Prof. Dr. Hüsnü Çelik, "Östrojenin tek başına kullanılması, obezite, meme kanseri olup tamoksifen kullanan olgular, erken yaşta adetleri başlayan ve geç döneme kadar devam eden kadınlar (52 yaş ve ilerisi geç menopozdur), artan yaş, bazı kanser tiplerinin daha fazla olduğu kadınlar, doğurmamış, infertil kadınlar, şeker hastalığı ve yüksek tansiyonu bulunan kadınlar risk altındadır" dedi.
Kadınlarda en sık görülen kanser türü olan rahim kanserinin görülme sıklığının, dünyadaki endüstriyel gelişmeye paralel olarak her geçen gün arttığı bildirildi.
Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Jinekolojik Onkoloji Bölümü Uzmanı Prof. Dr. Hüsnü Çelik, rahim kanserinin kadınlarda en fazla görülen kanser türü olduğunu söyledi.
Rahim içerisindeki endometrium tabakasından kaynaklandığı için 'Endometrium kanseri' olarak bilinen hastalığın, endüstriyel açıdan gelişmiş ülkelerde daha fazla ortaya çıktığını kaydeden Prof. Dr. rahim kanserinin, zengin ülke insanlarında daha fazla görüldüğünü ileri sürdü Prof. Dr. Hüsnü Çelik, "Dünyadaki endüstriyel gelişmeye paralel olarak görülme sıklığı gittikçe artmaktadır. Ülkemizdeki ekonomik ve endüstriyel gelişmeye bağlı olarak bizde de sıklığı gittikçe artmaktadır" dedi.
40 yaşından 65 yaşına kadar olan dönemin, hastalığın en fazla tespit edildiği dönem olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Çelik, "Tanı konulduğu anda hastaların yaklaşık yüzde 70'inde hastalık rahimle sınırlıdır. Yüzde 20'sinde lenf bezlerine yayılmış, yüzde 10'unda ise uzak bölgelere yayılmış olarak karşımıza çıkmaktadır" ifadelerini kullandı.
Rahim kanserlerinin hepsinin aynı tip olmadığını belirten Prof. Dr. Çelik, bazıları oldukça saldırgan özelliğe sahipken, bazılarının daha yavaş ilerlediğine dikkat çekti. Çelik, tip 1 ve tip 2 olarak adlandırılan bu kanserlerin tedavilerinin de kısmi farklılıklar içerdiğini kaydetti.
Prof. Dr. Çelik, "Östrojenin tek başına kullanılması, obezite, meme kanseri olup tamoksifen kullanan olgular, erken yaşta adetleri başlayan ve geç döneme kadar devam eden kadınlar (52 yaş ve ilerisi geç menopozdur), artan yaş, bazı kanser tiplerinin daha fazla olduğu kadınlar, doğurmamış, infertil kadınlar, şeker hastalığı ve yüksek tansiyonu bulunan kadınlar risk altındadır" dedi.
Öte yandan, kombine hormon replasman tedavisi, son doğumun geç yaşlarda yapılmış olması, sigara, fiziksel aktivite, kahve ve çayın rahim kanseri riskini azalttığına dair çalışmalar bulunduğunu dile getiren Prof. Dr. Hüsnü Çelik, "Ancak, hemen vurgulanmalıdır ki; sigaranın bu kanseri azaltıyor gözükmesi, sigara kullanımını tavsiye etmek anlamına gelmez. Sigara açıkça sağlığa zararlıdır ve kullanımı asla önerilmez, önerilemez" diye konuştu.
Hangi diyet faktörünün tek başına riski ne kadar arttırdığı ya da azalttığına dair bir yargıya varmanın da oldukça zor olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Çelik, şunları söyledi: "Endometrium kanserinde temel mekanizma artmış östrojen düzeyleridir. Özellikle tip 1 kanserlerdeki olay rahim içi tabakanın östrojen tarafından kesintisiz uyarılmasıdır. Bunun için gerekli östrojen dışarıdan alınabildiği gibi, 'endojen' dediğimiz, vücudun kendisinin ürettiği östrojen de olabilir. Obezitedeki çevresel yağ dokusu, endojen östrojen düzeylerini artırarak rahim içi tabakayı uyarmaktadır. Bu da kansere neden olabilmektedir."
Prof. Dr. Hüsnü Çelik, çoğu hastada ilk bulgunun, menopozdan sonra oluşan kanamalar olduğunu belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü: "Menopoz öncesi kadınlarda ise adet düzensizlikleri ya da ultrason ile tespit edilen rahim içi kalınlaşmalar ilk bulgu olabilmektedir. Ancak, bu bulgular her zaman kanser olduğu anlamına gelmez fakat mutlaka doktor tarafından değerlendirmeyi gerektirir."
Hastalığın tedavi yöntemlerine de değinen Prof. Dr. Çelik, "Rahim kanserinin tedavisi, doğurganlığını tamamlamış kadınlar için rahim ve yumurtalıkların çıkarılmasıdır. Buna ilaveten, gerekli görüldüğü durumlarda lenf bezleri de çıkarılarak kanserin bu alanlara yayılıp yayılmadığı konusunda bilgi sahibi olunması gerekebilir. Bazı seçilmiş durumlarda, çocuğu olmayan, ya da çocuk sayısını tamamlamamış kadınlarda ameliyat yapılmadan hormonal tedavi kullanılabilir. Ancak standart değildir ve sadece belli durumlarda kullanılabilir" diye konuştu. cnntürk
30 Temmuz 2016 Cumartesi
Gebelikteki kaşıntıları ciddiye alın
Gebelik döneminde vücutta meydana gelen değişiklikler cildin kurumasına ve gerilmesine bağlı olarak kaşıntı yapabiliyor. Ancak bu kaşıntılar her zaman masum değil.
Ciddi hastalıkların habercisi olabilen sık ve yoğun kaşıntılara karşı uzmanlar uyarıyor. Geç müdahale edildiğine, gebelik kolestazı denilen bu kaşıntılar erken doğum ya da bebe ölümlerine kadar pek çok tehlikeli sonuçlara neden olabiliyor. Kaşıntıların sebepleri hakkında bilgiler veren Central Hospital'dan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Opr. Dr. Cengizhan Kolata,“Çevresel, hormonal ve genetik faktörler gebelik kolestazının sebepleri arasında sayılabilir. Bu sağlık problemine ise, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü hamileliklerde daha sık rastlanır.” diyor.
CİLTTE BİRİKEN SAFRA TUZU NEDEN OLUYOR
Gebelik kolestazı, gebeliğe bağlı bir karaciğer problemi olarak tanımlanırken, safra tuzlarının ciltte birikmesi sonucu görülür. Anne adayının ciddi kaşıntılar yaşamasına yol açan fakat vücutta herhangi bir döküntüye neden olmayan kolestaz, genellikle gebeliğin son 6 ayında yaşanır. Fakat ilk 3 ayında da ortaya çıkabilir.
KAŞINTIDAN BAŞKA BELİRTİLERİ DE VAR
Gebelik kolestazının en belirgin tanısı, döküntü oluşturmadan yaşattığı kaşıntıdır. Bu kaşıntılar vücudun tamamında hissedilebileceği gibi, yalnızca karın bölgesi, ayaklar ve avuç içlerinde de yoğun bir şekilde görülebilir. Kaşıntının yanı sıra idrar renginde koyulaşma, gaita (dışkı) renginde açılma, gözlerin ve derinin sarı renge dönüşmesi gibi belirtiler de gözlemlenebilir. Tüm bunlara ek olarak bulantı, kusma, karın ağrısı kolestaz belirtilerine eşlik eden diğer semptomlardır.
RİSK GENETİK OLARAK TAŞINIYOR
Ortalama olarak her 100 gebenin 3'ünde karaciğer ile ilgili rahatsızlığa rastlanıyor. Bu da yüzde 3'lük bir orana tekabül ediyor. Gebelik kolestazının sebepleri arasında ise çevresel, hormonal ve genetik faktörler sayılabiliyor. Yani aile geçmişinde kolestaz vakası bulunan gebeler daha fazla risk taşıyabiliyor. Ayrıca bu sağlık problemine, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü hamileliklerde daha sık rastlanıyor.
