31 Ekim 2016 Pazartesi

Karın şişliği lösemi belirtisi olabilir

Çocukluk çağının en sık rastlanan kanseri olan löseminin belirtileri birçok sıradan çocuk hastalığında da görülebiliyor. Uyarıcı olması gereken belirtilerden biri de karın şişliği.


Belirtiler konusunda dikkatli olmak löseminin erken dönemde teşhis ve tedavi edilmesi açısından büyük önem taşıdığını vurgulayan Prof. Dr. İdil Yenicesu, “2-8 Kasım Lösemili Çocuklar Haftası” öncesinde hastalığın belirtileri ve tedavi yöntemlerine dikkat çekti.

Löseminin, öncü kan hücrelerinin kontrolsüz çoğalmasıyla ortaya çıktığını aktaran “Kemik iliğinde bulunan herhangi bir öncü kan hücresi lösemik hücreye dönüşebilmektedir” diyen Prof. Yenicesu, şu bilgileri verdi:

“Bununla birlikte en sık rastlanan beyaz kan hücrelerinden kaynaklanan lösemi gelişimidir. Lösemi hücreleri hızla ve kontrolsüz çoğalmaktadır. Ayrıca ölmeleri gereken dönemde ölmeyen bu hücreler, kemik iliğini normal kan hücrelerinin üretimini engelleyecek şekilde işgal etmekte ve buradan kana karışmaktadır. Kan yoluyla vücudun lenf bezleri, dalak, karaciğer, beyin, omurilik, testisler gibi diğer organlarına da yerleşmektedirler. Kontrolsüz çoğalmaya devam eden lösemi hücreleri bu organların da görevlerini yerine getirmelerine engel olur.

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİYLE İLGİLİ HASTALIKLAR LÖSEMİ RİSKİNİ ARTTIRIYOR

Erişkinlerde görülen kanserlerin tütün, şişmanlık, hareketsizlik gibi bilinen birçok risk faktörü olmasına rağmen çocukluk çağı lösemileri için bilinen birkaç risk faktörü mevcuttur. Genetik risk faktörleri arasında; çocuğun down sendromu, Li-Fraumeni sendromu, nörofibromatozis, fankoni aplastik anemisi olması sıralanabilir. Ayrıca Ataxia-Telangiectasia, Bloom sendromu, Wiskott-Aldrich sendromu, Schwachman-Diamond sendromu gibi bağışıklık sistemini ilgilendiren bazı problemler de çocuğun lösemiye yakalanma riskini arttırmaktadır. Yanı sıra kardeşinde lösemi varlığı olan çocuklarda lösemi görülme riskini 2-4 kat daha fazladır. Ailedeki erişkinlerde lösemi olması ise çocukta lösemi görülme riskini etkilemez. Çocuklarda lösemi riskini arttıran çevresel faktörler; radyasyon, kemoterapi, kimyasallara maruz kalma, bağışıklık sistemini baskılayan ilaçların kullanımı olarak sıralanabilir.

ÇOCUKLUK ÇAĞINDA GÖRÜLEN DİĞER HASTALIKLARA BENZEYEBİLİR

Belirtiler, lösemi dışında birçok sıradan çocuk hastalığında da görülebilmektedir. Bu nedenle çocukta şüphe edilen belirti ve bulgular olması durumunda bu konuda uzman bir hekime başvurulmalıdır. Lösemi olan çocuklarda kırmızı kan hücreleri üretilemediği için en sık görülen belirtilerin başında halsizlik ve güçsüzlük gelmektedir. Diğer belirtiler; üşüme, baş ağrısı, nefes darlığı ve solukluk olarak sıralanabilir. Bu çocuklarda sağlıklı beyaz kan hücreleri üretilemediği için enfeksiyonlara karşı dirençleri çok düşüktür. Ayrıca kan pulcukları üretilemediği için kolay morarma ve kanamalar, sık ve ciddi burun ve diş eti kanamaları oluşmaktadır. Lösemik hücrelerin kemiğin ve eklemin içinde çoğalması nedeniyle sıklıkla ağrılar ortaya çıkar. Karaciğer ve dalak da bu hücreler tarafından işgal edildiğinden bu organlar büyür ve karın şişliği oluşur. Bazı lösemiler lenf bezlerinin de büyümesine yol açmaktadır. Bu nedenle 2 santimetre ve üzerindeki tüm lenf bezleri uzman bir doktor tarafından incelenmelidir. Bunlar dışında nefes darlığı, yüz ve kollarda ödem, kusma, havale, döküntü gibi çok çeşitli yakınmalar da lösemi işareti olabilmektedir.

TEDAVİDE EN ÖNEMLİ UNSUR LÖSEMİNİN TİPİ

Tedavi başarısını arttıran en önemli etken, çocukluk çağı lösemilerinin tedavisinde deneyim sahibi olan bir ekip ve tam donanımlı bir merkez seçimidir. Tedavi seçeneklerini belirlemede en önemli unsur löseminin tipidir. Lösemide esas tedavi kemoterapidir. Ancak yüksek riskli hastalarda kemik iliği yani kök hücre nakli kemoterapi sonrasında uygulanabilmektedir. Kemik iliği nakli lösemide standart veya yoğun kemoterapi ile kür olma şansı düşük olan çocuklara uygulanmaktadır. Örneğin başlangıç tedavisine yanıt vermeyen lösemi hastaları, Philadelphia kromozomu pozitif lösemi hastaları veya tedavisi bittikten sonra hastalığı tekrarlayan lösemiler kemik iliği nakli olmaya aday hastalardır. Bunun dışında lösemide hedef tedaviler, ışın tedavisi ve nadiren de olsa cerrahi tedavi yöntemleri de kullanılabilmektedir.” (ntvmsnc)

Kanserli hücrelerin sesini duyan mikroskop

Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Burçin Ünlü ve ekibi ışıkla sesin birleştiği ‘’Foto-Akustik’’ mikroskop geliştirdi. Bu mikroskop sayesinde hastalıklar ses ile teşhis edilebilecek.

Tamamen yerli ‘’Foto-Akustik’’ mikroskop sayesinde kanser, şeker, eklem ve kas hastalıklarının erken tanısı ses ile sağlanabilecek. Ünlü ve ekibi ayrıca, radyoterapi esnasında X ışınları yerine sağlıklı hücrelerin daha az zarar görmesi için protonları kullanan yeni bir kanser tedavi yönteminin etkinliğinin arttırılması üzerine de çalıştıklarını kaydetti.
Burçin Ünlü, Boğaziçi Üniversitesi’nde Esra Aytaç, Aytaç Demirkıran ve Nazire Uluç adlı doktora öğrencilerinden oluşan ekibiyle birlikte geliştirdiği, BAP ve TÜBİTAK destekli ‘’Foto-Akustik Mikroskop’’ ile özellikle kanserli doku ve hücrelerin tanısında ve erken teşhisinde önemli gelişmelere imza atmaya hazırlanıyor.

Doç. Dr. Burçin Ünlü, konu hakkında şu açıklamayı yaptı:

"Işığı sese dönüştürüyoruz"

“Biz lazer ile sıcaklığı artırarak dokuda ses dalgaları oluşmasını sağlıyoruz. Bir başka deyişle ışığı sese dönüştürüyoruz. Işığı dokuya gönderdiğinizde ışık dokuda düz bir çizgi halinde gidemiyor ve dağılıyor. Ancak ses dalgası doku üzerinde daha uzun mesafeler kat edebiliyor. Bu nedenle sesi kullanmak mikroskopta daha derinlikli sonuçlar almamızı sağlıyor. Ayrıca herhangi bir boyama veya işaretlemeye de gerek kalmıyor. Biz bu yöntemle Türkiye’de bu alanda çalışan tek ve öncü grup olarak dünyada kimsenin kullanmadığı özel lazerler kullanıyoruz. Bilkent Üniversitesi’nden birlikte çalıştığımız bir ekiple birlikte tamamen yerli fiber lazerli foto-akustik mikroskop teknolojisi geliştirdik’’.

Dokulara çimdik atmak

Ünlü, Foto-Akustik Mikroskop’un hangi alanlarda kullanılacağı hakkında da şu bilgileri verdi: ‘’Herhangi bir yerimize çimdik atıldığında irkiliriz. Biz bu çalışmada biyolojik dokulara yani normal veya kanserli hücrelere dokunuyor, çimdik atıyor ve bir anlamda bu dokulara çığlık attırıyoruz. Bildiğiniz gibi, insan kulağı normal sesleri frekans olarak duyabilir ancak dokuların ve hücrelerin sesini duymanız imkânsızdır. Biz dokunun sesini duyabilmek için özel bir mikroskop geliştirdik. Geliştirdiğimiz mikroskopta kısa atımlarla enerji gönderen bir lazer var. Lazeri gönderdiğimiz doku, lazer etkisiyle oluşan ani sıcaklık artışı nedeniyle genişliyor ve işte tam bu anda bir ses dalgası oluşuyor. Oluşan bu ses dalgası ile biz kanserli hücre ile kanserli olmayan hücrenin sesini duymak ve ikisini birbirinden ayırt etmek istiyoruz.”

Foto-Akustik Mikroskop teknolojisini Türkiye’de geliştiren tek grup olduklarını belirten Ünlü, hali hazırda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden doktorlarla yürüttükleri bu çalışmaya ilişkin makalenin kısa bir süre sonra Nature Scientific Reports dergisinde yayımlanmasını beklediklerini söyledi.

Radyoretapide X ışınları yerine proton dönemi

Doç. Dr. Burçin Ünlü, ekibi ile ayrıca Foto-Akustik Mikroskop teknolojisinde uyguladıkları yöntemin bir benzerini yeni bir radyoterapi yönteminde denemek üzere çalışmalara başladıklarını aktardı. Radyoterapi tedavisinde bugüne dek kullanılmaya devam eden X ışınları yerine kanserli hücrelere proton gönderilmesini ve diğer sağlıklı hücrelerin zarar görmemesini sağlayan bu yeni tedavi yöntemi dünyada sadece 50 civarı merkezde hastalar üzerinde uygulanıyor. Ünlü, geliştirmekte oldukları bu proje kapsamında X ışınları yerine kullanılan protonların kanserli dokuyu nasıl etkilediğini ölçmek üzere akustik görüntüleme teknolojisinden yararlanacaklarını kaydetti.
Ünlü, bu kapsamda bir sonraki hedeflerinin dünyanın en önemli araştırma üniversitelerinden birinin tıp fakültesiyle bu yeni teknolojiyle donanmış görüntüleme cihazı geliştirmek olduğunu sözlerine ekledi.

Doç. Dr. Burçin Ünlü çalışmalarını; doktora ve yüksek lisans öğrencileri Esra Aytaç, Aytaç Demirkıran, Nasire Uluç, Şirin Yonucu, Defne Yılmaz, İrem Demirkan, Ayşegül Tümer, Mert Tüzer, Çağrı Şenel, Serhat Kaya, Canberk Şanlı, Alican Kartal ile birlikte yürütüyor.


30 Ekim 2016 Pazar

Bacağımıza neden kramp girer ve bundan nasıl kurtulabiliriz?

Hayatında kramp acısı yaşamamış insan muhtemelen yoktur. Çünkü kramp, tıpkı herhangi bir hareket yaparken kaslarımızın kasılması gibidir. Tek farkı bu kasılmaların istemsiz olması ve şiddetli ağrı yaratması. Öncelikle krampın nasıl bir kasılma durumu olduğunu, ardından da bu kasılmaları nasıl önleyebileceğimizi görelim.


1. Kramp, istemsiz kas kasılmaları

Bilinçli kasılmalarda, beyin kaslara gevşeme sinyali gönderirken istemsiz kasılmalarla ortaya çıkan kramp durumunda bu sinyaller bilinçli hareketlerde olduğu kadar kesin değildir. Bu da ağrı ve kasılma süresinin uzamasına neden olur.

