştir.
"AMELİYAT 15-20 DAKİKA SÜRÜYOR"
Bu ameliyatlarda idrar torbasından idrarın dışarı akmasını sağlayan üretra dediğimiz boru şeklindeki organın altına ameliyat ipliklerinden örülmüş 1 santimetre genişliğinde yapay bir bant yerleştirilir. Bu ameliyatlar lokal anestezi ile 1-2 santimetrelik çok küçük kesilerle 15-20 dakikada yapılmaktadır. Kanama ve ağrı çok az olmaktadır.
AMELİYATIN BAŞARISI İÇİN AMELİYAT SONRASI ÖNLEMLER NELERDİR?
Ameliyat sonrası hasta 2-3 günde normal rutin yaşamına dönebilir ama ameliyatın başarısı için bazı kısıtlamalar yapılması gereklidir. Öncelikle batın içi basıncı artıran ağır işlerden kaçınmalıdır. Ayrıca kilo alınmamalı ve kabız kalınmamalıdır. Beslenmede posalı besinler ağırlıklı olmalıdır. Cinsel yaşama ise 2 ay sonra başlanabilir.
İDRAR KAÇIRMADAN KORUNMAK İÇİN NE YAPILMALI?
İdrar kaçırmadan korunmak için gebelikte hasta iyi takip edilmeli ve normal doğumu zorlaştıran bir neden varsa hasta doğum eylemi çekmeden sezaryenle doğurtulmalıdır. Kabızlık, astım, bronşit gibi pelvis tabanı olumsuz etkileyen hastalıklar varsa tedavi edilmeli, sigara ve fazla kilodan uzak durulmalıdır. Kadınlar kendi kendilerine pelvis taban kaslarını çalıştırdıkları Kegel egzersizlerini normal yaşantılarında ve gebelikte yaşamın bir parçası haline getirmelidirler.”
(Kaynak:ntvmsnc.com.tr)

8 Ekim 2017 Pazar

Sürekli gözlerini ovuşturanlar dikkat!