GEBELİK KOLESTAZI İÇİN BAŞKA BELİRTİLER DE GEREKİYOR
Gebelik kolestazından şüphelenildiğinde tanı konulabilmesi için yalnız anne adayındın yaşadığı kaşıntı yeterli olmaz. Kaşıntının yanı sıra, karaciğer enzimlerinde ve safra asitlerinde artışın var olması gerekir. Fakat bazen safra asitleri kaşıntıdan 15 hafta sonra dahi artış gösterebiliyor. Bu nedenle kaşıntı şikayetiyle başvuran gebeler, haftalık olarak karaciğer tetkiki ile takip altında tutulmalıdır. Tanıyı netleştirmek için ise, birtakım incelemelerle mevcut tabloya başka herhangi bir karaciğer hastalığının eşlik edip etmediği kesinleştirilmelidir.
ÖLÜMCÜL RİSKLER BARINDIRIYOR
Kolestaz, anne adayında çeşitli risk faktörlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bunların en önemlisi kaşıntı sebebiyle anne adayının vücudunda oluşabilen kalıcı izler ve yaralardır. Ayrıca doğum sonrasında K vitamini yetersizliği ilişkili kanama durumu da yaşanabilir.
Gebelik kolestazı, anne kadar bebek için de risk taşıyan bir sorundur. Eğer anne adayı, kolestaz belirtilerini fark etmez ve gereken önlemleri almazsa erken doğum ya da mekonyum (bebeğin anne karnında kakasını yapması) problemi yaşanabilir. Diğer yandan bebek anne karnında oksijensiz (asfiktik) kalabilirken, bebek ölümüyle de karşılaşılabilir. Kolestaz bebek için hayati tehlike oluşturabileceğinden doğum 37-38. haftalarda yaptırılır ve anne adayı doğuma kadar yakın takip altına alınır.
GENELLİKLE SON 6 AYDA GÖRÜLÜYOR
Genel olarak gebeliğin östrojen hormonlarının artış gösterdiği son 6 ayında ortaya çıkan gebelik kolestazı, çoğunlukla doğumdan kısa bir süre sonra kaybolur. Fakat bu hastalar, ileriki dönemlerde alacakları ilaçlara çok dikkat etmelidir. Bilhassa doğum kontrol hapları kullanmaları gerektiğinde östrojen içermeyen seçenekleri tercih etmeye özen göstermelidir. Kolestaz problemi, doğumdan sonra hızla düşüş gösterirken, karaciğerde kalıcı herhangi bir hasara da yol açmaz. Fakat 3 ay içerisinde şikayetlerde bir düzelme olmazsa mutlaka uzman bir hepataloğa başvurulmalıdır.
İKİNCİ GEBELİKTE DE GÖRÜLEBİLİYOR
Gebelik kolestazı atlatan anne adaylarının sonraki gebeliklerinde yine aynı problemi yaşabilme ihtimali olabilir. Hastalığın diğer gebeliklerde tekrarlanma olasılığı ise yüzde 60-90 oranındadır. Bu sebeple anne adayının karaciğerinin çalışma durumu düzenli kan testleriyle kontrol edilmelidir.
TEDAVİSİ VAR MI?
Gebelik kolestazı tedavisine öncelikle anne adayındaki kaşıntı rahatlatılarak ve oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilerek başlanır. Kaşıntının rahatlatılması için ise anne adayına gerekli ilaç tedavisi uygulanır. Kaşıntı için mentollü kremler de kullanılabilir. Ayrıca kaşıntıyla birlikte doğum sonrası kanamaya karşın da K vitamini takviyesi yapılır.
Ciddi hastalıkların habercisi olabilen sık ve yoğun kaşıntılara karşı uzmanlar uyarıyor. Geç müdahale edildiğine, gebelik kolestazı denilen bu kaşıntılar erken doğum ya da bebe ölümlerine kadar pek çok tehlikeli sonuçlara neden olabiliyor. Kaşıntıların sebepleri hakkında bilgiler veren Central Hospital'dan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Opr. Dr. Cengizhan Kolata,“Çevresel, hormonal ve genetik faktörler gebelik kolestazının sebepleri arasında sayılabilir. Bu sağlık problemine ise, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü hamileliklerde daha sık rastlanır.” diyor.
CİLTTE BİRİKEN SAFRA TUZU NEDEN OLUYOR
Gebelik kolestazı, gebeliğe bağlı bir karaciğer problemi olarak tanımlanırken, safra tuzlarının ciltte birikmesi sonucu görülür. Anne adayının ciddi kaşıntılar yaşamasına yol açan fakat vücutta herhangi bir döküntüye neden olmayan kolestaz, genellikle gebeliğin son 6 ayında yaşanır. Fakat ilk 3 ayında da ortaya çıkabilir.
KAŞINTIDAN BAŞKA BELİRTİLERİ DE VAR
Gebelik kolestazının en belirgin tanısı, döküntü oluşturmadan yaşattığı kaşıntıdır. Bu kaşıntılar vücudun tamamında hissedilebileceği gibi, yalnızca karın bölgesi, ayaklar ve avuç içlerinde de yoğun bir şekilde görülebilir. Kaşıntının yanı sıra idrar renginde koyulaşma, gaita (dışkı) renginde açılma, gözlerin ve derinin sarı renge dönüşmesi gibi belirtiler de gözlemlenebilir. Tüm bunlara ek olarak bulantı, kusma, karın ağrısı kolestaz belirtilerine eşlik eden diğer semptomlardır.
RİSK GENETİK OLARAK TAŞINIYOR
Ortalama olarak her 100 gebenin 3'ünde karaciğer ile ilgili rahatsızlığa rastlanıyor. Bu da yüzde 3'lük bir orana tekabül ediyor. Gebelik kolestazının sebepleri arasında ise çevresel, hormonal ve genetik faktörler sayılabiliyor. Yani aile geçmişinde kolestaz vakası bulunan gebeler daha fazla risk taşıyabiliyor. Ayrıca bu sağlık problemine, çoğul gebeliklerde ve 35 yaş üstü hamileliklerde daha sık rastlanıyor.
GEBELİK KOLESTAZI İÇİN BAŞKA BELİRTİLER DE GEREKİYOR
Gebelik kolestazından şüphelenildiğinde tanı konulabilmesi için yalnız anne adayındın yaşadığı kaşıntı yeterli olmaz. Kaşıntının yanı sıra, karaciğer enzimlerinde ve safra asitlerinde artışın var olması gerekir. Fakat bazen safra asitleri kaşıntıdan 15 hafta sonra dahi artış gösterebiliyor. Bu nedenle kaşıntı şikayetiyle başvuran gebeler, haftalık olarak karaciğer tetkiki ile takip altında tutulmalıdır. Tanıyı netleştirmek için ise, birtakım incelemelerle mevcut tabloya başka herhangi bir karaciğer hastalığının eşlik edip etmediği kesinleştirilmelidir.
ÖLÜMCÜL RİSKLER BARINDIRIYOR
Kolestaz, anne adayında çeşitli risk faktörlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bunların en önemlisi kaşıntı sebebiyle anne adayının vücudunda oluşabilen kalıcı izler ve yaralardır. Ayrıca doğum sonrasında K vitamini yetersizliği ilişkili kanama durumu da yaşanabilir.
Gebelik kolestazı, anne kadar bebek için de risk taşıyan bir sorundur. Eğer anne adayı, kolestaz belirtilerini fark etmez ve gereken önlemleri almazsa erken doğum ya da mekonyum (bebeğin anne karnında kakasını yapması) problemi yaşanabilir. Diğer yandan bebek anne karnında oksijensiz (asfiktik) kalabilirken, bebek ölümüyle de karşılaşılabilir. Kolestaz bebek için hayati tehlike oluşturabileceğinden doğum 37-38. haftalarda yaptırılır ve anne adayı doğuma kadar yakın takip altına alınır.
GENELLİKLE SON 6 AYDA GÖRÜLÜYOR
Genel olarak gebeliğin östrojen hormonlarının artış gösterdiği son 6 ayında ortaya çıkan gebelik kolestazı, çoğunlukla doğumdan kısa bir süre sonra kaybolur. Fakat bu hastalar, ileriki dönemlerde alacakları ilaçlara çok dikkat etmelidir. Bilhassa doğum kontrol hapları kullanmaları gerektiğinde östrojen içermeyen seçenekleri tercih etmeye özen göstermelidir. Kolestaz problemi, doğumdan sonra hızla düşüş gösterirken, karaciğerde kalıcı herhangi bir hasara da yol açmaz. Fakat 3 ay içerisinde şikayetlerde bir düzelme olmazsa mutlaka uzman bir hepataloğa başvurulmalıdır.