2. Kas sertleşmesi gözle görülür

Kramp giren kasta gözle görülebilen ya da dokununca hissedilebilecek şekilde sertleşme söz konusudur. Kramplar birkaç saniye sürebileceği gibi birkaç dakika da sürebilir. Sürenin uzaması acıyı ciddi oranda artırır.

3. Genellikle ayak ve bacakta görülür

Hareketi sağlayan her kasa kramp girebileceği gibi en çok ayak ve bacakta görülür.


4. Kasların uzun süre aralıksız kullanımı

Kasların yoğun şekilde kullanılması ve dinlenmeye, gevşemeye fırsat verilmemesi halinde ağrı ve yorgunluk hissini kramp takip edebilir. Bunun yanı sıra alışılmadık bir pozisyonda uzun süre oturmak ya da bacağı öyle bir şekle sokmak da kramp girmesine sebep olabilir.

5. Vücudun su kaybetmesi

Herhangi bir aktivite nedeniyle terleyerek su kaybeden vücuda yeterli su takviyesi yapılmaması krampın yaz aylarındaki en büyük sebebidir. İdrar sökücü ilaç ya da sıvı kullanımı sonrası su tüketilmesi çok önemli.

6.Kramptan kolayca kurtulma yöntemleri

Kasılan kası daha fazla germek ya da esnetmek genelde işe yarar. Bunun dışında elle hafifçe masaj yapmak ya da kramp giren bölgeyi sallamak da sık kullanılan yöntemlerdir. İmkanınız varsa sıcak bir duş ya da bu şoku uygulamak da tercih edilebilir.

7.Günlük rutinlerinizi gözden geçirin

Eğer tüm gün oturarak çalışıyorsanız ya da egzersiz yapacağınız zaman kasları yeterli ölçüde esnetmiyorsanız kramp kaçınılmaz olabilir.


8.Yeteri kadar su tüketin

Günde en az 6-8 bardak su tüketimi kan akışını ve kasların gevşemesini sağlayabilir.

9.Gece kramplarının asıl bol çarşaflar

Gece, vücudunuzun rahatça hareket edebileceği şekilde çarşafın gergin olması gerekir.

10.Çok sık kramp giriyorsa doktora danışın

Kramp önleme yöntemlerini denediğiniz halde bir sonuca varamıyorsanız doktorunuzla görüşmenizde fayda var.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Down sendromlu Asher'in hikayesi

Sosyal medya son günlerde down sendromlu 15 aylık Amerikalı Asher'in hikayesini konuşuyor. Annesi, bir giyim firmasının reklamı için bebeğin fotoğraflarını ajansla gönderdi. Ajans, değerlendirmeye almadı, anne sosyal medyadan kampanya başlattı. Down sendromlu bebeğin hikayesi internette hızla yayıldı.



Annesi fotoğrafını reklam ajansına gönderdi

 Asher Nash henüz 15 aylık. Bu gülüşüyle internette fenomen oldu. Her şey, annesinin bir çocuk giyim markasının reklam yüzü aradığı ilanı görmesiyle başladı. Anne Nash hemen ajansla irtibata geçti. Asher'in fotoğrafını gönderdi.

Ajanstan acımasız yanıt

Down sendromlu Asher için reklam ajansı aileye dönmedi. Haber çıkmayınca, anne ajansı aradı. Aldığı cevap şöyleydi; 'Gönderdiğiniz fotoğrafı değerlendiremiyoruz çünkü firma özel gereksinimleri olan bir çocuk aramıyor.'

'Özel gereksinimleri olan çocuklara her zaman ihtiyacımız var'

Aldığı cevaptan hayal kırıklığına uğrayan anne Nash harekete geçti. Ve çocuk modasında güzellik tanımını değiştirmek için sosyal medyada bir kampanya başlattı. Sadece kendi oğlunun da reklamlarda oynayabilmesi için değil, reklam sektörünün daha kapsayıcı olması için mücadeleye girişti. 15 aylık Asher'in fotoğrafları ve videoları sosyal medyada hızla yayıldı. Asher'in bu tebessümü, Facebook'ta down sendromlu çocuklar sayfasında 100 binden fazla kişi tarafından tıklandı.

Çocuk giyim firması, Asher ve annesiyle irtibata geçti. 'Özel gereksinimleri olan çocuklara her zaman ihtiyacımız var' denildi. cnntürk


Gereksiz ya da faydası az 40 tedavi

İngiltere'de, Tıp Okulları Akademisi üyesi doktorlar 40'a yakın gereksiz tedavi yöntemini sıraladı. Basit bir kemik kırılmasından kanser gibi ölümcül hastalıkların tedavisine kadar, işe yaramayan veya çok az etki yaratan yöntemlerin listesi yapıldı.


Listeye göre 45 yaş üstü kadınlara menopoz teşhisi koyulması için kan testi yapılması gerekmiyor. Bel ağrısı olan hastalara röntgen çekilmesi de işe yaramıyor.

BBC Türkçe'de yeralan habere göre, doktorların her yıl yenilerini ekleyecekleri liste, izlenen bazı rutin tedavi yöntemlerinin gereksiz olduğunun altını çiziyor. Sağlık alanında pazar araştırması yapan İngiliz Medix şirketinin yaptığı araştırmada 11 farklı tıp dalından 500 uzman doktora gereksiz gördükleri 5 tedavi yöntemi soruldu.

Listelenen yöntemlerden bazıları şunlar:

-Kesikleri temizlemek için yara bandına gerek yok, temiz su yeterli.

-Çocuklardaki ufak tefek kemik çatlakları için alçı gerekli değil.

-Bronşiti olan çocuklar kendi kendilerine iyileşebilirler.

-Anne normalden yüksek komplikasyon riski bulundurmadığı sürece bebeğin kalp atışlarının gözlemlenmesi gerekmiyor.

-Kemoterapi kanserin semptomlarıyla savaşabilse de, hastalığı tamamen iyileştirmek konusunda çözüm değil ve aslında hastalığın son zamanlarında daha fazla soruna neden oluyor.

-Prostat sorunlarının rutin kontrolünde kullanılan testler ömrü uzatmıyor ve daha fazla endişeye sebep olabiliyor.

Tıp Okulları Akademisi sözcüsü Susan Bailey, "Bu tür yöntemler boşuna zaman alabiliyor, daha kolay ve güvenli seçenekler olduğuna göre neden onları seçmiyoruz? Durup düşünmeli ve en iyi tedavi yöntemini bulmaya çalışmalıyız" diyor.

Hastalar ve doktorlar arasındaki iletişim

İngiltere'de yürütülen "Choosing Wisely" (Akıllıca seçmek) kampanyası da yapılan araştırmalara dayanarak hastalarla doktorları arasındaki iletişimi arttırmayı hedefliyor.

Hastalara doktorlarının önerdiği tedavilerle ilgili sorular sormaları öneriliyor.

Bunlardan bazıları da şöyle sıralandı:

- Bu teste, tedavi yöntemine veya prosedüre gerçekten ihtiyacım var mı?

- Bunun riskleri ve dezavantajları neler?

- Oluşabilecek yan etkiler neler?

- Daha basit ve güvenli bir yöntem var mı?

- Hiçbir şey yapmazsam ne olur?

28 Ekim 2016 Cuma

"Obezite cerrahisi geçirenlerin % 10'u hayatını kaybediyor"

Obezite cerrahisi sonucu gelişen ölümlere dikkat çeken Türkiye Metabolik Cerrahi Vakfı Başkanı Prof. Çelik, ülkemizde obezite cerrahisi geçiren hastaların yüzde 10'unun hayatını kaybettiğini söyledi, "Bunun önlenmesi için iyi yetişmiş cerrah, uygun hastane ve eğitimli bir ekip gerekiyor" dedi.

Türkiye'de obezite cerrahisi sonucu hayatını kaybeden insanların haberi sık sık gündeme geliyor. Çünkü ülkemiz de bu ameliyatlara ilgi bir hayli fazla. Zira bir yıl içinde obezite ameliyatı geçirenlerin sayısının 10 bini bulduğu belirtiliyor. Obezite cerrahisine yönelenlerin sayısı fazla ancak bu ameliyatlara kalkışan her cerrahın işinin ehli olduğunu söylemek zor.

2016 yılı Dünya Obezite Cerrahi Raporu’na Türkiye'nin obezite ameliyatlarında Avrupa’da 7. sırada olduğunu belirten Türkiye Metabolik Cerrahi Vakfı Başkanı Prof. Dr. Alper Çelik de bu noktaya dikkat çekti.

Her ameliyatın bir riski olduğunu hatırlatan Prof. Çelik'in obezite cerrahisi ile ilgili söyledikleri endişe verici nitelikte. Ülkemizde obezite cerrahisi geçiren hastaların yüzde 10'unun hayatını kaybettiğini söyleyen Çelik, "Merdiven altı ameliyatlar yapılıyor" dedi ve şöyle devam etti:

"OBEZİTE AMELİYATINI YOUTUBE'DAN ÖĞRENEN CERRAHLAR VAR"

"Uzmanlar, obezite cerrahisinin merdiven altında düştüğünü söylerken, bazı cerrahlar youtube üzerinden ameliyat videosu izleyerek bu işi öğreniyor. Merdiven altı ameliyatlar çok fazla ve maalesef bazı meslektaşlarımız görevini kötüye kullanıyor. Bunu önlemek için cerrahların bu işin eğitimini alması gerekiyor. Çünkü her genel cerrah bu ameliyatı yapamaz. Hiçbir hekim hastasının başına kötü bir şey gelmesini istemez ama maalesef ameliyatlarda böyle olumsuz hadiseler yaşanıyor. Bizler obezite cerrahisini gerçekleştirenler olarak sesimizi duyurmak istiyoruz. Ülkemizde her gün yüzlerce insan ameliyat oluyor. Pek çok hastaya da ameliyat dışı tedaviler uygulanıyor."

"250 CERRAH OBEZİTE AMELİYATI YAPIYOR ANCAK EĞİTİM ALAN HEKİM SAYISI 40"

Obezite cerrahisinde olduğu gibi diğer ameliyatlarda da riskler bulunduğunu ancak özellikle obezite cerrahisiyle ilgili olumsuz sonuçların lanse edildiğini dile getiren Çelik, şöyle konuştu:

"Bu ameliyatlar iyi yetişmiş ekiplerle uygun merkezlerde yapıldığında sonuçlar mükemmeldir. Kilolar gider, hasta diyabetten, yüksek tansiyondan kurtulabilir. Obezite cerrahisiyle, hastaların avuç avuç aldığı ilaçlardan, kendilerine yaptığı insülinlerden kurtulması söz konusu. Ama maalesef bu iş de bir sanayiye dönüşmüş durumda. Ülkemiz obezite ve buna bağlı hastalıklara yıllık 10 milyar lira harcama yapıyor. Obezite ameliyatları bu harcamaları azaltabilir. Obezite cerrahisi geçiren hastaların yüzde 90’ı diyabet ilaçlarından kurtuluyor ama iyi bir eğitim alınmadan bu ameliyatlar yapılıyor. 250 cerrah obezite ameliyatı yapıyor ancak bunun eğitimini alan cerrah sayısı 40. Artık Youtube cerrahları var. Kimseyi zan altında bırakmak istemiyorum ama ameliyatlarla ilgili çok fazla çarpıtılmış bilgi var." ntvmsnc

Kırıkları iyileştiren çorba

Kemik kırılmalarında iyileşmenin en önemli adımı doğru beslenme... Op. Dr. Mustafa Arık, kemik kırıklarına iyi gelen besinleri sıraladı.