Özellikle uyku öncesinde, uzun süre bilgisayar başında vakit geçirdiğinizde ya da televizyon izlediğinizde gözlerinizi kaşıyorsanız dikkat! Bu alışkanlık keratokonus hastalığına zemin hazırlayabiliyor.
Göz kaşıma hareketi çoğu kişi için sıradan bir eylem olsa da çok sık tekrarlandığında çeşitli hastalıklara zemin hazırlayabiliyor. Göz Hastalıkları ve Vitreo Retinal Cerrahi Uzmanı Opr. Dr. Hüseyin Sanisoğlu, göz kaşımanın gözlerde sebep olduğu problemler hakkında bilmeyenleri anlattı.
Yorgunluk ve uykusuzluk belirtileri hisseden kişiler otomatik olarak gözlerini kaşıma ya da ovuşturma ihtiyacı duyabiliyor. Alerjik problemler sebebiyle gözde oluşan kızarıklık, kaşıntı gibi durumların yaşanması da gözlerin sıkça ovalanmasına yol açabiliyor. Fakat kişiler, gözlerini kaşımak ve ovuşturmakla göz sağlığına ne derece zarar verdiklerinin farkına varamıyor. Çünkü bu durum, korneanın yapısında bozulmalara neden olurken, incelme ve yapısının bozulması anlamına gelen keratokonus hastalığına zemin hazırlayabiliyor. Önlem alınmaması durumunda ise, ileriki süreçte kornea nakline kadar varabilen büyük görme kayıpları yaşanabiliyor. Bu nedenle gözlerde yaşanan kaşıntının teşhisi ve tedavisi büyük önem taşıyor.
20-40 YAŞ ARALIĞINDA GÖRÜLÜYOR
Genellikle her iki gözü etkileyen ve sıklıkla da asimetrik, enflamatuvar (iltihaplı) olmayan, kornea doku bozulması, dikleşmesi, kornea tepesinin incelmesi ve öne çıkması ile karakterize bir kornea hastalığı olan keratokonus, 20 ile 40 yaş arasında ilerleme gösterir. 40'lı yaşlardan sonra ise duraklar. Gözlerde oluşan bu deformasyon problemi, araba kullanma, bilgisayarda yazı yazma, televizyon izleme veya okuma gibi bazı faaliyetleri güçleştirebilir.
BELİRTİLERİ NELER?
Gözde sürekli alerji ve kaşıntı (hafif göz irritasyonu) yaşanıyorsa, devamlı ilerleyen miyopi ve astigmat durumu varsa, gözlüğe rağmen net görüş elde edilemiyorsa, ışığa karşı hassasiyet ve göz kamaşması ile karşılaşılıyorsa keratokonus hastalığından şüphelenilmelidir. Bu belirtiler, kişinin yüksek keratokonus riski taşıdığının habercisidir. Böyle durumlarda vakit kaybetmeden bir uzman desteğine başvurulmalıdır. Çünkü keratokonus hastalığının erken tanı ve tedavisi, ileride ortaya çıkabilecek ciddi görme sorunlarını önlenmesi açısından büyük önem taşır.
TEDAVİSİ VAR MI?
Keratokonus tedavisine başlamadan önce ilk olarak hastalığın ilerleme derecesi tespit edilmelidir.
Eğer hastalıkta ilerleme yoksa hastanın görme bozukluğunu düzeltecek tedaviler uygulanabilir. Keratokonus tedavisi için de hastalığın derecesine bağlı olarak sert lenslere, kornea içi halkalara (INTACS, kerraring), Cross-linking'e (moleküler düzeyde çapraz bağlanma tedavisi) ve keratoplastiye (kornea nakli) başvurulabilir. Tedavi sonrasında ise hasta, 6 ayda bir kornea haritaları ile takip edilmelidir.
2 AŞAMALI TEDAVİ