İKİNCİ GEBELİKTE DE GÖRÜLEBİLİYOR
Gebelik kolestazı atlatan anne adaylarının sonraki gebeliklerinde yine aynı problemi yaşabilme ihtimali olabilir. Hastalığın diğer gebeliklerde tekrarlanma olasılığı ise yüzde 60-90 oranındadır. Bu sebeple anne adayının karaciğerinin çalışma durumu düzenli kan testleriyle kontrol edilmelidir.
TEDAVİSİ VAR MI?
Gebelik kolestazı tedavisine öncelikle anne adayındaki kaşıntı rahatlatılarak ve oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilerek başlanır. Kaşıntının rahatlatılması için ise anne adayına gerekli ilaç tedavisi uygulanır. Kaşıntı için mentollü kremler de kullanılabilir. Ayrıca kaşıntıyla birlikte doğum sonrası kanamaya karşın da K vitamini takviyesi yapılır.
FETÖ operasyonlarında kapatılan hastaneler
FETÖ operasyonları sağlıkta büyük bir deprem etkisi yarattı. İşte OHAL kapsamında kapatılan hastaneler ve gözaltına alınan sağlıkçıların listesi...
15 Temmuz darbe girişiminden sonra askeri ve sivil birçok devlet kuruluşunda ve özel işletmelerde deprem etkisi yaratan operasyonlar başlatıldı. Yapılan operasyonlarda binlerce asker, devlet çalışanı, öğretmen ve sağlıkçı tutuklandı, gözaltına alındı ya da görevden alındı. Buna bağlı olarak Sağlık Bakanlığı’nın yürüttüğü çalışmalarda ise FETÖ ile irtibatı olan toplam binlerce sağlıkçı görevinden uzaklaştırıldı.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ yaptığı açıklamada, yoğun olarak bir çalışma yürüttüklerini ve 115’i yönetici, bin 504’ü hekim olmak üzere 5 bin 581 kişi Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırıldığını belirtti.
FETÖ OPERASYONLARINDA İL İL KAPATILAN HASTANELER
Ankara:
Özel Gümüşiğne Fizik Tedavi ve Rehabiliyasyon Tıp Merkezi
Akpol Tıp Merkezi
Nurlu Göz Hastanesi
Sincan Bilgi Tıp Merkezi
Turgut Özal Üniversitesi Dializ Merkezi
Turgut Özal Üniversitesi S.U.A.M Özel Rentıp Hastanesi
İstanbul:
Fatih Üniversitesi Sema U.A Merkezi
Özel Burç Genetik Hastalıkları ve Tanı Merkezi
Özel İstanbul Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi
Özel Donegen Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi
İzmir:
İzmir Şifa Üniversitesi Bornova Diyaliz Merkezi
Şifa Üniversitesi Bornova Sağlık Uygulamaları Araştırma Merkezi
Konya:
Mevlana Üniversitesi
Mevlana Üniversitesi Dializ Merkezi
Şanlıurfa:
Özel Anadolu Göz Hastalıkları Dal Merkezi
Özel Ufuk Tıp Merkezi
Özel Ailemiz Tıp Merkezi
Özel Baran Tıp Merkezi
Özel Doğa Tıp Merkezi
Özel HarranMed Kadın Hastalıkları ve Doğum Dal Merkezi
Özel Kurtuluş Dahiliye Dal Merkezi
Özel OSM Ortadoğu Hastanesi
Özel Urfa FTR Dal Merkezi
Özel Uzmanlar Tıp Merkezi
Sakarya:
Özel Altınova Hastanesi
Bursa:
Özel Bahar Hastanesi
Özel Rentıp Hastanesi
Kayseri:
Hacettepe FTR Merkezi
Özel Kayseri Göz Hastanesi
Erzurum:
Özel Erzurum Şifa Hastanesi
Özel Şifa Diyaliz Merkezi
Kütahya:
Özel Kütahya Kent Hastanesi
Gaziantep:
Özel Primer Hospital Hastanesi
Van:
Özel İstanbul Kadın Doğum ve Cerrahi Hastanesi
DARBE SORUŞTURMASI KAPSAMINDA İL İL GÖREVDEN ALINAN SAĞLIK ÇALIŞANLARI
Bolu: Bolu Valiliği'nden edilen bilgiye göre, Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın başlattığı soruşturma kapsamında 46 sağlık çalışanı görevden uzaklaştırıldı. Açığa alınan sağlık çalışanlarının 20’sinin doktor, 26'sının ise hemşire ve sağlık çalışanı olduğu ifade edildi.
İstanbul: Görevden alınan yöneticiler
İstabul T.C. S.B. Fatih Bölgesi KHB. SBÜ. İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Başhekim Ümran Çetinçelik
İstabul T.C. S.B. Bakırköy Bölgesi KHB. SBÜ. Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastç Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Başhekimi Mehtap Delice
İstabul T.C. S.B. Bakırköy Bölgesi KHB. SBÜ. Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastç Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hastane yöneticisi Erhan Kurt
Denizli: Denizli Valiliğinden yapılan açıklamaya göre, Denizli Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği’nden 15 doktor ve 62 sağlık personeli, İl Halk Sağlığı Müdürlüğü’nden 16 doktor ve 16 sağlık personeli, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan 1 doktor, 12 sağlık personeli, İl Sağlık Müdürlüğü’nden 1 doktor ve 10 sağlık personeli görevlerinden uzaklaştırıldı.
Nevşehir: Soruşturma kapsamında Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğine bağlı hastanelerde görev yapan 7 uzman doktor, 27 sağlık memuru olmak üzere 34 kişi açığa alınmış oldu.
Isparta: İl Sağlık Müdürlüğünden 79 kişi görevlerinden uzaklaştırıldı.
Konya: Konya İl Sağlık Müdürü Yrd. Doç. Dr. Hasan Küçükkendirci, darbe girişiminin ardından OHAL kapsamında kamuya devredilen FETÖ/PDY unsurlarınca yaptırılan 17 katlı 400 yataklı hastane binasının kadın hastalıkları ve çocuk hastanesi olması için Sağlık Bakanlığı'na teklif sunduklarını söyledi.
Çanakkale: Sağlık Müdürlüğü’nden 10 kişi görevden uzaklaştırıldı.
Bayramiç’te 1 sağlık hizmetleri müdürü ve 1 hemşire görevden uzaklaştırıldı.
Zonguldak: FETÖ soruşturması kapsamında Alaplı Devlet Hastanesi'nde bir kişi, Alaplı Toplum Sağlık merkezi ile Sağlık Müdürlüğünde ise 3 kişi polis ekiplerince gözaltına alındı.
Gaziantep: OHAL’i kapsayan Kanun Hükmünde Kararnameyle, FETÖ’ye finansman sağladığı gerekçesiyle daha önce kayyum atanan Primer Hastanesi, Kamu Hastaneler Birliği’ne devredilerek, Dr. Ersin Arslan Eğitim ve Araştırma Hastanesi ek binası olarak hizmete başladı.
Malatya: Akçadağ Toplum Sağlık Merkezi TSM’de görev yapan bir Aile Hekimi ile Akçadağ Devlet Hastanesi’nde görev yapan bir sağlık memuru görevden el çektirildi.
Elazığ: 16’sı doktor, 2’si dişçi olmak üzere toplam 43 sağlık çalışanı görevden uzaklaştırıldı.
Samsun: FETO/PDY soruşturması kapsamında, Kamu Hastaneleri Birliği, Halk Sağlığı Müdürlüğü ve İl Sağlık Müdürlüğü’ne bağlı olan ve içlerinde doktorların da bulunduğu 120 personeli açığa alındı.
Manisa: Kula’da Sağlık Grup Başkanlığında 1 doktor, 1 hemşire, Devlet Hastanesinde 1 hemşire, 1 röntgen teknisyeni olmak üzere 4 sağlık personeli açığa alındı.