Kemik kırıklarında iyileşme sürecinin hızlanması için dengeli beslenmenin önemli olduğunu belirten Memorial Kayseri Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü'nden Op. Dr. Mustafa Arık, kelle paça çorbasının iyileşme sürecini hızlandırdığını söyledi.

Sözcü'nün haberine göre; Kemiklerin, insan vücudunda kendini tamamen yenileyen nadir organlar arasında bulunduğunu ifade eden Op. Dr. Mustafa Arık, kemik kırıklarının iyileşmesini büyüme, antioksidanlar, kemiği yıkan ve tekrar yapan hücreler, hormonlar, aminoasitler ve sayısız besin maddeleri ile yeterli kan dolaşımına bağladı. Kemiklerde kırık oluştuğu an onarımın başladığını ifade eden Op. Dr. Mustafa Arık, kemik iyileşme sürecine dair şunları söyledi:

MORLUK İYİLEŞME BELİRTİSİDİR

”Kırık kemiklerin iyileşmesi üç evreye ayrılır. Yangı yani inflamasyon evresi ilk evredir ve kemiğin kırılması ile başlar, birkaç gün devam eder. Kırık çevresinde kemik ve çevre dokulardaki damarlarından sızan kan ile bir pıhtı oluşur ve cilt üzerinde morluk ortaya çıkar. Halk arasında kangren olma belirtisi olarak bilinen morluk, aslında iyileşmenin bir göstergesidir. İkinci evre tamir evresidir ve kırık oluşumundan yaklaşık 2 hafta sonra başlar. Bu evrede osteoblastların ve kondroblastların ürettikleri proteinler, üzerlerine kalsiyum minerali çökmesi ile sertleşmeye başlar ve ‘yumuşak kallus' denilen kırığı sabitlemekle görevli yapı ortaya çıkar. Yeni oluşan yumuşak kallus dokusu 6-12 hafta aralığında sertleşerek, yük taşıyabilir duruma gelen sert kallusa dönüşür. Doktorların, ‘kemiğiniz iyileşmiş' söylemi aslında ‘sert kallus' oluştuğu anlamına gelir. Üçüncü evre ise kemiğin eski haline dönüşmesi için gereken yeniden yapılanma (remodelling) evresidir ve aylarca devam eder.”

KELLE-PAÇA ÇORBASININ FAYDALARI

Kırıkların geç iyileşmesindeki en önemli faktörün yetersiz beslenme olduğuna dikkat çeken Op. Dr. Mustafa Arık, “Kırıkların iyileşmesi yüksek enerji gerektiren bir işlemdir. Sağlıklı bir yetişkinde günlük enerji ihtiyacı 2500 kalori civarındayken, birden fazla kırığı olan ve yataktan kalkamayan bir erişkin için bu ihtiyaç 6000 kaloriye kadar çıkmaktadır. Ayrıca onarım süreci olan kırıkların iyileşmesi için kemik dokunun önemli bir kısmını oluşturan kollajen adlı proteine vücudun ihtiyacı vardır. Günlük protein alımını sadece 10-20 gram arttırmanın bile kırık iyileşmesini hızlandırdığına dair çalışmalar bulunmaktadır. Kelle-paça çorbasının içinde de, kemik yapısında bulunan kollajen proteini ve kalsiyum bol miktarda bulunmaktadır. Beyinde bulunan sinir hücreleri, organların gelişmesini uyaran proteinler içermektedir. Laboratuvar ortamında yapılan çalışmalarda ise kemik hücreleri üzerine beyin dokusu eklendiğinde, kemik hücrelerinde hızlı bir çoğalma olduğu görülmüştür.” diye konuştu.

NELER YEMELİ?

Ayrıca, yoğurt, süt, peynir gibi gıdaların da iyileşme sürecini hızlandırdığını kaydeden Op. Dr. Mustafa Arık, balık yağı, havuç ve domateste bulunan likopen, maydanoz, yabanmersini, siyah çay, kakao ve yerfıstığında bulunan flavonoidlerin tüketilmesinin kırıkların iyileşmesinde önemli rolü olduğunu ifade etti. Op. Dr. Mustafa Arık, son olarak sigaranın kırıkların iyileşmesini geciktireceğini sözlerine ekledi.

Kabızlığın çaresi süt ve zencefilde

Vücudun enerji dengesini sağlamak için belirli miktarda suya ihtiyaç duyarız. ihtiyacımız olan miktarın altında su içtiğimizde sindirim problemleri başlar. Kabızlık bunların başında gelir. İşte zaman zaman gerek vücudumuzun sıvısız kalmasada tükettiğimiz besinler nedeniyle bir tıkanıklık yaşarız. Bunu çözmenin en doğal yollarından bir de süt ve zencefil karışımı. Yalnız bununla da bitmiyor: 

İşte zencefil ve sütün mucizevi etkileri...


Birçok kişi zencefili soğuk algınlığının tüm belirtilerine karşı etkin bir ilaç olduğunu düşünür;
Live Science’ta yayınlanan bir makaleye göre, zencefil en çok mide bulantısının tedavisinde etkili olduğunu vurguluyor.

Ayrıca 2012’de yapılan bir araştırma, zencefilin kalın bağırsak iltihabına iyi geldiğini ve kolon kanseri riskini azaltabileceğini ileri sürüyor.

Zencefil iltihabı iyileştirir, canlılık verir, mide bulantısını engeller, pıhtılaşmayı önler.

Zencefil güçlü bir antioksidan ve güçlü bir antienflamatuvar özelliği olan bir bitkidir.

Zencefil içerdiği gingerol ve zingibain sayesinde iştahımızı bastırıcı özelliğe sahiptir.

Bu nedenle zencefil’i yemeklerde ve salatalarda kullanarak vücudumuzdaki yağın yakımına yardımcı oluruz.

Sütlü zencefil çayı kortizol üretimini azaltarak ayrıca dopamin ve seratonin hormonlarının salınımını düzenler.

Vücudumuzu depresyona ve strese karşı koruyan çay şöyle hazırlanıyor:



Malzemeler

Taze zencefil 1-2 ince dilim

- Veya yarım çay kaşığı toz zencefil,

-1 çay kaşığı bal,

-1 bardak kaynamış su veya

-1 kahve cezvesi sıcak su

-Yarım bardak süt veya limon suyu



Hazırlanışı

Taze zencefili patates soyar gibi kabuğunu soyun. 2 ince dilim kesin.

Toz zencefil ise yarım çay kaşığı toz zencefili demlenmek üzere cezveye koyun ve üzerini çay tabağı ile kapatın.

10 dakika kısık ateşte kaynatın. 5 dakika bekleyin.

Fincanın 1/3 ünü bu demlediğiniz çayı süzerek doldurun. 1 çay kaşığı balı içerisine karıştırın ve en son üzerini süt ile doldurun.

Fakat süt hem acıktırmaz hem de sindirim sisteminin daha rahat çalışmasını sağlar.


Az ve çok uyuyan erkekler baba olamayabilir

Uykunun azı da çoğu da erkeğin üremesine zararlı. Günde 6 saatten az veya 9 saatten fazla uyku erkeğin çocuk sahibi olma şansını azaltıyor.


Uykunun azı da çoğu da erkeğin üremesine zararlı.

Günde altı saatten az veya dokuz saatten fazla uyku erkeğin çocuk sahibi olma şansını azaltıyor.

Gecede altı saatten daha az uyuyan erkeklerin eşlerinin gebe kalma şansı yüzde 43 azalıyor.

Aynı zamanda 9 saati aşan uykunun da gebelik olasılığını yüzde 42 azalttığı ortaya çıktı.


Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, Boston Üniversitesi’nde yapılan bu önemli araştırmanın detayları hakkında şu bilgileri verdi:

“Çalışma kapsamına alınan ve tüp bebek tedavisi gören 695 çiftte erkek ve kadınların yaş aralığı 21- 45 arasındaydı.

Araştırmacılar tarafından erkeklerin gecelik uyku süresi düzenli olarak takip edildi.

Bu sırada 12 aya kadar her 8 haftada bir çiftlerde gebelik olup olmadığı kontrol edildi.

Yeterli uyumayan erkeğin üreme kapasitesinin azaldığı ortaya çıktı.


Gecede 7-9 saat arası uykunun erkekler için (üreme kapasitesi açısından ) en ideal süre olduğu belirlendi.

Sperm gelişmesinde anahtar hormon olan “testosteron” üretiminin, uyku bozukluklarından etkilendiği saptandı.

Günlük testosteron salınımının büyük kısmı, uyku esnasında gerçekleşiyor.

Uyku problemleri bu yolla sperm yoğunluğu ile beraber hareketini ve morfolojisini de olumsuz etkiliyor.” (cnntürk)

27 Ekim 2016 Perşembe

Gözlük mü avantajlı, lens mi?

Görme bozukluğu olan birçok kişinin aklında hep aynı soru var: Gözlük mü kullanmalıyım, yoksa kontakt lens mi? Uzmanlara göre her ikisinin de avantaj ve dezavantajları var.


Gözlüklerin bilinen yaklaşık 900 yıllık geçmişine karşın kontakt lenslerin ortaya çıkışı 1890’lı yıllara denk geliyor. Ancak kontakt lenslerin icat edilmesi ve lazer cerrahinin yaygınlaşmasına rağmen gözlüğün halen yaygın bir görme aracı olduğuna dikkat çeken Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Emrah Altıparmak, gözlüğün avantajlarını şöyle anlatıyor:

• Kullanımı ve alışmasının kolay olması,

• Göz sağlığı ve güvenliği açısından önemli bir risk oluşturmaması,

• Çocuklarda güvenle kullanılabilmesi, bazı göz kaymalarında tedavi imkanı sunması,

• Üretiminin ucuz, bakımının kolay olması,

• Kozmetik amaçlarla da kullanılabilmesi,

• Hemen her görme kusuru için üretilebilmesi,

• Sportif amaçlı kullanım için üretilebilmesi sayesinde su sporları dahil pek çok alanda kullanılabilmesi,

• Sahip olduğu filtreler sayesinde görüntü kalitesini iyileştirerek günlük hayatı kolaylaştırması.


LENSLERİN GÖRME AÇISI GENİŞ VE DAHA ESTETİK 

Kontakt lenslerin, alışması biraz daha zaman alan ve motivasyon gerektiren bir gereç olduğunu belirten Prof. Altıparmak, “Kullanımı konusunda hijyene özellikle dikkat etmek gerekir. Bunun karşılığında da hem gözlüksüz olmanın getirdiği kozmetik avantaj, hem de daha geniş bir görme açısı sunar” diyor. Prof. Altıparmak, kontakt lenslerin artı ve eksilerini ise şöyle değerlendiriyor:

LENSİN AVANTAJLARI

• Estetik amaçlarla gözlük kullanmak istemeyen kişiler için daha uygun olması,

• Görme açısının geniş olması,

• Buharlanmadıkları için yağmurlu-karlı havalarda ve spor aktivitelerinde daha iyi görüş sağlaması,

• Numara sorunu olmadığı için istenen tarzda güneş gözlüğü ile kullanılabilmesi, (numaralı güneş gözlüğüne ihtiyaç duyulmaz). 

• Son yıllarda geliştirilen astigmat düzeltici (torik) ve orta yaşta görülen yakın problemini (presbiyopi) düzelten lenslerin (multifokal) ortaya çıkması ile daha çok hastaya hitap etmesi,

• Yumuşak lenslerin kullanıma girmesi ile birlikte maliyetlerinin düşmesi,

• Günlük kullan-at lenslerin ortaya çıkması ile aynı lenslerin uzun süre kullanımı sonrası ortaya çıkan mikrop kapma, görmede bulanıklaşma gibi sorunların azalması, 

• Kornea sivrileşmesi olarak bilinen ‘keratokonus’ gibi bazı hastalıklarda sert lens veya hibrid (yarısı sert- yarısı yumuşak) lens kullanımının gözlüğe göre çok daha iyi görüş sağlaması.