Keratokonus problemi büyüyorsa 2 aşamalı tedavi uygulanır. İlk aşama; hastalığın ilerlemesinin durdurulmasıdır. Bunun tek yolu, korneal çapraz bağlama tedavisidir. İkinci aşama ise; hastanın görme bozukluğunun düzeltilmesidir. Cerrahi veya cerrahi dışı yöntemler ile görme bozukluğu düzeltilebilir. Ayrıca keratokonus tedavisinde cerrahi ve cerrahi dışı yöntemler de kullanılabilir. Cerrahi dışı yöntemler; gözlük ve keratokonus için üretilmiş kontakt lenslerin uygulanması iken, kornea içi halkalar ve topolink laser tedavisi de cerrahi yöntemlerdir. Tabii ilerlemiş, takipsiz kalmış hastalarda kornea nakli yapmak da gerekebilir. sözcü.com.tr

Düdüklü tencerede pişirmek zararlı mı? Dr. Yavuz Dizdar açıkladı…

Dr. Yavuz Dizdar, yemekleri düdüklü tencerede pişirmenin besin değerlerini düşürdüğünü söyledi. Peki en sağlıklı pişirme tekniği nedir?
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Radyasyon Onkolojisi Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Yavuz Dizdar, Düdüklü tencerede pişen yemeğin besin değerinin düştüğünü söyledi.
Düdüklü tencerelerin yüksek sıcaklıkta olmasından dolayı özellikle sebzelerin besin değerini etkilediğini belirten Dr. Dizdar, “Düdüklü tencere gıdanın içindeki hassas bileşenlerin ortadan kalkmasına neden oluyor, vitaminlerini öldürüyor ve besin değerini düşürüyor” diye konuştu.
SEBZELER ERİYOR
Düdüklü tencerenin kemik suyu elde edilmesi gibi çok uzun süre gerektiren işlemlerde faydalı olabileceğini dile getiren Dr. Dizdar, “Düdüklü tencere bazı açılardan avantaj getirebilir, ama sebze unsurunu da içeren yemeklerde genellikle içeriği etkiler. Bunun bir nedeni basınç altında sıcaklığın çok yükselmesi, ama yüksek basıncın da özellikle aromada değişiklik yapmasıdır. Bu nedenle düdüklü tencere kemik suyu elde edilmesi gibi çok uzun süre gerektiren işlemlerde işi kolaylaştırır. Yani yemeğin bir bileşeninin elde edilmesini sağlar. Elde edilen kemik suyu dondurularak saklanabilir, ihtiyaç oldukça yemeklerin içine karıştırılır. Ama ana yemek daha sonra yine normal tencerede ağır ateşte pişirilmelidir. Yemeğin sebze bileşenleri düdüklü tencereye konduğunda genellikle erirler, yani doku özelliklerini yitirirler” ifadelerini kullandı.
EN SAĞLIKLI PİŞİRME TEKNİĞİ
Eskilerin bir lafından yola çıkarak örnek veren Dr. Dizdar, “Eskilerin bir lafı vardır, ‘Hatır uğruna çiğ tavuk yenir’ diye şimdi çiğ tavuk lastik gibi olduğu için yenmesi mümkün olmaz o yüzden bu laf söylenir. Düdüklü tencere bu lastik gibi kıvamı yani kolajen gibi moleküllerin suya geçmesini kolaylaştırıyor. Bu basınç altındaki yöntem başka alanlarda da nitekim kullanılıyor. Bunlar düdüklü tencereden etkilenmiyor ama diğer hassas moleküler içeren, B vitamini taşıyan yemekler düdüklü tencereden etkileniyor. Bu yemekleri sağlıklı pişirme yöntemi tencerede kısık ateşte uzun sürede pişirmek gerekir veya fırında pişirirsiniz ama mikrodalga değil evimizdeki normal fırınlarda pişirmek gerekir” açıklamalarında bulundu.