Manisa İl Halk Sağlığı Müdürü Ziya Tay’ın da bulunduğu 150 sağlık çalışanı açığa alındı.
Eskişehir: FETÖ/PDY’ye yönelik başlatılan soruşturma kapsamında Eskişehir'de 2'si üst düzey yönetici olmak üzere 67’si doktor toplam 69 sağlık çalışanının açığa alındığı bildirildi.
Van: Darbe girişimi sonrası Van’da başlatılan FETÖ/PDY soruşturması kapsamında bugün Van YYÜ Tıp Fakültesi’nde görevli 24 doçent görevden uzaklaştırıldı. Aynı soruşturma kapsamında Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Sevdegül Karadaş ise gözaltına alındı.
Van’daki kamu hastanelerinde görevli 20 personelin de açığa alındığı belirtildi. Görevden alınanlar arasında 3 uzman ve 1 pratisyen doktor bulunduğu belirtildi.
Iğdır: Iğdır Devlet Hastanesi'nde FETÖ ile bağlantılı oldukları tespit edilen 2 uzman doktor, bir aile hekimi, 3 hemşire ve 1 ebe olmak üzere toplam 7 sağlıkçı açığa alındı.
İzmir: İzmir’de, 2 sağlık kuruluşu hakkında kapatma kararı verildi. Kapatılan kurumlardan Şifa Üniversitesi’nin Bornova Hastanesi İzmir Kuzey Bölgesi Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği bünyesindeki Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne, üniversitesinin Diş Fakültesi Bornova Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi’ne, yine üniversitenin Karşıyaka’da bulunan ve şu an hizmet vermeyen polikliniği ise Çiğli Bölge Eğitim Hastanesi’ne bağlandı.
Bilecik: Bilecik Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreteri Burak Öztop ve Bilecik Devlet Hastanesi eski başhekimi ve halen Bilecik Devlet Hastanesinde görevli Hakan Yıldız açığa alındı.
Rize: Rize'de devam eden Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele kapsamında İl Sağlık Müdürlüğü'ne bağlı çalışan 2 doktor, 5 ebe, 7 hemşire, iki sağlık memuru ve 4 memur görevlerinden alındı.
Elazığ: Sağlık Bakanlığı tarafından Elazığ'daki çeşitli hastanelerde görevli 16'sı doktor, 2'si diş hekimi olmak üzere 43 sağlık çalışanının açığa alındığı öğrenildi.
Nevşehir: FETÖ/PDY terör örgütü tarafından 15 Temmuz Cuma günü yapılan darbe girişiminin ardından Nevşehir Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğine bağlı hastanelerde 2 uzman doktor, 13 sağlık memuru olmak üzere 15 kişi daha açığa alındı. Nevşehir'de bugüne kadar 36 sağlık çalışanı açığa alınmış oldu.
Aksaray: Halk Sağlığı İl Müdürlüğü bünyesinde doktor, ebe, hemşire, tıbbı sekreter olarak görev yapan 19 personel, Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği bünyesinde doktor, hemşire, sağlık memuru, tıbbi sekreter, laborant olarak görev yapan 34 personel, İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde acil tıp teknisyeni, tıbbı sekreter, şoför, sağlık memuru olarak görev yapan 6 personel görevden uzaklaştırılarak haklarında idari soruşturmalar başlatılmıştır.
Afyonkarahisar: Soruşturma kapsamında İl Halk Sağlığı Müdürlüğünde görevli 30 görevli personel açığa alındı.
Mersin: Mersin Bozyazı Devlet Hastanesinde, 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması kapsamında 2 hemşire ve 1 sağlık memuru olmak üzere 3 personel açığa alındı.
Bilecik: Bilecik Devlet Hastanesi eski müdürü ve Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği Mali Hizmetlerden Sorumlu Müdür Osman Nuri Arı gözaltına alındı.
Bursa: İl Sağlık Müdürlüğü’nden 2 kişi gözaltına alındı
Kırşehir: Ahi Evran Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde aralarında eski hastane müdürü ve eski diş hastanesi müdürünün de bulunduğu 26 kişi açığa alındı. Açığa alınanlar arasında doktor, ebe, hemşire, laborant, sağlık memuru da bulunuyor. Sözcü
15 Temmuz darbe girişiminden sonra askeri ve sivil birçok devlet kuruluşunda ve özel işletmelerde deprem etkisi yaratan operasyonlar başlatıldı. Yapılan operasyonlarda binlerce asker, devlet çalışanı, öğretmen ve sağlıkçı tutuklandı, gözaltına alındı ya da görevden alındı. Buna bağlı olarak Sağlık Bakanlığı’nın yürüttüğü çalışmalarda ise FETÖ ile irtibatı olan toplam binlerce sağlıkçı görevinden uzaklaştırıldı.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ yaptığı açıklamada, yoğun olarak bir çalışma yürüttüklerini ve 115’i yönetici, bin 504’ü hekim olmak üzere 5 bin 581 kişi Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırıldığını belirtti.
FETÖ OPERASYONLARINDA İL İL KAPATILAN HASTANELER
Ankara:
Özel Gümüşiğne Fizik Tedavi ve Rehabiliyasyon Tıp Merkezi
Akpol Tıp Merkezi
Nurlu Göz Hastanesi
Sincan Bilgi Tıp Merkezi
Turgut Özal Üniversitesi Dializ Merkezi
Turgut Özal Üniversitesi S.U.A.M Özel Rentıp Hastanesi
İstanbul:
Fatih Üniversitesi Sema U.A Merkezi
Özel Burç Genetik Hastalıkları ve Tanı Merkezi
Özel İstanbul Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi
Özel Donegen Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi
İzmir:
İzmir Şifa Üniversitesi Bornova Diyaliz Merkezi
Şifa Üniversitesi Bornova Sağlık Uygulamaları Araştırma Merkezi
Konya:
Mevlana Üniversitesi
Mevlana Üniversitesi Dializ Merkezi
Şanlıurfa:
Özel Anadolu Göz Hastalıkları Dal Merkezi
Özel Ufuk Tıp Merkezi
Özel Ailemiz Tıp Merkezi
Özel Baran Tıp Merkezi
Özel Doğa Tıp Merkezi
Özel HarranMed Kadın Hastalıkları ve Doğum Dal Merkezi
Özel Kurtuluş Dahiliye Dal Merkezi
Özel OSM Ortadoğu Hastanesi
Özel Urfa FTR Dal Merkezi
Özel Uzmanlar Tıp Merkezi
Sakarya:
Özel Altınova Hastanesi
Bursa:
Özel Bahar Hastanesi
Özel Rentıp Hastanesi
Kayseri:
Hacettepe FTR Merkezi
Özel Kayseri Göz Hastanesi
Erzurum:
Özel Erzurum Şifa Hastanesi
Özel Şifa Diyaliz Merkezi
Kütahya:
Özel Kütahya Kent Hastanesi
Gaziantep:
Özel Primer Hospital Hastanesi
Van:
Özel İstanbul Kadın Doğum ve Cerrahi Hastanesi
DARBE SORUŞTURMASI KAPSAMINDA İL İL GÖREVDEN ALINAN SAĞLIK ÇALIŞANLARI
Bolu: Bolu Valiliği'nden edilen bilgiye göre, Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın başlattığı soruşturma kapsamında 46 sağlık çalışanı görevden uzaklaştırıldı. Açığa alınan sağlık çalışanlarının 20’sinin doktor, 26'sının ise hemşire ve sağlık çalışanı olduğu ifade edildi.
İstanbul: Görevden alınan yöneticiler
İstabul T.C. S.B. Fatih Bölgesi KHB. SBÜ. İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Başhekim Ümran Çetinçelik
İstabul T.C. S.B. Bakırköy Bölgesi KHB. SBÜ. Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastç Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Başhekimi Mehtap Delice
İstabul T.C. S.B. Bakırköy Bölgesi KHB. SBÜ. Prof. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastç Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Hastane yöneticisi Erhan Kurt
Denizli: Denizli Valiliğinden yapılan açıklamaya göre, Denizli Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği’nden 15 doktor ve 62 sağlık personeli, İl Halk Sağlığı Müdürlüğü’nden 16 doktor ve 16 sağlık personeli, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan 1 doktor, 12 sağlık personeli, İl Sağlık Müdürlüğü’nden 1 doktor ve 10 sağlık personeli görevlerinden uzaklaştırıldı.