• Renkli lensler ile kozmetik olarak değişim sağlaması.

LENSLERİN DEZAVANTAJLARI

• Alışma süresi zahmetli olması, takıp çıkarma konusunda yetkin oluncaya kadar belli bir süre gerektirmesi,

• Bakım ve kullanımının özen ve hijyen kurallarına uyum gerektirmesi; çok basit olan bu kurallara uyulmadığı takdirde göz ve özellikle de korneanın mikrop kapması olasılığının bulunması, mikrop kapma sonucunda ciddi problemler ve görme kayıpları riskinin bulunması,

• Alerjik yapıda olan kişilerde göz alerjisini tetiklemesi, 

• Göz kuruluğuna sebep olabilmesi,

Aylık veya 2 haftalık lens kullanan kişilerin yanlarında sürekli lens solüsyonu ve kabı taşımak durumunda olması. (ntvmsnc)

Okulda yanlış beslenme dişlerin en büyük düşmanı!

Ağız ve diş sağlığının çocuğun eğitim hayatını da etkilediğini belirten Çocuk Diş Hekimi Karabulut, özellikle okullardaki yanlış beslenme alışkanlıklarının ağız ve diş hastalıklarına yol açabileceğini söyledi.


Okul çağı çocuklarının diş sorunlarına açık olduğunu söyleyen Çocuk Diş Hekimliği Uzmanı Yrd. Doç Dr. Barış Karabulut, çürük, dişeti kanaması gibi sorunların vakit kaybetmeden tedavi edilmesinin önemine işaret etti.

Diş hastalıklarının ileride çocuğun eğitim hayatını engelleyebilecek risklere neden olduğunu vurgulayan Karabulut, velilerin bu tehlikelere karşı neler yapması gerektiğine değindi.
Ntv.com.tr'ye konuşan Pedodonti Uzmanı Karabulut, okul çağı çocuklarının ağız ve diş sağlığı için dikkat edilecek noktaları şöyle özetledi:

DİŞLER 2 DAKİKA FIRÇALANMALI

"Diş fırçalamada en önemli öğünler sabah kahvaltısı ve akşam yemekleridir. Özellikle kahvaltıda tüketilen şekerli gıdalar(bal, reçel, pekmez, fındık ezmesi, krem çikolata vb.) son derece yüksek çürük oluşturma kapasitesine sahiptir. Bu gıdaları tükettikten sonra dişler mutlaka 2 dakika süre ile fırçalanmalıdır.

OKULDA ÖĞLE YEMEĞİ SONRASI BOL SU TÜKETİLMELİ

Bazı çocuklar gerek çok erken saatte servise yetişme telaşı, gerekse kahvaltı alışkanlığının olmaması sebebiyle sabah bir şey yemeden evden ayrılır. Bu durumlarda dahi dişlerini fırçalamaları gerekir. Zira uyku esnasında dişler üzerinde biriken plağın temizlenmesi hem çürük oluşma riskini azaltır hem de ağız kokusunun önüne geçer..

Öğlen yemeklerinden sonra ise dişlerini fırçalayamayan çocukların bol su tüketmeleri, elma, havuç, bir dilim beyaz peynir gibi tükürük artırıcı gıdalarla öğünü sonlandırmaları veya ksilitol içerikli sakız çiğnemeleri tavsiye edilebilir.

ÇEVRENİN ETKİSİYLE OKULDA YANLIŞ BESLENME ARTIYOR

Araştırmalar okul kantinlerinde en çok tost, çikolata, cips ve gazlı içeceklerin tüketildiğini ortaya koymaktadır. Bu gıdalar hem obeziteye sebep olur hem de diş sağlığını en çok tehdit eden ürünlerin başında gelir. Bu sebeple okul kantinlerinde pek çok ülkede olduğu gibi özellikle gazlı içeceklerin satışının yasaklanması, bazı yiyeceklerini satışının sınırlandırılması gibi tedbirler alınabilir.

SÜT İÇTİKTEN SONRA DİKKAT

Süt, çocukların büyüme ve gelişimlerinde önemli bir besin maddesidir. Vücut için gerekli pek çok besin maddesini bünyesinde barındıran sütün 1 bardağı 6 yaşındaki bir çocuğun günlük ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü karşılamaktadır. Ancak araştırmalar, gereğinden fazla içilen sütün zararlarının olduğunu ortaya koymuştur. Sütün özellikle gece yatmadan önce tüketilmesi durumunda dişler mutlaka fırçalanmalıdır. Gece boyunca ağızda kalan süt, dişlerin hızla çürümesine sebep olur.

DİŞ FIRÇALAMADA ANNE VE BABA ROL MODELDİR

Çocuklar pek çok konuda olduğu gibi diş fırçalama konusunda da anne ve babalarını rol model olarak alır. Çocuğa, ‘dişlerini fırçala’ demektense anne veya babanın dişlerini fırçalarken çocuğun onları izlemesi daha etkili olur. Çocukla beraber diş fırçalama alışkanlığının kazandırılması gerekir.

ÇOCUĞA DİŞ FIRÇALAMAYI SEVDİRİN

Çocuğa yaşına uygun, kolay kavrayabileceği farklı renkte ve biçimde fırçalar alınarak fırçalama işlemi sevdirilebilir. Çocuklar çok hızlı öğrenmelerine rağmen düzgün şekilde dişlerini fırçalamaları belli bir zaman alacaktır. Bu süreçte çocuğun dişlerini fırçalamasına izin verilmeli, doğru fırçalamayı öğrenmesi için zaman tanınmalıdır. 8 yaşına kadar ailelerin diş fırçalamasına rehberlik etmesi ve çocuğun arkasından tekrar fırçalamaları önerilmektedir.”

26 Ekim 2016 Çarşamba

Bu grip şehir sularıyla bulaşıyor

Koruyucu aşısı ve ilacı olmayan bu grip, küçük çocukları, yaşlıları ve bağışıklık sistemi zayıf kişileri tehdit ediyor. Halsizlik ve kusmayla kendini gösteriyor. Yrd. Doç. Dr. Şule Namlı Koç, bu hastalıktan korunmanın yollarını sıraladı.


Mide gribi olarak bilinen viral gastroenterit, mide ve bağırsakları etkiliyor. Kolayca bulaşabildiği için de salgın riski taşıyan mide gribi ile ilgili Medical Park Bahçelievler Hastanesi Gastroentroloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Şule Namlı Koç önemli bilgiler verdi. Koç ayrıca ilacı ve aşısı olmayan mide gribinden korunmanın 6 yolunu sıraladı.

Mide gribi, nörovirüsler yoluyla bulaşan viral gastroenterit'e halk arasında verilen isimdir. Virüsün neden olduğu enfeksiyon, özellikle mide ve bağırsakları etkiler. Hastalık süresince kişi kendini halsiz hisseder ve sürekli kusar. Hastada düşük ateş, karın ve eklem ağrısı da görülebilir. Hastaların yüzde 30'unda hiçbir semptom görülmeyebilir ama hasta devamlı virüs yayar. Hastalık başladıktan hemen sonra ve iyileştikten 3 gün sonrasına kadar bulaştırıcı etkisi devam eder. Bazı kişiler 2 haftaya kadar taşıyıcı olabilir. Bu nedenle mide gribi büyük salgınlar halinde de görülebilir. Medical Park Bahçelievler Hastanesi Gastroentroloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Şule Namlı Koç, mide gribi hastalığıyla ilgili önemli bilgiler verdi:

BELİRTİLER 2 GÜN SONRA ORTAYA ÇIKABİLİYOR

Mide gribi hastalığında, belirtiler virüsün alımından 24 – 48 saat sonra ortaya çıkar ve genellikle 1-2 gün devam eder. Virüs kısa sürede etkisini kaybettiği için kalıcı bir hasar bırakmaz, çok ciddi sonuçlara yol açmaz. Ancak hastalar su içemedikleri için susuz kalarak hastane bakımına ihtiyaç duyabilir. Bu durum ise genellikle küçük çocuklarda, yaşlılarda ve bağışıklık sistemi zayıf kişilerde görülür. Çocuk ve yaşlılarda mide virüsü, daha ağır tablolarla kendini gösterebilir.

YİYECEKLER YOLUYLA BULAŞABİLİR

Nöroviruslar, enfekte olmuş kişilerin gaita (dışkı) ya da salgılarında bulunur. Yayılmaları da nörovirüsün şehir suları, yiyecek ya da içeceklere bulaşması, bulaşlı yüzey ya da objelere dokunup ellerin ağza sürülmesi, hastalık belirtileri gösteren kişilerle direkt temas edilmesiyle (örneğin hastanın bakımını yaparak, yiyeceklerini paylaşarak ya da aynı kaptan yiyerek) gerçekleşebilir. Birçok salgına kirli ve hastalığın bulaştığı sularda yetişen kabuklu deniz hayvanlarının tüketimi de neden olabilir. Salatalar ve donmuş meyveler gibi diğer ürünler de virüs görülebilir.

MİDE GRİBİNDEN KORUNMAK İÇİN ALINABİLECEK ÖNLEMLER

Bir insan tıpkı grip hastalığında olduğu gibi, hayatı boyunca birçok kez nörovirusle enfekte olabilir. Hastalığın herhangi bir aşısı bulunmadığı için enfeksiyondan korunmanın yolu hijyen ve temizlik kurallarına uymaktan geçiyor.

• Özellikle tuvalet sonrası, yemek hazırlamadan ve yemeden önce eller iyice yıkanmalı.

• Meyve ve sebzeler pişmeden yenecekse, iyice yıkanmalı.

• Kirli yüzeyler, kapı kolları, mobilyalar temizlenmeli ve dezenfekte edilmeli.

• Hastalık geçirildikten sonra virüs bulaşmış, çarşaf, giyecek, örtü gibi çamaşırlar yüksek ısıda su ve sabunla hemen yıkanmalı.

• Şehir sularında sorun varsa kaynatılıp soğutulduktan sonra kullanılmalı.

• Enfeksiyonu olan kişiler, hastalıkları sırasında yemek hazırlamamalı.

Nörovirüsle oluşan hastalığa karşı semptomları önleyici tedaviler haricinde herhangi özel bir ilaç bulunmuyor. Hastalıkta bol sıvı alınması öneriliyor. Sıvı kaybını, ağızdan alarak karşılamayan yaşlı ve çocuk hastalara damar yolundan sıvı verilmesi gerekiyor. Sözcü

Akşam sekizden sonra yenilen yemek kilo aldırmıyor

Akşam yemek yediğiniz için kilo aldığınızı mı düşünüyorsunuz? Akşam sekizden sonra yenen yiyeceklerin yakılamayıp, yağa dönüşeceği düşüncesi birçok kişinin ortak fikri. Yapılan son bilimsel çalışmalar bu popüler söylentinin pek de doğru olmadığını ortaya çıkardı.



Londra’daki King’s College araştırmacıları çocuklar üzerinde yaptıkları dört yıllık araştırma sonunda, akşam sekizden sonra yemek yemekle kilo fazlalığı arasında anlamlı bir ilişki olmadığını buldular.
Obezite ve Metabolik Cerrah Prof. Dr. Halil Coşkun, “Araştırma kapsamında 4-10 yaş arası 768 çocuk ve 11-18 yaş arası 852 çocuğun dahil olduğu toplam bin 620 çocuğun beslenme alışkanlıkları incelendi.