5 Ekim 2017 Perşembe

Elektronik sigarada gizli tehlike: Aroma

Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü elektronik sigara ile ilgili yaptığı araştırmasını tamamladı. Enstitünün sonuçlarını paylaşan Madde Bağımlılığı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Görkem Yararbaş, bu sigaralarda kullanılan aromalara dikkat çekerek, kanser tehlikesi konusunda uyarılarda bulundu. 

Türkiye'de elektronik sigara konusunda yapılan ilk araştırmalardan biri Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü tarafından tamamlandı. Araştırmaya göre, elektronik sigarada tüketilen aroma, kanserleşme sürecinde rol alıyor olabilir.
Tanıtımı amacıyla İstanbul'da yapılan 800 kişilik parti organizasyonu ile yeniden gündeme gelen elektronik sigara (e-sigara) konusunda Türkiye'de yapılan bilimsel araştırmaların ilklerinden biri Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü tarafından tamamlandı. Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü Müdür Yardımcısı ve Madde Bağımlılığı Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Görkem Yararbaş'ın yürütücülüğünde iki yıl süren TÜBİTAK destekli araştırma, e-sigaralarda kullanılan aromaların olası bir kanserleşme süreciyle ilişkili olabileceğini ortaya koydu. Doç. Dr. Yararbaş, “Araştırma sonucunda e-sigaraların nikotin tüketimi dışında da zararları olduğunu gördük. İnternet üzerinden satın alınabilecek yüzlerce çeşit aroma bulunuyor. Bunların hepsi farklı kimyasal içeriklere sahip. Kendilerinin kimyasal olarak zararlı olmalarının yanı sıra e-sigaraların buhar üretme mantığına bağlı olarak ısıtılma sonucu içeriklerinde birtakım değişiklikler oluyor. Daha zararlı ve daha öngörülemez bileşikler haline dönüşebiliyorlar” dedi.
Araştırmada, Türkiye'de, internetten temin edilebilen 11 farklı e-sigara aromasının sağlıklı karaciğer ve solunum yolu hücreleri üzerindeki etkileri tespit edildi.
E-SİGARA PAZARI GİTTİKÇE BÜYÜYOR
Türkiye'de ruhsatsız olarak her yerde satışı söz konusu olan e-sigara pazarının dünyada 2030 yılına kadar 17 kat büyüyeceğinin öngörüldüğü bilgisini aktaran Yararbaş, “Firmalar tarafından 2 ayda bir yeni model piyasaya sürülüyor. Bu da ruhsatlandırma için standardizasyonu zorlaştırıyor. Ayrıca yüzde 98 oranında internet üzerinden satılması nedeni ile sigaranın tabii olduğu yasal düzenlemelere takılmıyor” diye konuştu.
E-sigara konusunda internette yer alan her türlü forum, video, reklam paylaşımının da üretici firmalar tarafından oluşturulduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Görkem Yararbaş, e-sigaranın zararları konusunda internet üzerinden sağlıklı bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını söyledi. Bu konuda enstitü olarak bir bülten hazırladıklarını belirten Yararbaş, kısa zaman içinde Ege Üniversitesi dışındaki kurum ve kuruluşlarla basılı ve dijital olarak paylaşılacak bülten içinde bilimsel kanıtlara dayandırılan bilgilerin ve bağımlılık konusunda güncel haberlerin yer alacağını belirtti.
AROMA NEDENLİ ÇOCUK ZEHİRLENMELERİ ARTIYOR
E-sigara sıvılarının içilmesi halinde, bir çocuğu ciddi şekilde zehirleyecek oranda nikotin içerdiğini belirten Yararbaş, şöyle devam etti:
“İngiltere, e-sigaranın yoğun olarak kullanıldığı ülkelerin başında geliyor ve araştırmalar gösteriyor ki e-sigara sıvılarının içilmesi nedeniyle çocuk zehirlenmeleri ciddi oranda artmış durumda. Tütün ve tütün mamullerinin 18 yaş altı ergen ve çocuklara satılmaması konusunda ciddi bir mesafe kaydedildi ancak e-sigaraların ruhsatsız şekilde her yerde satılıyor olması, yeni bir tehlike oluşturmuş durumda.”
E-SİGARA POP-CORN HASTALIĞI RİSKİNİ ARTIRIYOR
E-sigara konusunda özellikle basında yer alan değerlendirmelere değinen Doç. Dr. Yararbaş, “Elektronik sigaranın ne derece zararlı olduğunu sigara ile mukayese etmek, bu alanda çalışan uzmanların yaptığı en sık hata. Çünkü zararlı bir şeyi bir diğer zararlı şey üzerinden değerlendirmek, onu olduğundan daha masum ve tehlikesiz gösterebilir. Öyle de oluyor. E-sigaranın neden olduğu hastalıklar söz konusu olduğunda ilk olarak KOAH ya da akciğer kanseri gibi hastalıkların gündeme geliyor. Oysa ilerde e-sigara nedeniyle görülen farklı hastalıkların ortaya çıkması da söz konusu. Örneğin Harvard Üniversitesinde yapılan bir araştırma, Pop-Corn adında nadir görülen bir akciğer hastalığın e-sigara kullananlarda kullanmayanlara kıyasla daha fazla görüldüğünü ortaya koyuyor” uyarısında bulundu.
E-SİGARA HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER…
E-sigara kullanımını artıran önemli sebeplerden birinin, buhar ile etkileşime giren aroma ve nikotin içeriğinin kullanıcı tarafından hazırlanıyor olması olduğunu ifade eden Yararbaş, bu yolla tüketiciye kontrolün kendisinde olduğu yanılsamasının yaşatıldığını söyledi. Bir sonraki araştırmaları için e-sigara kullanan kişi profilini incelemeye başladıklarını ifade eden Yararbaş, “Dünyada sigarayı bırakma metodu olarak üretilip yaşam tarzı olarak pazarlanan e-sigara, milyonlarca insan tarafından kullanılıyor. Bunun neden tercih edildiğini saptamamız e-sigara kullanımının meydana getirdiği zararları topluma aktarmada yardımcı olacağına inanıyoruz” açıklamasında bulundu.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Kendi kendine meme muayenesi nasıl yapılır?

Meme muayenesi ne zaman ve nasıl yapılmalı?
Meme muayenesinin yapılabileceği en ideal zaman; adet bitiminin hemen ilk günleridir. Bugünlerde memeler ödemini ve gerginliğini yitirirler. Şayet kadın menopoz döneminde ise ya da rahim operasyonu geçirmiş ise kolay hatırlanması bakımından her ayın ilk haftası muayene tarihi olarak tercih edilmelidir. Kendi kendine meme muayenesi gözle ve elle uygulanmalıdır. Bu uygulamalar ayakta ve yatarak gerçekleştirilebilir. Her iki durumda da memenin kendisi, meme başları, meme derisi titiz bir şekilde muayene edilmelidir.