Nevşehir: Soruşturma kapsamında Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğine bağlı hastanelerde görev yapan 7 uzman doktor, 27 sağlık memuru olmak üzere 34 kişi açığa alınmış oldu.
Isparta: İl Sağlık Müdürlüğünden 79 kişi görevlerinden uzaklaştırıldı.
Konya: Konya İl Sağlık Müdürü Yrd. Doç. Dr. Hasan Küçükkendirci, darbe girişiminin ardından OHAL kapsamında kamuya devredilen FETÖ/PDY unsurlarınca yaptırılan 17 katlı 400 yataklı hastane binasının kadın hastalıkları ve çocuk hastanesi olması için Sağlık Bakanlığı'na teklif sunduklarını söyledi.
Çanakkale: Sağlık Müdürlüğü’nden 10 kişi görevden uzaklaştırıldı.
Bayramiç’te 1 sağlık hizmetleri müdürü ve 1 hemşire görevden uzaklaştırıldı.
Zonguldak: FETÖ soruşturması kapsamında Alaplı Devlet Hastanesi'nde bir kişi, Alaplı Toplum Sağlık merkezi ile Sağlık Müdürlüğünde ise 3 kişi polis ekiplerince gözaltına alındı.
Gaziantep: OHAL’i kapsayan Kanun Hükmünde Kararnameyle, FETÖ’ye finansman sağladığı gerekçesiyle daha önce kayyum atanan Primer Hastanesi, Kamu Hastaneler Birliği’ne devredilerek, Dr. Ersin Arslan Eğitim ve Araştırma Hastanesi ek binası olarak hizmete başladı.
Malatya: Akçadağ Toplum Sağlık Merkezi TSM’de görev yapan bir Aile Hekimi ile Akçadağ Devlet Hastanesi’nde görev yapan bir sağlık memuru görevden el çektirildi.
Elazığ: 16’sı doktor, 2’si dişçi olmak üzere toplam 43 sağlık çalışanı görevden uzaklaştırıldı.
Samsun: FETO/PDY soruşturması kapsamında, Kamu Hastaneleri Birliği, Halk Sağlığı Müdürlüğü ve İl Sağlık Müdürlüğü’ne bağlı olan ve içlerinde doktorların da bulunduğu 120 personeli açığa alındı.
Manisa: Kula’da Sağlık Grup Başkanlığında 1 doktor, 1 hemşire, Devlet Hastanesinde 1 hemşire, 1 röntgen teknisyeni olmak üzere 4 sağlık personeli açığa alındı.
Manisa İl Halk Sağlığı Müdürü Ziya Tay’ın da bulunduğu 150 sağlık çalışanı açığa alındı.
Eskişehir: FETÖ/PDY’ye yönelik başlatılan soruşturma kapsamında Eskişehir'de 2'si üst düzey yönetici olmak üzere 67’si doktor toplam 69 sağlık çalışanının açığa alındığı bildirildi.
Van: Darbe girişimi sonrası Van’da başlatılan FETÖ/PDY soruşturması kapsamında bugün Van YYÜ Tıp Fakültesi’nde görevli 24 doçent görevden uzaklaştırıldı. Aynı soruşturma kapsamında Van Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Sevdegül Karadaş ise gözaltına alındı.
Van’daki kamu hastanelerinde görevli 20 personelin de açığa alındığı belirtildi. Görevden alınanlar arasında 3 uzman ve 1 pratisyen doktor bulunduğu belirtildi.
Iğdır: Iğdır Devlet Hastanesi'nde FETÖ ile bağlantılı oldukları tespit edilen 2 uzman doktor, bir aile hekimi, 3 hemşire ve 1 ebe olmak üzere toplam 7 sağlıkçı açığa alındı.
İzmir: İzmir’de, 2 sağlık kuruluşu hakkında kapatma kararı verildi. Kapatılan kurumlardan Şifa Üniversitesi’nin Bornova Hastanesi İzmir Kuzey Bölgesi Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği bünyesindeki Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne, üniversitesinin Diş Fakültesi Bornova Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi’ne, yine üniversitenin Karşıyaka’da bulunan ve şu an hizmet vermeyen polikliniği ise Çiğli Bölge Eğitim Hastanesi’ne bağlandı.
Bilecik: Bilecik Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreteri Burak Öztop ve Bilecik Devlet Hastanesi eski başhekimi ve halen Bilecik Devlet Hastanesinde görevli Hakan Yıldız açığa alındı.
Rize: Rize'de devam eden Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele kapsamında İl Sağlık Müdürlüğü'ne bağlı çalışan 2 doktor, 5 ebe, 7 hemşire, iki sağlık memuru ve 4 memur görevlerinden alındı.
Elazığ: Sağlık Bakanlığı tarafından Elazığ'daki çeşitli hastanelerde görevli 16'sı doktor, 2'si diş hekimi olmak üzere 43 sağlık çalışanının açığa alındığı öğrenildi.
Nevşehir: FETÖ/PDY terör örgütü tarafından 15 Temmuz Cuma günü yapılan darbe girişiminin ardından Nevşehir Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğine bağlı hastanelerde 2 uzman doktor, 13 sağlık memuru olmak üzere 15 kişi daha açığa alındı. Nevşehir'de bugüne kadar 36 sağlık çalışanı açığa alınmış oldu.
Aksaray: Halk Sağlığı İl Müdürlüğü bünyesinde doktor, ebe, hemşire, tıbbı sekreter olarak görev yapan 19 personel, Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği bünyesinde doktor, hemşire, sağlık memuru, tıbbi sekreter, laborant olarak görev yapan 34 personel, İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde acil tıp teknisyeni, tıbbı sekreter, şoför, sağlık memuru olarak görev yapan 6 personel görevden uzaklaştırılarak haklarında idari soruşturmalar başlatılmıştır.
Afyonkarahisar: Soruşturma kapsamında İl Halk Sağlığı Müdürlüğünde görevli 30 görevli personel açığa alındı.
Mersin: Mersin Bozyazı Devlet Hastanesinde, 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması kapsamında 2 hemşire ve 1 sağlık memuru olmak üzere 3 personel açığa alındı.
Bilecik: Bilecik Devlet Hastanesi eski müdürü ve Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği Mali Hizmetlerden Sorumlu Müdür Osman Nuri Arı gözaltına alındı.
Bursa: İl Sağlık Müdürlüğü’nden 2 kişi gözaltına alındı
Kırşehir: Ahi Evran Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde aralarında eski hastane müdürü ve eski diş hastanesi müdürünün de bulunduğu 26 kişi açığa alındı. Açığa alınanlar arasında doktor, ebe, hemşire, laborant, sağlık memuru da bulunuyor. Sözcü
28 Temmuz 2016 Perşembe
Tüp bebek tedavisinde başarı için hastalar ne yapmalı?
Prof. Dr. Cem Fıçıcıoğlu tüp bebek tedavisi gören hastaların başarı için yapması gerekenler hakkında bilgi verdi.
Tüp bebek tedavisi uzun süren, çiftler için psikolojik olarak zahmetli ve fedakarlık gerektiren bir süreçtir. Bu sebeple de anne adayları başarı şansını arttırmak için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Bu süreçten defalarca geçmek, hem zaman hem de ekonomik olarak çifti yıpratabilecektir. Bu sebeple tüp bebek tedavisinde en yüksek faydayı sağlayabilmek için çiftler, gereken önlemleri almalıdır.
İlk olarak çiftlerin tedavi hakkında doğru kaynaklardan doğru bilgileri edinmeleri oldukça önemlidir. Bu aşamadan sonra güvenebilecekleri bir merkez bulmaları ve güvenebilecekleri bir doktorla tedaviye başlamaları gerekmektedir.Çiftin kafasında tüp bebek aşamaları ile ilgili sorular mevcut ise rahatlıkla sorabilir ve böylece gereksiz stres yaşanmamış olur.