Verilerin istatistiksel analizi akşam 8 ile 10 arasında akşam yemeği yiyen çocukların, aynı yaşta olup öğlen 2 ve akşam 8 arasında yemek yiyen çocuklara göre, obez ya da aşırı kilolu olma bakımından daha büyük bir risk taşımadıklarını gösterdi.

cnntürk^ün haberine göre; Çalışanın bulguları araştırmacılar için şaşırtıcı oldu. Geç yemek yemekle aşırı kilolu olmak arasında bir ilişki ortaya çıkmasını umuyorlardı, fakat bunun doğru olmadığı bulundu.

Bu çalışmaya göre saat 8’den önce akşam yemeği yiyen çocuklarla daha geç yemek yiyenler arasında günlük enerji alımı bakımından önemli bir fark bulunmuyor.’’ dedi.

Bu yeni bulgular, çocukların ne yiyeceği kadar ne zaman yiyeceğine dair önerileri içeren diyet tavsiyelerini destekleyecek bulguları sunmak açısından halihazırda yeterli kanıt olmadığını düşündürmektedir. Çocukluk obezitesinde yeme zamanının etkisini araştırmak için daha fazla çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlantıyı araştıran ilk çalışmalardan biri olarak, bu analizin başka çalışmalarda da tekrarlanması yararlı olacaktır.”

Göz ovuşturanları bekleyen tehlike

Göz Vakfı Bayrampaşa Göz Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Op. Dr. Ali Sipahier, özellikle gözünü ovuşturanları tehdit eden 'Keratokonus' hastalığı ile ilgili bilgiler verdi.


Gözde oluşan her türlü şikayetin dikkate alınması gerektiğini belirten Göz Vakfı Bayrampaşa Göz Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Op.Dr. Ali Sipahier, ‘keratokonus’ ile ilgili bilgiler verdi. Gözlerini sık sık ovuşturanları uyaran ve hastalığın tedavisi hakkında konuşan Sipahier, görmeyi artıran yöntemleri de sıraladı.

KERATOKONUS NEDİR?

Keratokonus gözün en ön kısmında yer alan saydam kornea tabakasının incelmesi ve sivrileşmesi ile karakterize bir hastalıktır. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte gelişiminde genetik ve çevresel faktörler rol oynar.Özellikle göz kaşımanın hastalığın oluşumunda ve ilerlemesinde etkili olduğu gösterilmiştir.

KERATOKONUS HASTALIĞININ BELİRTİLERİ NELER?

Kornea, göze gelen ışınların doğru odaklanmasını sağlayan önemli bir tabakadır bu nedenle bu bölgede olaşan değişimler görme kalitesini ciddi bir şekilde etkilerler . Hastalık genellikle ergenlik çağında başlar gözlük numarasının çok sık değişmesi ve bir süre sonra da gözlükle net görememe şikayetleriyle karşımıza çıkar. Çoğu zaman her iki gözde de hastalık görülse de görme seviyesi bir gözde daha düşük olur. Hastalık ilerledikçe ışığa karşı hassasiyet ve kamaşma şikayetleri ortaya çıkar ve görme seviyesi giderek azalır. 35-40 yaşlarında gelindiğinde hastalığın ilerlemesi durur.

TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?

Keratokonus'un tedavisinde erken teşhis çok önemlidir Bir göz genelde daha az etkilendiğinden hastalar az gördüklerinin farkına varmayabilirler o nedenle ergenlik dönemindeki çocukların rutin muayenesi çok önemlidir.

Keratokonus'un tedavisinde amaç, hastalığın ilerlemesini durdurmak ve görme seviyesini arttırmaktır.

HASTALIĞIN İLERLEMESİNİ DURDURAN TEK TEDAVİ

Keratakonus'un ilerlemesini durdurduğu kanıtlanmış tek tedavi yöntemidir. Damla anestezisi ile göz uyuştutulduktan sonra korneanın en dışındaki epitel tabakası kaldırılır, riboflavin A uygulanır sonrasında UV-A ışını verilerek korneanın güçlenmesi sağlanır. Korneal çarpraz bağlama tedavisinin hastalığı durdurmadaki başarısı %90'ın üzerindedir ancak çok ilerlemiş olgularda kornea kalınlığı yetersiz olduğundan bu tedavi uygulanamaz. Bu nedenle kertokonus'un erken teşhis edilmesi çok önemlidir.

GÖRMEYİ ARTIRAN 5 YÖNTEM

Keratakonus hastaları ilk başlarda gözlükle iyi bir görme seviyesi elde edebilirler ancak hastalık ilerledikçe gözlük yeterli olmaz bu durumda özel kontakt lensler kullanılabilir. Kontakt lens kullanamayan hastalarda, hastalığın seviyesine göre değişik tedavi metodları uygulanabilir.
Kornea içi halka tedavisi: Keratotokonusta bozulan kornea dokusununun içine monte edilen , şeffaf yapıda , doku uyumlu, cam türevi implantlardır. Korneanın içine yerleştirildikleri için kontakt lens gibi takıp, çıkarmak gerekmez. Ömür boyu sorunsuz bir şekilde gözde kalabildikleri gibi istenildiği zaman gözden çıkarılabilirler.Burada amaç şekli bozulan korneayı daha düzgün hale getirmek ve göze gelen ışınların doğru kırılmasını sağlamaktır

Topografi kılavuzlu excimer laser tedavisi: Kornea kalınlığı uygun olan keratokonus hastalarında bozuk olan kornea yüzeyini düzeltmek için uygulanan bir yöntemdir. Topografi cihazından alınan görüntüler analiz yapılarak Excimer laser cihazına aktarılır sonrasında korneanın düzensiz olan ön yüzeyi laser atışları ile düzeltilir. Bu yöntemin uygulanması için kornea kalınlığının belli bir limitin üzerinde olması gerekir . Genelde korneal çarpraz bağlama tedavisi ile birlikte uygulanan bu tedavi ile erken keratokonus olgularında oldukça başarılı sonuçlar alınabilmektedir

Fakik göz içi lensleri: Görme seviyeleri, yüksek miyop ve astigmat camlarla artan hastalarda tercih edilen bir yöntemdir. Hastalığın stabil hale geldiği 30-45 yaşları arasında ya da kollojen çarpraz bağlama tedavisi yapılmış ve göz numarası ilerlemeyen hastalarda uygulanabilir.

Refraktif lens değişimi: 45 yaşın üzerindeki uygun hastalarda ,katarakt ameliyatında yapıldığı gibi kişinin kendi merceği çıkarılarak yüksek miyopu ve astigmatı aynı anda düzeltebilen göz içi lensleri implante edilebilir

Keratoplasti(Kornea nakli): Keratokonusun ilerleyip korneanın saydamlığını yitirdiği ya da diğer yöntemlerle olumlu sonuç alınamadığı durumlarda tercih edilen bir yöntemdir. Keratokonus genç yaşlarda görülen bir hastalık olduğundan nakil yapılan korneada aynı hastalığın gelişme ihtimali ya da yeni takılan korneanın vücüt tarafından reddedilmesi olasılığı yüksektir. Bu nedenle keratokonus tedavisindeki ana hedef mümkün oldukça hastaların kendi kornealarıyla yaşamlarını sürdürmelerini sağlayabilmektir.

Sonuç olarak keratokonus hastalığı ülkemizde sık görülen ve aktif, genç insanlarda görme seviyesini ve kalitesini oldukça azaltan bir hastalıktır. Ancak erken teşhisle ve özellikle son 10 yılda yaşanan teknolojik gelişmelerle bu hastalarda yüz güldürücü sonuçlar alınabilmektedir Sözcü

25 Ekim 2016 Salı

Aşırı kilolu anne bebeğin ömrünü de kısaltıyor

Yapılan bir araştırma, anne adaylarının hamilelikte aldığı aşırı kiloların sadece kendilerini değil, bebeklerinin ömrünü de etkilediğini ortaya çıkardı.



Günümüzde her 3 anne adayından biri de aşırı kilolarla mücadele ediyor. Belçika'da Hassselt Üniversitesi'nde yapılan araştırmayla, fazla kilolu anne adaylarının bebeklerinin geleceğine olan etkileri mercek altına alındı. Araştırmada, anne adaylarının vücut-kitle endeksindeki her 1 puanlık artışın, bebeklerin ortalama yaşam süresini 18 aya kadar azalttığı görüldü.

Alınan fazla kilolar nedeniyle endeksteki meydana gelen artışlar, dünyaya gelen bebeğin beklenen ömrünü 17 yıla kadar azaltabiliyor. Ancak doğum sonrası sağlıklı ve düzenli beslenen bebekler, ömürlerinden eksilmesi beklenen bu yılları geri kazanabiliyor.

Araştırmaları değerlendiren Profesör Neena Modi, araştırmalarda zaten bilinen bir durumun kanıtlandığının altını çiziyor. Modi, annelerin obezite sorununun, bebeklerde ileriki yaşlarda kronik rahatsızlıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabileceğini söylüyor.

Çalışmada yaşları 17-44 arasında değişen 743 anne ve yeni bebekleri incelendi. Daha önce yapılan çalışmalarda genellikle kilolu annelerin bebeklerinin de kilolu dünyaya geldiği ve bunların gelecekte kalp hastalıklarına yol açma ihtimalinin olduğu biliniyordu.

Son yapılan çalışmayla ise annenin doğum öncesi ağırlığının, bebeğin beklenen yaşam süresini de etkilediği ortaya çıktı. Çalışmada, bebeğin göbek bağından ve plasentasından alınan telomer'ler (DNA sarmallarının ucunda bulunan ve kromozomları koruyan, ayakkabı bağcıklarının ucundaki plastik parçalara benzer parçalar) incelendi. İnceleme sonrasında vücut-kitle endeksi her 1 puan arttığında, bebeğin telomer uzunluğunun 50 baz kısaldığı tespit edildi. (Normalde bu rakam yetişkinlerde her yıl ortalama 32.2-45 puan aralığında yer alıyor.)

Bu da bebeğin ömrünün 1.1 ile 1.6 yıl arasında, 18 aya kadar kısalması anlamına geliyor. Bu rakam endeks puanın daha da artmasıyla 17 yıla kadar yükselebiliyor.

Vücut-kitle endeksi nasıl hesaplanır?

Vücut kitle endeksi için uygun aralık 18-25 arası kabul ediliyor.

Boy (M) X Boy(M) = Boy Çarpımı

Kilo (Kg) / Boy Çarpımı = Vücut Kitle İndeksiniz

Kısırlık yakın zamanda sona erecek

Japonya’nın Kyushu Üniversitesi’ndeki bilimadamları, fare deri hücrelerini, canlı yavru doğurmak için gereken yumurta hücrelerine başarıyla dönüştürdü.



Nature dergisine göre, bu uygulama ilerleyen zamanlarda yumurta gerekmeden insan üremesinde de kullanılabilecek.

Bu uygulama, yakın zamanda araştırmacılar tarafından gerçekleştirilen kök hücrelerden oluşturulan büyüyen kalp dokusuna benzerlik gösteriyor.

Katsuhiko Hayashi ve ekibi daha önce, dişi fare kuyruğunun derisinden alınan hücreleri kök hücrelerine dönüştürerek 2007 yılında nobel ödülü kazanmışlardı.
Kök hücreler daha sonra Hayashi’nin 2012 yılında geliştirdiği bir işlem kullanılarak cinsiyet hücrelerine dönüştürüldü.

Son olarak, olgun olmayan cinsiyet hücreleri, fare yumurta hücreleri ile birlikte bir petri çanağı içine yerleştirildi. Amaç bu hücrelerin canlı yavru üretmek için döllenmiş olgun yumurta hücreleri olduklarını sanmalarını sağlamaktı.

Hayashi’nin ekibi ayrıca, erkek fare kuyruğu hücrelerinden de yumurta hücreleri oluşturmayı başardı. Bu olay, ilerleyen zamanlarda iki biyolojik babaya sahip olunabileceği anlamına geliyor.

Bu uygulama teorik olarak insan kök hücreleriyle de uygulanabilir ama etik ve yüksek başarısızlık oranları sebebiyle yakın zamanda gerçekleşemeyeceği aşikar. Ancak o zamana kadar Hayashi ve ekibi için sonraki adım, primatlar üzerinde araştırma yapmaları olacak.

Onu çöpe atmayın!

Kordon kanı sağlığımız için bir hazine. Yakın zamanda tüm hastalıkların kalıcı tedavisinin mümkün olacağını ve organ yaşlanmasının engelleneceğini belirten Prof. Dr. Filiz Çayan, kordon kanının tüm hastalıklar için bir umut olduğunu belirtti.


Günümüzde kordon konu 80’den fazla hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Özellikle kan hastalıkları, anemiler ve kanser gibi hastalıklarda kullanılan kordon kanını çöpe atmayın.

Prof. Dr. Filiz Çayan, doğum sırasında ortaya çıkan kordon kanının alınıp, saklanması gerektiğini belirterek, “Kordon kanı günümüzde 80’dan fazla hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Bunlardan en bilineni kan hastalıkları, anemiler ve kanserlerdir. Yakın zamanda tüm hastalıkların kalıcı tedavisi ve organ yaşlanmasının engellenmesi mümkün olacak gibi görünüyor. Kordon kanı, tüm hastalıklara umut niteliğini taşıyor” dedi.

BASİT VE TEHLİKESİZ BİR İŞLEM

Kordon kanıyla ilgili İHA muhabirine açıklamalarda bulunan Mersin Üniversitesi (MEÜ) Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Filiz Çayan, doğumdan sonra bebeğin kordonu ile plasenta arasında kalan kana kordon kanı dendiğini söyledi. Bu kanın özelliğinin bebeğin damarlarında dolaşan kandan farklı ve kök hücrelerinin zengin olması olduğunu vurgulayan Çayan, “Kök hücreler vücuttaki tüm organları onarabilme özelliğine sahip ana joker hücrelerdir. Normal veya sezaryen doğum olması fark etmez. Bebeğin göbek bağı kesilip anneden ayrıldıktan sonra geride kalan göbek bağından alınır. Doğum sürecini ve bebeği etkilemez, basit ve tehlikesiz bir işlemdir, anne veya bebeğe zararı yoktur. Özel kordon kanı bankalarında çok soğuk eksi 190 derece tanklarda sonsuza kadar saklanabilirler. Artık ülkemizde de bankalar sayesinde bu kan saklanabiliyor. Hatta kan ile birlikte bebeğin göbek kordonu da saklandığında başarı oldukça yüksek” diye konuştu.

ALZHEİMER VE PARKİNSON GİBİ NÖROLOJİK HASTALIKLAR İÇİN DE KULLANILIYOR

Kordon kanı bankacılığının 1980’li yılların sonunda başladığını kaydeden Çayan, şöyle devam etti:
“Kordon kanı ve kök hücre ile ilgili buluşlar inanılmaz bir hızla ilerliyor. Günümüzde 80'den fazla hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır. Bunlardan en bilineni kan hastalıkları, anemiler ve kanserlerdir. Bunların dışında özellikle kazalar sonucu gelişen omurilik zedelenmelerinin tedavisi, hasar gören organların tamiri, alzheimer, parkinson, bunama gibi nörolojik hastalıklar, şeker hastalığının tedavisinde kullanılıyor. Ayrıca kozmetik ve estetik amaçlı yara izlerinin giderilmesi, selülit tedavisi, cilt yaşlanmanın engellenmesi, plastik cerrahi müdahaleleri gibi güzellik amaçlı kullanımı mümkün. Daha heyecan verici bir gelişme ise kök hücreden yapay organ yani sentetik organ üretimi yapılabiliyor. Böylece kanserli organ yerine kişiye sağlam olanı yerleştirilebilmektedir. Yani artık teknoloji bu hızla ilerlerse yakın zamanda tüm hastalıkların kalıcı tedavisi ve organ yaşlanmasının engellenmesi mümkün olacak gibi görünüyor. Kordon kanını tüm hastalıklara umut niteliğinde düşünebiliriz.”

HERKES İÇİN BİR UMUT NİTELİĞİNDE

Kordon kanının bebeğin kendisi, diğer aile üyeleri ve tüm halk için gerek duyulduğunda kullanılabileceğinin altını çizen Çayan, “Aile kordon kanı bankacılığı kök hücreleri çocuk ve özellikle kardeşler için saklar. Ancak halk kordon kanı bankaları tüm vatandaşların gerektiğinde kullanımına imkan sağlar. Böylece aileler sadece kendi çocuklarının değil, bağış yolu ile başka insanların da hayatını kurtarma şansına sahip oluyorlar. İleride oluşabilecek hastalıklar için bebeğinin kordon kanını saklatan aileler giderek artıyor. Özellikle bölgemizde yaygın olarak görülen ‘Akdeniz anemisi' hastalığının tedavisinde bu şekilde doğumda aldığımız göbek kordon kanı ile bizim de hasta ağabey ve ablalarına umut olan bebeklerimiz oldu. Kordon kanı çok değerli bir hazine ve bu hazine boş yere çöpe gitmesin” ifadelerini kullandı. Sözcü

Kronik rinite botoks uygulaması

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altıntaş, botoks uygulamasıyla, rinitin yol açtığı burun tıkanıklığı, hapşırma, burun akıntısı gibi semptomların yüzde 70-80 oranında önlenebileceğini söyledi.


Kulak, Burun, Boğaz ve Baş, Boyun Cerrahisi Uzmanı Altıntaş, şaşılık, göz kayması ve tiklerin tedavisinde kullanım için 1989'da, kozmetik amaçlı kullanım için 2002'de Amerikan Sağlık Örgütünden (FDA) onay alan botoksun, ABD'de en fazla reçete edilen ilaçların başında geldiğini belirtti.

Altıntaş, botoksun kullanım alanlarından bazılarını "gerilim tipi baş ağrıları", "migren", "kronik bel ağrısı", "myofasyal ağrı", "fibromyalj denilen kas ağrıları", "tenisçi dirseği", "aşırı terleme", "gevşeme sorunlu kas kasılma rahatsızlıkları", "aşırı tükrük salınması", "kronik rinit", "diş gıcırdatma (Bruksizm)" ve "çiğneme kaslarının aşırı gelişimi" şeklinde sıraladı.
Botoksun poliklinik şartlarında, bu konuda eğitim almış hekimler tarafından uygulanabildiğini vurgulayan Altıntaş, "Botoksun etkisi yapıldıktan 3-4 gün sonra başlıyor ve 4 ile 6 ay arasında sürüyor. Etki süresi, uygulama yapılan kişinin metabolizması ve uygulamanın nereye yapıldığına bağlı olarak değişebilir" dedi.

Rinit tedavisinde botoks tedavisi

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altıntaş, daha çok burun akıntısı ve burun tıkanıklığı semptomlarıyla ortaya çıkan ve burun etlerinin hipekativitesi şeklinde tanımlanan rinitin tedavisinde de botoksun kullanılabildiğine dikkat çekti.

Çalışmalara göre, hem mevsimsel hem de yıl boyu süren rinitte botoks uygulayarak, hastalığın semptomlarının yüksek oranda azaltılabildiğini aktaran Altıntaş, "Alerji, kişinin bünyesiyle ilgili yapısal bir sorun olduğu için bunu ortadan kaldırmak çok mümkün olmasa da botoks, rinitin hafifletilmesinde bir çözüm olarak kullanılabiliyor. Alerjik burun etlerinde botoks uygulayarak, etki devam ettiği sürede rinitin yol açtığı semptomları azaltabiliyoruz. Botoks uygulaması, var olan alerjiyi tedavi etmiyor, ancak rinitin yol açtığı burun tıkanıklığı, hapşırma, burun akıntısı gibi semptomları yüzde 70-80 oranında baskılıyor. Sürekli uygulama herhangi bir risk taşımadığı için hasta düzenli olarak botoks yaptırarak, rinitin neden olduğu sıkıntılarını da hafifletebilir" dedi.
Kronik riniti olan kişilerin alerji öncesinde veya alerji sırasında botoks yaptırabileceğini belirten Altıntaş, "Uygulamanın yapılması gereken özel bir dönem yok, her dönem yapılabilir. Örneğin bahar aylarında rinitinin başladığını bilen bir hasta, botoks uygulamasından 3-4 gün sonra bunun etkisini görmeye ve semptomları hissetmemeye başlıyor" dedi.

Botoksun uygulama dozunun kas kitlesine ve kas hareketine göre değiştiğini anlatan Altıntaş, özellikle kozmetik veya tedavi amaçlı yüze yönelik botoks uygulamalarında hastaların en büyük kaygısını "jest ve mimiklerinin kaybolması" şeklinde açıklarken, uygun dozlarda doğru bölgelere uygulandığında, botoksun sağlıksal herhangi bir probleme yol açmadığını belirtti.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Hashimoto tiroidinde dikkat edilmesi gerekenler

Hashimoto hastalığı, 30-35 yaş arasındaki kadınlarda daha sık görülüyor. Konuyla ilgili açıklama yapan Endokrin Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Yeşim Erbil, tiroid deyip geçilmemesi gerektiğini, düzenli aralıklarla tiroid kontrollerinin yaptırılması gerektiğine dikkat çekti.
Prof. Dr. Yeşim Erbil'in açıklaması şöyle:


Tiroid iltihabı yani hashimoto tiroidi, tiroid bezinin yetersiz çalışmasına neden oluyor. Tiroid bezi insan vücudunda çok önemli rol oynar. Vücuttaki birçok aktiviteyi kontrol eden hormonların üretilmesini sağlar. Hashimoto tiroidi genellikle 30-50 yaş aralığındaki kadınlarda daha sık görülür. Şikayetler hastalığın derecesine göre değişiklik gösterir.

Hashimoto tiroidi tüm vücudu olumsuz etkiler

cnntürk'ün haberine göre; Yorgunluk, bitkinlik, düzenli uyunmasına rağmen kronik uykusuzluk, hatırlama güçlüğü, unutkanlık, zihin bulanıklığı, konsantre olmakta zorlanma, seste kalınlaşma, üzgün ve depresif bir ruh hali, durduk yere kilo alma, kolay kilo verememe, bağırsak hareketlerinde yavaşlama, uzun süreli kabızlık, kas ve eklem ağrılar, güçsüzlük hissi hashimoto tiroidinin en yaygın belirtileri arasındadır. Hashimoto tiroidinde adet dönemi de daha ağrılı ve uzun geçer. Tiroid hormonu yetersizliği cinsel isteksizlik, gebe kalamama yani geçici kısırlığa da sebep olur. Gebelik döneminde hashimoto tiroidi hem fetüs hem de anne adayı için kalıcı sağlık sorunlarına yol açabilir. Gebe kalmadan ve gebelik süreci boyunca tiroid hormonu kontrollerini düzenli bir şekilde yapılması gerekir. Eğer öncesinde tiroid hormonu ilacı kullanılıyorsa yine doktor kontrolünde ilacın düzenli bir şekilde kullanılması gerekir.

Hashimoto belirtileri depresyon belirtileriyle benzerdir

Vücudun ihtiyacı olan trioid hormonlarındaki düşüklük kişilerin metabolizmasını yavaşlattığından dikkatli beslenmesine rağmen kilo almasına neden olabilir. Beyinin serotinin hormonu salgılamasını da azalttığı için kişinin üzgün ve depresif bir ruh haline girmesine de yol açar. Saç cansızlaşır ve kurur hatta kolay dökülür. Bu durum çok az salgılanan tiroid hormonunun saç büyüme döngüsünü azaltması nedeniyle ortaya çıkar. Kirpik ve kaşlarda da aynı sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Ayrıca metabolizmanızın yavaşlamasından dolayı deri kuruluğu ve tırnak kırılmaları da görülebilir.