Başarıyı etkileyen önemli faktörler:
Tüp bebekte başarı şansını etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. İlk olarak tedavinin uygulanacağı merkezin başarı oranlarına dikkat etmek gerekmektedir. Merkezin canlı doğum oranlarına bakılmalıdır. Tüp bebek ekibinin tecrübesi ve ilgisi de çiftin sakinleşmesini sağlayacak ve motivasyonunu arttıracak önemli faktörler arasındır. Tüp bebek tedavisinin başarılı olması için tedavi merkezinin fertilizasyon-laboratuarda döllenme başarı oranı değerlendirilmelidir. Bu oran tedavi merkezleri için %80 ve üzeri olmalıdır. Bunun altındaki oranlarda başarı gösteren tüp bebek merkezleri tercih edilmemelidir. Bknz: tüp bebek nasıl yapılır?
Merkezde, laboratuarda blastosiste yani 5.güne kadar giden embriyo oranıda önemlidir.
Embriyo dondurma oranı ve gebelik başarısı diğer önemli faktördür.
Tedaviyi olumsuz etkileyen en önemli faktörlerin başında stres gelmektedir. Stres hormonları ve üreme hormonları beyinde oldukça yakın konumlardadır. Stresin artması, üreme hormonlarını da etkilemektedir. Bu sebeple de tedavinin başarı şansı düşebilir. Gerekli durumlarda çift, profesyonel yardım almaktan çekinmemelidir.
Hamam, sauna gibi sıcak ortamlar hem sperm hem yumurta sağlığını olumsuz etkiler.
Ağır egzersizler de tedaviden 3 ay öncesinden itibaren başlayarak kesilmelidir.
Sigara içimi en az 2-3 ay öncesi bırakılmalıdır.
Tedaviye başlamadan önce sizinle konuşan,güvendiğiniz hekimin tüm işlemlerde olup olmayacağınıda sormak gerekir.
Tüp bebek merkezlerinin başarı oranları
Tüp bebek merkezlerinde başarıyı etkileyen en önemli faktörlerin başında, merkezin başarı oranları gelmektedir. Başarı oranlarında dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, canlı doğum oranlarıdır.
Bunun yanında tedavi süresince kendini güvende hissetmesi önemlidir.
Başarısız tüp bebek denemeleri
Tüp bebek tedavilerinde 3 kere başarısız olunması, tekrarlayan tüp bebek başarısızlıkları olarak geçmektedir. Bu durumda ek uygulamalardan yardım almak gerekmektedir. Bu yöntemler arasında; genetik tanı yöntemleri, yapay rahim uygulamaları, (çeşitli aşıların denenmesi) mevcuttur. Bu yöntemlerin dışında da gerekli uygulamalara başvurulabilmektedir. Başarısız tüp bebek durumunda önerilebilecek diğer bir yöntem blastokist transferi ve Mitoscore yöntemidir.
Başarısız tüp bebekte blastosist transferi
Blastosist transferi, hamilelik başarısını arttıran önemli faktörlerin başında gelir. Anne adayına transfer edilen embriyo sayısının az olduğu ve gerekli durumlarda uygulanan bu yöntem, çoğul gebeliklerin önüne geçilmesini sağlamaktadır. Blastosist transfere rağmen tüp bebek tedavisi başarılı olmamış ise; embriyonun genetik tanısı ve mitoscore testi çalışılmalıdır.Sperm seçiminde mikroçip uygulaması yapılmalıdır.
Başarısız tüp bebek tedavilerinde, ikinci denemeye geçilmeden önce başarısızlık sebepleri araştırılmalıdır.
Kaynak: http://www.cemficicioglu.com.tr
Tüp bebek tedavisi uzun süren, çiftler için psikolojik olarak zahmetli ve fedakarlık gerektiren bir süreçtir. Bu sebeple de anne adayları başarı şansını arttırmak için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Bu süreçten defalarca geçmek, hem zaman hem de ekonomik olarak çifti yıpratabilecektir. Bu sebeple tüp bebek tedavisinde en yüksek faydayı sağlayabilmek için çiftler, gereken önlemleri almalıdır.
İlk olarak çiftlerin tedavi hakkında doğru kaynaklardan doğru bilgileri edinmeleri oldukça önemlidir. Bu aşamadan sonra güvenebilecekleri bir merkez bulmaları ve güvenebilecekleri bir doktorla tedaviye başlamaları gerekmektedir.Çiftin kafasında tüp bebek aşamaları ile ilgili sorular mevcut ise rahatlıkla sorabilir ve böylece gereksiz stres yaşanmamış olur.
Başarıyı etkileyen önemli faktörler:
Tüp bebekte başarı şansını etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. İlk olarak tedavinin uygulanacağı merkezin başarı oranlarına dikkat etmek gerekmektedir. Merkezin canlı doğum oranlarına bakılmalıdır. Tüp bebek ekibinin tecrübesi ve ilgisi de çiftin sakinleşmesini sağlayacak ve motivasyonunu arttıracak önemli faktörler arasındır. Tüp bebek tedavisinin başarılı olması için tedavi merkezinin fertilizasyon-laboratuarda döllenme başarı oranı değerlendirilmelidir. Bu oran tedavi merkezleri için %80 ve üzeri olmalıdır. Bunun altındaki oranlarda başarı gösteren tüp bebek merkezleri tercih edilmemelidir. Bknz: tüp bebek nasıl yapılır?
Merkezde, laboratuarda blastosiste yani 5.güne kadar giden embriyo oranıda önemlidir.
Embriyo dondurma oranı ve gebelik başarısı diğer önemli faktördür.
Tedaviyi olumsuz etkileyen en önemli faktörlerin başında stres gelmektedir. Stres hormonları ve üreme hormonları beyinde oldukça yakın konumlardadır. Stresin artması, üreme hormonlarını da etkilemektedir. Bu sebeple de tedavinin başarı şansı düşebilir. Gerekli durumlarda çift, profesyonel yardım almaktan çekinmemelidir.
Hamam, sauna gibi sıcak ortamlar hem sperm hem yumurta sağlığını olumsuz etkiler.
Ağır egzersizler de tedaviden 3 ay öncesinden itibaren başlayarak kesilmelidir.
Sigara içimi en az 2-3 ay öncesi bırakılmalıdır.
Tedaviye başlamadan önce sizinle konuşan,güvendiğiniz hekimin tüm işlemlerde olup olmayacağınıda sormak gerekir.
Tüp bebek merkezlerinin başarı oranları
Tüp bebek merkezlerinde başarıyı etkileyen en önemli faktörlerin başında, merkezin başarı oranları gelmektedir. Başarı oranlarında dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, canlı doğum oranlarıdır.
Bunun yanında tedavi süresince kendini güvende hissetmesi önemlidir.
Başarısız tüp bebek denemeleri
Tüp bebek tedavilerinde 3 kere başarısız olunması, tekrarlayan tüp bebek başarısızlıkları olarak geçmektedir. Bu durumda ek uygulamalardan yardım almak gerekmektedir. Bu yöntemler arasında; genetik tanı yöntemleri, yapay rahim uygulamaları, (çeşitli aşıların denenmesi) mevcuttur. Bu yöntemlerin dışında da gerekli uygulamalara başvurulabilmektedir. Başarısız tüp bebek durumunda önerilebilecek diğer bir yöntem blastokist transferi ve Mitoscore yöntemidir.
Başarısız tüp bebekte blastosist transferi
Blastosist transferi, hamilelik başarısını arttıran önemli faktörlerin başında gelir. Anne adayına transfer edilen embriyo sayısının az olduğu ve gerekli durumlarda uygulanan bu yöntem, çoğul gebeliklerin önüne geçilmesini sağlamaktadır. Blastosist transfere rağmen tüp bebek tedavisi başarılı olmamış ise; embriyonun genetik tanısı ve mitoscore testi çalışılmalıdır.Sperm seçiminde mikroçip uygulaması yapılmalıdır.
Başarısız tüp bebek tedavilerinde, ikinci denemeye geçilmeden önce başarısızlık sebepleri araştırılmalıdır.