Hashimoto tiroidinin birçok sebebi var

Hashimoto tiroidinde genetik faktörler, iyot eksikliği, radyasyon, sigara kullanımı ve antikor pozitifliği gibi faktörler otoimmun mekanizmaları devreye sokar ve tiroid bezi lenfosit hücrelerinin istilasına uğrar. Lenfosit istilası ile antikorlar oluşur ve tiroid hücresi parçalanır. Ayrıca tiroid hücresinin kendi kendini öldürmesi yani hücre intiharı diğer bir yıkım olayıdır. Hücrelerin yıkımının oranına göre tiroid bezinin yetersiz çalışması ile kalıcı hipotiroidi gelişebilir. Bu tarz şikayetleri olan kişilerin hastaneye giderek basit bir kan tahlili yaptırmaları tiroid teşhisi için yeterlidir.

Hashimoto hastalığı kalıcı sorunlara yol açabilir

Bazı durumlarda hashimoto hastalığına vitiligo, pernisyöz anemi, romatoid artrit, tip 1 diyabet gibi otoimmun hastalıklar da eşlik edebilir. Hipotiroidi gelişmesi ile tiroid bezi küçülür. Tiroid bezinin küçülmesi hipotiroidinin kalıcı olacağının göstergesidir. Viral enfeksiyonlar, stres ve depresyon belirtileri, seks hormonları ve X kromozomlarında değişiklik hashimoto hastalığından şüphelenilmesi gereken durumlar arasındadır.

Hashimoto hastalığı ilaç tedavisine başvurulur. 2-3 ay içerisinde tiroid volümünde küçülme beklenir. Doktor hastanın tiroid hormonu seviyesine göre tedavi planı uygular. Bazı durumlarda hashimoto hastalarına selenyum takviyesi de önerilebilir. Tedavisi oldukça basit olan ve oldukça etkili sonuçlar alınabilen bu rahatsızlık ihmal edildiğine kişide oldukça trajik durumlara yol açabilir. Tiroid hormon seviyelerinin düzenli olarak kontrol ettirilmesi kişinin genel sağlık durumu için çok önemlidir.

Yürüme robotuyla tanışın

Yürüme robotunun çalışma sistemini anlatan Fizyoterapist Onur Ulukuz, yürüme robotunun kimlere uygulanabileceğini açıkladı.


Ülkemizde yürüyemeyen hastalar için kullanılan robot, 'lokomat' diğer bir adıyla 'yürüme robotu' dur. 1495 yılında Leonardo da Vinci ilk insansı robotu icat ederek bu alanda ilk adımı atmıştır. Daha sonra yapılan birçok çalışmalar ile geliştirilmiş olup 1995 yılında robot yardımlı yürüme tedavisi kullanılmaya tam anlamıyla başlanmıştır. 2002 yılından bu yana ülkemizde sayısı git gide artmış olup yaygın olarak kullanılmaktadır.

Yürüme Robotu, inme (felç), multipl skleroz (MS), parkinson, travmatik omurilik ve beyin yaralanmaları gibi nörolojik veya kalça ve diz protezi, ön çapraz bağ ve menisküs yırtılmaları gibi ortopedik nedenlerden dolayı yürüme yeteneğinin kaybı durumlarında işlevini yerine getiremeyen alt ekstremiteyi robotik sistem kontrolünde normal yürüyüş paternine uygun şekilde hareket ettirerek, sinir sisteminin hasara yeniden uyum göstermesine neden olan, fizyoterapist tarafından kontrol edilen, fizik tedavide alanındaki bir rehabilitasyon şeklidir. Rehabilitasyon, hastanın günlük yaşama adaptasyonunu sağlayan tedavilere denir.

Yürüme robotu nasıl çalışır?

Hastalar daha önce vücutlarına giydirilen taşıyıcı giysi aracılığıyla yürüme bandı üzerine ayakta dik bir şekilde askı ile kaldırılır. Hastanın vücut ağırlığı, yürümenin temposu ve şekli, bilgisayar programıyla kontrol edilebilmektedir. Kişinin ağırlığı askılar sayesinde hastanın hareket kabiliyetine göre belirli oranda azaltılır. Yürüme sırasında hastayı sık sık değerlendirerek hastanın ve cihazın katkısının ne oranda olacağı bilgisayar sistemi aracılığıyla ayarlanır.

Sistemde bilgisayar kontrollü robotik motorlar mevcuttur. Bu robot parçaları hastanın bacaklarına kalça ve diz eklemleri referans alınarak üç yerden bantlarla sabitlenir. Yürüme başladığında bacaklar doğal yürüme hareketi oluşturacak şekilde hareket ettirilirken, robot parçalar üzerindeki alıcılar vücudun harekete cevabını değerlendirerek bilgisayara aktarır. Bilgisayarda oluşturulan grafiksel veriler yardımıyla hastanın yürümenin hangi aşamasında ve ne düzeyde problem yaşadığı belirlenir. Bilgisayarla bacaklardaki eklemler sürekli kontrol edilirken, robot hastanın bacaklarını doğal yürüme sırası ile hareket ettirir. Hasta doğal yürüme paterni içindeyken robot müdahale etmezken, yürüyüş bozulduğu anda robot gerekli düzeyde müdahale eder.


Sistem yeniden yürütmeyi nasıl öğretir?

Robotik rehabilitasyonda ilk amacımız kişinin tüm ağırlığını ve eklem hareketlerinin tamamını yürüme robotuna vererek kişinin eklem hareket açıklığı, kas kuvveti ve koordinasyonundaki gelişmelere bakılarak yavaş yavaş cihazın desteğini kaldırmaktır. İkincil amacımız önce aktif hareketi ortaya çıkarmak daha sonra ortaya çıkan aktif hareketi sensörler vasıtasıyla güçlendirmektir. Karşısındaki ayna vasıtasıyla ve sanal gerçeklik ekranı sayesinde normal yürüme paternine uygun şekilde hareketler ortaya çıkartır. Tedavinin uygulanabilmesi için hastanın bacaklarında en az bir ana kas grubun da az da olsa bir miktar duyu veya motor hareket bulunmalıdır.

Sistemin en önemli avantajı, normal yürüyüş şekline birebir benzeyen şekilde hareketler yaptırmasıdır. Ayrıca sanal gerçeklik ekranında hasta farklı ortamlarda yürüme hissi algılayıp aynı zamanda aynada kendisini yürürken görür. Önemli olan kas iskelet sistemini kuvvetlendirmenin yanı sıra cihazlar aracılığı ile yapılan işlemler ile beyindeki merkezler sürekli uyarılır. Bu yöntemle hastaların beyin dokularındaki iyileşme süreci hızlandığı gibi yürüme şekilleri de normale yakın şekilde gelişir. Hastanın ilk geldiği gün ile son gün arasında bilgisayar sistemiyle objektif değerlendirmeler yapılır. Hasta, hasta yakını ve fizyoterapist bilgisayar sisteminden alınan objektif veriler ile hastanın gelişimini izler.

Yürüme robotu ne kadar süreyle uygulanmalıdır?

Tedavinin etkinliği kişiden kişiye değişmekle birlikte genel olarak yürüme robotunu kullandığımız hastalarda 4-8 aylık süre zarfı sonunda anlamlı sonuçlar elde edilir. Robotun primer amacı yürümeye yardımcı olmaktır. Bu süre zarfı boyunca haftada en az üç seans gün aşırı olmak üzere günlük 60 dakikalık (20 dakika hastayı hazırlama 40 dakika yürüme) seanslar uygulanır. Hekim tarafından üç haftada bir periyodik yapılan ara değerlendirmeler sonucunda tedavi programında revizyona gidilir.

Yürüme robotunu kimler kullanabilir?

Yürüme robotlarında pediatri ve erişkin hastalar için ayrı parçalar kullanılmaktadır. Bu ayrımda yaş ayırıcı faktör değildir. Kalça ve diz arasında ölçüm (35 santimden küçük ya da büyük olması) yapılarak ayrım yapılır. Pediatri ayağında bacak boyunun 15 santimden küçük olması, erişkin ayağında ise bacak boyunun 65 santimden büyük olması, hastanın 120 kilodan fazla olması kontrendike durumlar arasındadır.

Normalde hastalık sonrası ortaya çıkan inaktivasyon problemleri çok ciddi olumsuz sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Özellikle dolaşım bozukluğu ve kas-iskelet sistemindeki yıpranma karşılaşılan problemlerin başında gelir. Lokomat sistemi yatağa bağımlı ve yürüyemeyen hastada kasların yeniden güçlenmesini sağlar. Yeniden yürüme yeteneğinin geri kazanan hastanın kemik yapısı güçlenerek kemik erimesi ve buna bağlı oluşabilecek kırık riski de azaltılmış olur. Hastayı erken ayağa kaldırma hareketsizliğe bağlı gelişebilecek yatak yarası, damar tıkanıklığı ve eklemde kısıtlılığı gibi sorunların önlenmesini sağlamaktadır. Tedavi sırasındaki kemikler üzerine ağırlık aktarımı, kemiklerin güçlenmesine yardımcı olarak osteoporoz riskinin azalmasını sağladığı gibi, kasların harekete geçirilmesi de dolaşım sisteminin olumlu etkilenmesini sağlamaktadır.

Yürüme robotunu kimler kullanamaz?

Lokomat rehabilitasyonunda yüksek tansiyon, diyabet, kardio pulmoner rahatsızlığı olan kişilerde seans süresi daha kısa olmalıdır. Seans boyunca sık sık robotu durdurarak temkinli olarak çalışmaya devam edilir. İyileşmeyen bası yaraları, ileri osteoporoz, sert kontraktür gibi rahatsızlığı olan kişiler için yürüme robotunu kullanmak uygun değildir. Lokomat rehabilitasyonu her kişinin kendi durumuna göre rehabilitasyon planı çizilir.

Tayvan'ın en büyük firmalarından BenQ, oyuncu monitöründeki liderliğini koruyor  (cnntürk)

23 Ekim 2016 Pazar

Menopozu kolay atlatmanız için 7 öneri

Tıbbi olarak engellemek mümkün değil ama bazı küçük değişikliklerle geciktirebilirsiniz. Op. Dr. Gülfem Şişmanoğlu, menopozun ilk belirtilerini sıraladı ve menopoza girmeyi geciktiren tüyolar verdi.


Ani ateş basmaları, aşırı terleme, regl düzeninde meydana gelen değişimler, çarpıntı ya da üşüme… Ülkemizde sıklıkla 45-55 yaş arası kadınların yakındığı tüm bu şikayetler, menopozun ilk belirtileri arasında yer alıyor. Memorial Şişli Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nden Op. Dr. Gülfem Şişmanoğlu, kadınlarda menopoz dönemi hakkında bilgi verdi.

MENOPOZUN İLK BELİRTİLERİ NE ZAMAN GÖRÜLÜYOR?

Son regl kanaması menopoz olarak kabul edilir. Bir kadının kesin olarak menopoza girdiğini söyleyebilmek için 12 ay kesintisiz regl olmaması gerekmektedir. Menopoz ilk belirtilerini, 40 yaş sonrası, yaklaşık 55 yaşa kadar geçen süre içerisinde görülen regl düzensizlikleri ile gösterir. Ardından regl kanaması tamamen biter. 40 yaş öncesi gerçekleşen menopoz ise, prematür over yani halk arasında yaygın bilinen adıyla erken menopoz olarak adlandırılır.