Kaynak: http://www.cemficicioglu.com.tr
Sağlık Bakanlığı'nda 5 bin 581 personel görevden uzaklaştırıldı
Sağlık Bakanlığ Recep Akdağ tarafından yapılan yazılı açıklamada, 115'i yönetici, 1504'ü hekim toplam 5.581 Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırıldığı denildi.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ tarafından yapılan yazılı açıklamada şu ifadelere yer verildi:
"FETÖ/PDY terör örgütü 15 Temmuz 2016'da milletin iradesine, canına ve malına kastederek darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Bu ihanet ve terörle mücadele çerçevesinde alınması zaruri olan kamu güvenliğine ilişkin tedbirler olarak FETÖ/PDY terör örgütüne mensubiyeti veya bunlarla irtibatı olan Bakanlık personelinin tespiti için yoğun bir çalışma yürütülmektedir. İlgili Kanun Hükmünde Kararname uyarınca haklarında nihai değerlendirmeleri yapmak üzere 115'i yönetici, 1504'ü hekim toplam 5.581 Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırılmıştır. Darbe teşebbüsünün ilk dakikasından itibaren sağlık hizmeti verilmesinde olağanüstü gayret gösteren sağlık personeline teşekkür ediyorum. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, milletimize başsağlığı ve yaralı gazilerimize acil şifalar diliyorum. Mücadeleyi kararlılıkla devam ettirerek milli irade nöbetini günlerdir sürdüren milletimize şükranlarımı sunuyorum. Milletin iradesine, geleceğine ve vatandaşlarımızın hayatına kastederek vatan evlatlarını şehit eden ve yaralayarak gazi olmasına sebep olan zalim terör örgütüne karşı mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir." ntvmsnc
Sağlık Bakanı Recep Akdağ tarafından yapılan yazılı açıklamada şu ifadelere yer verildi:
"FETÖ/PDY terör örgütü 15 Temmuz 2016'da milletin iradesine, canına ve malına kastederek darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Bu ihanet ve terörle mücadele çerçevesinde alınması zaruri olan kamu güvenliğine ilişkin tedbirler olarak FETÖ/PDY terör örgütüne mensubiyeti veya bunlarla irtibatı olan Bakanlık personelinin tespiti için yoğun bir çalışma yürütülmektedir. İlgili Kanun Hükmünde Kararname uyarınca haklarında nihai değerlendirmeleri yapmak üzere 115'i yönetici, 1504'ü hekim toplam 5.581 Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırılmıştır. Darbe teşebbüsünün ilk dakikasından itibaren sağlık hizmeti verilmesinde olağanüstü gayret gösteren sağlık personeline teşekkür ediyorum. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, milletimize başsağlığı ve yaralı gazilerimize acil şifalar diliyorum. Mücadeleyi kararlılıkla devam ettirerek milli irade nöbetini günlerdir sürdüren milletimize şükranlarımı sunuyorum. Milletin iradesine, geleceğine ve vatandaşlarımızın hayatına kastederek vatan evlatlarını şehit eden ve yaralayarak gazi olmasına sebep olan zalim terör örgütüne karşı mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir." ntvmsnc
Migren ilacını ağrı başlamadan alın
Nöroloji Uzmanı Dr. Ömer Tosun: Migren hastalığında en önemli tedavi ağrı başlamadan alınacak önlemler...
Migren ağrısının çok hafifken ya da başlamamışken önlem alınması gerektiğini belirten Nöroloji Uzmanı Dr. Ömer Tosun, klasik ağrı kesicinin işe yaramadığını açıkladı.
Özel Ümit Vişnelik Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ömer Tosun, nörolojik rahatsızlıklardan en fazla görülen baş ağrılarının bir tipi olan migren ile ilgili açıklamalarda bulundu. Baş ağrılarının nörolojik şikâyetlerin başında yer aldığını aktaran Dr. Tosun, “Polikliniğimize gelen hastaların yüzde 30'unun baş ağrısı şikayeti var. Baş ağrıların içerisinde de gerilim tipi baş ağrıları başta olmakla birlikte ikinci sırada ise migren yer almaktadır” dedi.
Özellikle havada basınç değişikliklerinin migren ataklarının sıklaşmasına neden olduğunun altını çizen Tosun, “Ağrı sıklığına göre tedavi biçimi de değişiyor. Ağrı ayda iki defadan fazla ise belli bir koruyucu tedavi alması, ağrıyı başlatan faktörlerden kaçınması ve bir doktora başvurması gerekiyor” uyarısında bulundu.
KLASİK AĞRI KESİCİLER İŞE YARAMAZ
Hastanın genel özellikleri, şikâyetleri ve varsa diğer başka rahatsızlıklarına bakılarak bir tedavi yöntemi seçildiğini dile getiren Tosun, migren teşhisinin sadece hastanın ağrısının özelliklerine göre konulduğunu vurguladı. En az 4-72 saat süren, tek taraflı zonklayıcı, çok şiddetli, hastanın günlük yaşamındaki aktivitelerini engelleyici, bulantı veya kusmanın olduğu, ışıktan ve sesten rahatsız olma gibi bulgularla birlikte olan ağrının migren ağrısı (damarsal tipte ağrı) özelliğinde olduğunu ifade etti. Tosun, migreni olan hastaların, ağrı çok hafifken ya da başlamadan ilaç ile korunması gerektiğini kaydetti. Tosun, migreni olan hastanın migrenini tetikleyen nedenlerin iyi saptanmasına, her hastanın ağrısının kendine özel olduğuna dikkat çekti. Tosun, hamilelik süresinde migren hastalarının genelde hastalığının iyi seyrettiği, çok atak gözlenmediği, ancak yüzde 10-20 kadar hastanın ağrı nedeniyle ilaç kullanmak durumunda kalabildiğini de anlattı. Tosun, “Hastaların ağrıyı tetikleyen faktörlerden uzak durması en iyi tedavi yöntemidir. Migren ağrısı başladıktan sonra klasik ağrı kesiciler ile durdurulamaz, ancak özel migren ilaçlarına yanıt veriyor” diye konuştu. Sözcü
Migren ağrısının çok hafifken ya da başlamamışken önlem alınması gerektiğini belirten Nöroloji Uzmanı Dr. Ömer Tosun, klasik ağrı kesicinin işe yaramadığını açıkladı.
Özel Ümit Vişnelik Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ömer Tosun, nörolojik rahatsızlıklardan en fazla görülen baş ağrılarının bir tipi olan migren ile ilgili açıklamalarda bulundu. Baş ağrılarının nörolojik şikâyetlerin başında yer aldığını aktaran Dr. Tosun, “Polikliniğimize gelen hastaların yüzde 30'unun baş ağrısı şikayeti var. Baş ağrıların içerisinde de gerilim tipi baş ağrıları başta olmakla birlikte ikinci sırada ise migren yer almaktadır” dedi.
Özellikle havada basınç değişikliklerinin migren ataklarının sıklaşmasına neden olduğunun altını çizen Tosun, “Ağrı sıklığına göre tedavi biçimi de değişiyor. Ağrı ayda iki defadan fazla ise belli bir koruyucu tedavi alması, ağrıyı başlatan faktörlerden kaçınması ve bir doktora başvurması gerekiyor” uyarısında bulundu.
KLASİK AĞRI KESİCİLER İŞE YARAMAZ
Hastanın genel özellikleri, şikâyetleri ve varsa diğer başka rahatsızlıklarına bakılarak bir tedavi yöntemi seçildiğini dile getiren Tosun, migren teşhisinin sadece hastanın ağrısının özelliklerine göre konulduğunu vurguladı. En az 4-72 saat süren, tek taraflı zonklayıcı, çok şiddetli, hastanın günlük yaşamındaki aktivitelerini engelleyici, bulantı veya kusmanın olduğu, ışıktan ve sesten rahatsız olma gibi bulgularla birlikte olan ağrının migren ağrısı (damarsal tipte ağrı) özelliğinde olduğunu ifade etti. Tosun, migreni olan hastaların, ağrı çok hafifken ya da başlamadan ilaç ile korunması gerektiğini kaydetti. Tosun, migreni olan hastanın migrenini tetikleyen nedenlerin iyi saptanmasına, her hastanın ağrısının kendine özel olduğuna dikkat çekti. Tosun, hamilelik süresinde migren hastalarının genelde hastalığının iyi seyrettiği, çok atak gözlenmediği, ancak yüzde 10-20 kadar hastanın ağrı nedeniyle ilaç kullanmak durumunda kalabildiğini de anlattı. Tosun, “Hastaların ağrıyı tetikleyen faktörlerden uzak durması en iyi tedavi yöntemidir. Migren ağrısı başladıktan sonra klasik ağrı kesiciler ile durdurulamaz, ancak özel migren ilaçlarına yanıt veriyor” diye konuştu. Sözcü
Güneş varis yapar mı?