Menopoz belirtileri arasında ilk sırayı regl düzeninde meydana gelen değişimler alır. Menopozda genellikle 45 yaş itibariyle kanamanın tamamen kesilmesinden 1-2 yıl önce regl düzeninde değişiklikler olur. Kanama, seyrek yani 1,5-2 ay aralıklarla görülebildiği gibi 15 gün gibi kısa sürelerde de tekrar edebilir. Menopozda ise kanama tamamen kesilir. Menopoz belirtilerine bakıldığında kadınların önemli bir kısmında sıcak basması, terleme, çarpıntı görülür ve bu belirtilerin şiddeti giderek artar.

MENOPOZUN 6 BELİRTİSİ

Ateş basması, menopozda en şikayet edilen belirtilerden biridir. Yüzde, boyunda, kollarda, ellerde ve bazen de vücudun üst yarısında aniden yanma, terleme, kızarma ve sıcaklık hissi şeklinde görülür. Genellikle 3-5 dakika sürer ve geçer. Geceleri uykudan uyandıracak şekilde ateş basması uyku düzenini bozabilir. Günde birkaç sefer sık olabildiği gibi haftada birkaç kere de yaşanabilir.  Bazı kadınlar ise menopoz belirtilerini hiç yaşamadan atlatabilirler. Menopozda görülen diğer belirtiler ise şu şekilde sıralanabilir:

*İdrar torbasının esnekliği azalacağı için gece idrara sık çıkma, idrar kaçırma, idrar yaparken yanma

*Vajina kayganlığında azalma ve kuruluk oluşumu nedeniyle cinsel ilişkide ağrı

*Cinsel isteksizlik

*Göbek çevresinde yağlanma ve kilo alımı

*Menopozda artan yaşlanma korkusu ile psikolojik rahatsızlıklar

GEBELİĞİ ENGELLEMEZ

Erken menopoz yani prematür over yetmezliği, gerçek menopozdan biraz farklıdır. Beklenen yaşta menopoza giren bir kadının doğurganlığı tamamen son bulur. Ancak prematür over yetmezliği yumurta hücrelerinin tükenmesi nedeniyle oluştuğu için kadının kendiliğinden ya da bazı kısırlık tedavileri ile hamile kalma şansı oldukça düşük olmakla birlikte doğurganlığı tamamen sona erer. Bu kadınlarda gebelik sağlanabilmesi için eğer altta yatan bir neden tespit edilmişse öncelikle onun tedavisi yapılmalıdır. Son olarak donör oosit (yumurta bağışı) ile tüp bebek yöntemi hakkında bilgi verilmelidir.

EN BÜYÜK DOSTU SİGARA

Menopoz, kadının yaş alması ile gelişen kaçınılmaz bir durumdur. Menopoz belirtilerinin birçoğu zamanla geçecektir. Menopozu önlemenin ya da durdurmanın tıbbi olarak bir yolu yoktur ancak her kadın kendi vücut saatine göre bunu geciktirebilir. Erken yaşta menopoza girmemek için öncelikle sağlıklı bir yaşam sürmek gerekmektedir. Bunun için; sağlıksız üretilen hazır gıdalardan mümkün olduğunca uzak durulmalı, trans yağ tüketilmemeli, sebze-meyve ağırlıklı beslenilmeli, alkolden uzak durulmalı, düzenli ve tek eşli bir cinsel hayat sürülmeli, stressiz bir yaşam tercih edilmeli, spor yapılmalı ve sigara içilmemelidir. Kadın vücudunun östrojen hormonunu salgılama yeteneğini azaltan sigara, yumurtalıkların kendi doğal zamanından önce fonksiyonlarının tükenmesine ve sonuç olarak daha erken yaşta menopoza girilmesine neden olur.

BU TESTLERİ MUTLAKA YAPTIRIN

Menopozda, östrojen hormonu eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan şiddetli ateş basmaları,  hormon replasman tedavisi (HRT) ile etkili bir şekilde giderilebilir. Günümüzde şikayeti olmayan kadınlara rutin hormon tedavisi genellikle önerilmemektedir. Hormon replasman tedavisinde çoğu durumda östrojen ve progesteron hormonları birlikte verilmektedir. Tedaviye progesteron hormonu eklenmesinin amacı östrojen hormon tedavisinin tek başına verilmesi durumunda artan rahim kanseri riskinin bertaraf edilmesidir. HRT planlandığında; kapsamlı bir jinekolojik muayene, pap-smear, organların işlevlerinin iyi olduğunu gösteren çeşitli kan ve idrar incelemeleri, mamografi ve meme ultrasonografisi mutlaka yapılmalı, mümkün olan durumlarda kemik yoğunluğu ölçümü de bunlara eklenmelidir.

MENOPOZ İÇİN 7 ÖNERİ

1) Menopoz dönemini doğal bir süreç olarak düşünün, kabullenin ve bu süreçte de kendinizle barışık olun.

2) Ailenizden, arkadaşlarınızdan ve yakın çevrenizden destek beklediğinizi onlarla paylaşın.

3) Doktor kontrollerinizi aksatmayın ve tüm sıkıntılarınızı doktorunuzla paylaşın.

4) İhtiyaç duyuyorsanız psikolojik yardım almaktan çekinmeyin.

5) Düzenli egzersiz, yoga veya meditasyon yapın.

6) Sağlıklı ve dengeli beslenin.

Keyfini çıkarın!

Regl dönemleriniz artık tatile denk gelmeyecek, kıyafetlerinizi kontrol etmek zorunda kalmayacaksınız, her ay yaşadığınız regl ağrıları artık olmayacak, doğum kontrol yöntemlerine de ihtiyaç duymayacağınız bu dönemin keyfini çıkarın. Sözcü

Bağışıklık sistemini güçlendiren 14 adım

Bu kış ilaç kullanmak istemiyorsanız, şimdiden önleminizi alın. Diyetisyen Elif Yıldız, bağışıklık sistemini güçlendirmenin en iyi önlem olduğunu belirtti ve adımlarını sıraladı.


“Artık, ilaçsız hastalık geçmez gibi düşünmeye başladık” diyen Dermaklinik Estetik Ve Güzellik Merkezinden Diyetisyen Elif Yıldız, aslında bizi ayakta tutan şeyin ilaçlar değil sağlam bir bağışıklık sistemi olduğunun altını çizdi. Peki bu sistemi güçlendiren adımlar neler?

Yıldız, “İlaçların doğadan gelsin, doğal besinler olsun. Sebze ve meyvelerden, içtiğimiz sudan, yediğimiz yoğurttan gelsin… Doğru gıdayı doğru şekilde ve miktarda kullanırsak, bağışıklık sistemimiz de kuvvetli olur. Bağışıklık sistemimiz; vücudumuzu hastalıklara karşı koruyan, mikrop ve hastalıkları fark edip yok etmeye çalışan sistemdir. Eğer bu sistemi güçsüz bırakırsak, mikroplarla savaşamaz ve hastalıklar beraberinde gelir. Ancak unutmamak gerekir ki stres de bağışıklık sistemini baskılayan en önemli faktörlerden bir tanesidir” diye konuştu.

Diyetisyen Elif Yıldız bağışıklık sistemini güçlendirmenin 14 yolunu şöyle sıraladı:

1) Bol bol su için. Günde en az 8-10 bardak su içmek bağışıklık sisteminizi hastalıklara karşı korur. İçtiğiniz suyun içeriğine bakmayı ihmal etmeyin. Sağlık Bakanlığının araştırmalarından geçmiş olmasına özen gösterin.

2) Sarımsak ve soğan iki harika sebzedir bağışıklık sistemi için. Antibiyotik özelliğine sahiptir. Elbette yemeklerimize soğan ve sarımsak kullanıyoruz. Ancak salatalarımıza çiğ soğan ya da yoğurtlarımıza çiğ sarımsak koymak bu iki sebzeden daha iyi faydalanmamızı sağlar.

3) Mevsiminde sebze tüketin. Kışın ortasında domates salatalık yerine havuç ya da maydanoz tüketebilirsiniz mesela. Vitamin deposu olan ıspanağı pişirmek yerine salatasını yapabilirsiniz.

Haşlayarak yediğiniz brokoli ve karnabaharı dakikalarca haşlamak yerine yarı çiğ olarak bırakırsanız daha sağlıklı pişirmiş olursunuz.

4) Yarı çiğ haşlanmış sebzelerinizin üzerine sarımsaklı yoğurt iyi bir alternatiftir. Hem sarımsak hem sebze hem de yoğurt tüketmiş olursunuz.

5) Mevsim meyvesi tüketin. İlaç poşetleri ile gezmek yerine; kivi, mandalina, nar, portakal, trabzon hurması gibi bol C vitamini içeren meyveler tüketebilirsiniz. Ancak meyve tüketirken dikkat edilmesi gereken, doğradığınız meyveyi bekletmeden yemeniz. Doğranmış ve soyulmuş meyvede bekledikçe vitamin kaybı olur. Bir diğer önemli nokta meyvenin suyundan ziyade kendisini tüketmektir. Meyve posası da bizim için önemli unutmayın.

6) Kefir: Araştırmalar gösteriyor ki probiyotik içerikli gıdalar bağışıklık sistemimiz için çok faydalı.

Bu sebeple probiyotikten zengin kefiri günlük hayatımıza koymak hastalıklardan korunmak için çok önemlidir.

7) Yoğurt: Kefir gibi probiyotikten zengin bir gıdadır. Günde 2 kase yoğurt hem bağışıklığımıza destek olur hem de uzun süre tok tutar. Ancak önerim ev yoğurdu tüketmenizdir.

8) Zerdeçal: Son zamanlarda üzerinde birçok araştırma yapılmış ve sağlık üzerine etkileri kanıtlanmış bir baharattır. Özellikle kansere karşı korur ve kanser tedavisinde faydalıdır. Bağışıklık sistemini güçlendirmek kansere yakalanma açısından çok önemlidir. Yemeklerinize pişmeye yakın 1 çay kaşığı zerdeçal koyun.

9) Zencefil: Hastalıklara karşı koruyan bir baharattır. Toksinlerin dışarı atılmasına yardımcı olur.

10) Omega 3: Haftada 2 gün balık tüketin. Balık içindeki omega 3 bağışıklık sistemini kuvvetlendiren en önemli yağlardan biridir. Balık tüketemediğiniz zamanlarda da muhakkak balık yağı kapsüllerinden kullanın (Kan sulandırıcı kullanıyorsanız doktorunuza danışın.)

11) Yumurta: Yumurta en kaliteli protein içeren besindir. Protein alımı da bağışıklık sistemini güçlendirir. Ancak yerlerde gezinen tavuk yumurtası yani doğal yumurta tüketmeniz gerektiğini vurgulamak isterim. Eğer doğal bulabilirseniz haftada 3-4 gün tüketebilirsiniz. (kolesterol yüksekliğiniz varsa doktorunuza danışın)

12) Kinoa: Vitamin ve mineral deposudur. Salatalarınıza koyacağınız 1 fincan kinoa bağışıklığınızı destekleyecektir.

13) Kateşin: Kateşin yeşil çayın etken maddesidir. Yapılan bir araştırmaya göre kanser hücrelerinde kurkumin (zerdeçalın etken maddesi) ve kateşinin sinerjik (karşılıklı olumlu) etkisi üzerinde çalışılmış. Bu iki gıda, kanser hücrelerinin büyümesini engellenmiştir. Her iki gıdada çok önemlidir.

Bu yüzden, bağışıklığımızı desteklemek amaçlı yeşil çay tüketimine özen göstermeliyiz. (Tiroid hastalığınız varsa doktorunuza danışın)

14) Sresten uzak durun ya da stresle baş etme yolları bulun”.