Op. Dr. Bülent Cihantimur, kadınlarda daha çok görülen varis hastalığı ile ilgili önemli bilgiler verdi
Toplardamar hastalığı olan varis, hem ağrı ve şişme gibi sorunlara neden oluyor hem de estetik açıdan rahatsız ediyor. Peki güneş varis oluşumunu etkiler mi, varisin kesin tedavisi mümkün mü? Bu soruların cevabını Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Bülent Cihantimur verdi.
Cihantimur, yaz aylarında pek çok kişinin varis yüzünden estetik sorunlar yaşadığını, buna ek olarak kaşıntı, bacak ağrısı, bacak yorgunluğu, şişme ve ağırlık, cilt renk değişimi gibi problemlerden muzdarip olduğunu söyledi: “Varis zamanla zayıflamış damar duvarları sebebiyle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Cilt yüzeyine yakın şekilde görülen, bükülmüş ip gibi dokusuyla, hem estetik hem de sağlık şikayetleri olarak insanların hayatını etkiliyor. Yaz mevsimini yaşadığımız ve havaların aşırı sıcak gittiği şu günlerde, varisi olan bireylerin çok daha fazla dikkatli olması gerekiyor” ifadesinde bulundu.
GÜNEŞ VARİS YAPAR MI?
“Güneş, varise ya da örümcek ağı görüntüsü dediğimiz belirgin kılcal damar sorununa neden olmaz. Ancak, söz gelimi varisli bacaklarda güneş banyosu sırasında yükselen ısıyla birlikte, damarların büyümesine ve çok daha belirgin hale gelmesine sebep olur. Cilde yakınlaşan damarların içi aşırı kanla dolar ve bu hastalıklı damarlardaki kan akışı artışı, varislerin çok daha büyük gözükmesini sağlar” diyen Op. Dr. Bülent Cihantimur, sadece güneşin değil aynı zamanda sıcak banyoların, uzun süren hamam seanslarının da aynı etkiyi yapabileceğinin altını çizdi.
VARİSİN TEDAVİSİ NASILDIR?
Kişilerin varis problemlerini pratik ve etkili uygulamalarla çözümleyebildiklerini söyleyen Cihantimur, “ Varis tedavisinin bir an evvel yapılması, bu damar hastalığının kontrol altına alınması açısından çok önemlidir. Estetik International kliniklerimizde, farklı varis tedavileriyle, kişiye özel çözümlerle, özellikle estetik kaygılarından kurtulmalarını amaçlıyoruz” dedi ve varis sorunu yaşayanlara yaz mevsiminde uygulayabilecekleri bazı tavsiyelerde bulundu:” Isı kaynaklarından kaçınmak, damarların genişlemesinin önüne geçmek, alınabilecek en doğru tedbirlerden bir tanesidir. Varisler için bacakları aşağı sallandırmak yerine, kalp seviyesinden yukarı bir konumda dinlendirmek, daha hareketli bir yaşama geçiş yapmak, sigarayı bırakmak ve elbette mutlaka varis tedavisine başlamak gerekiyor”.
Toplardamar hastalığı olan varis, hem ağrı ve şişme gibi sorunlara neden oluyor hem de estetik açıdan rahatsız ediyor. Peki güneş varis oluşumunu etkiler mi, varisin kesin tedavisi mümkün mü? Bu soruların cevabını Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Bülent Cihantimur verdi.
Cihantimur, yaz aylarında pek çok kişinin varis yüzünden estetik sorunlar yaşadığını, buna ek olarak kaşıntı, bacak ağrısı, bacak yorgunluğu, şişme ve ağırlık, cilt renk değişimi gibi problemlerden muzdarip olduğunu söyledi: “Varis zamanla zayıflamış damar duvarları sebebiyle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Cilt yüzeyine yakın şekilde görülen, bükülmüş ip gibi dokusuyla, hem estetik hem de sağlık şikayetleri olarak insanların hayatını etkiliyor. Yaz mevsimini yaşadığımız ve havaların aşırı sıcak gittiği şu günlerde, varisi olan bireylerin çok daha fazla dikkatli olması gerekiyor” ifadesinde bulundu.
GÜNEŞ VARİS YAPAR MI?
“Güneş, varise ya da örümcek ağı görüntüsü dediğimiz belirgin kılcal damar sorununa neden olmaz. Ancak, söz gelimi varisli bacaklarda güneş banyosu sırasında yükselen ısıyla birlikte, damarların büyümesine ve çok daha belirgin hale gelmesine sebep olur. Cilde yakınlaşan damarların içi aşırı kanla dolar ve bu hastalıklı damarlardaki kan akışı artışı, varislerin çok daha büyük gözükmesini sağlar” diyen Op. Dr. Bülent Cihantimur, sadece güneşin değil aynı zamanda sıcak banyoların, uzun süren hamam seanslarının da aynı etkiyi yapabileceğinin altını çizdi.
VARİSİN TEDAVİSİ NASILDIR?
Kişilerin varis problemlerini pratik ve etkili uygulamalarla çözümleyebildiklerini söyleyen Cihantimur, “ Varis tedavisinin bir an evvel yapılması, bu damar hastalığının kontrol altına alınması açısından çok önemlidir. Estetik International kliniklerimizde, farklı varis tedavileriyle, kişiye özel çözümlerle, özellikle estetik kaygılarından kurtulmalarını amaçlıyoruz” dedi ve varis sorunu yaşayanlara yaz mevsiminde uygulayabilecekleri bazı tavsiyelerde bulundu:” Isı kaynaklarından kaçınmak, damarların genişlemesinin önüne geçmek, alınabilecek en doğru tedbirlerden bir tanesidir. Varisler için bacakları aşağı sallandırmak yerine, kalp seviyesinden yukarı bir konumda dinlendirmek, daha hareketli bir yaşama geçiş yapmak, sigarayı bırakmak ve elbette mutlaka varis tedavisine başlamak gerekiyor”.
27 Temmuz 2016 Çarşamba
Limon böbrek taşı oluşumunu önlüyor
Limon, limonata ve portakal suyu böbrek taşı oluşumunu engelliyor.
Böbrekler için en faydalı şeyin su olduğunu belirten Acıbadem Eskişehir Hastanesi Üroloji Uzmanı Dr. Fatih Çanaklı, limon, limonata, portakal gibi yiyecek ve içeceklerin böbrek taşı oluşumunu önlemeye birebir olduğunu söyledi.
Günde 3 litre sıvı alınmasının önemine değinen Çanaklı, “İdrarın su gibi veya açık sarı renkte olması, sıvı alımının yeterli ölçüde olduğunu gösteriyor. Konsantre idrar içerisindeki taş yapıcı maddeler birleşerek kristal hale gelerek taş oluşumuna neden oluyor. Taşlar genellikle kalsiyum içerikli oluyor. Tuz alımı arttığında, böbrekler idrara daha fazla kalsiyum attıkları için taş oluşumu riski artıyor. Tuzlu kuruyemiş, salamura yiyecekler, pizza, hamburger gibi fast-foodürünleri, maden suyu ve soda, yüksek sodyum içeriklerinden dolayı böbrek taşı oluşumunda rol oynuyor. Araştırmalar, düzenli olarak fast-food tüketen çocuklarda böbrek taşı sorununun daha sık görüldüğünü ortaya koyuyor. Bu nedenle bu besinlerden uzak durmak, yemekleri tuzsuz pişirmek, farklı lezzetler için çeşitli baharat, bitki ve sirke kullanmak gerekiyor” dedi.
Bunları dikkatli tüketin!
Ağırlıklı olarak et, balık, tavuk gibi proteini yüksek hayvansal besinler ile beslenmenin taş oluşumu için risk taşıdığını belirten Çanaklı, konuşmasının devamında şunları söyledi:
CNNTürk'ün haberine göre; “Bu besinler yüksek derecede oksalat ve kalsiyum içeriyor. İşlenmiş etlerde ise ciddi miktarda tuz bulunuyor. Özellikle ürik asit taşları oluşumunda rolü olan bu etlerin sürekli ve aşırı şekilde tüketilmemesi gerekiyor. Bunun yanı sıra gazlı içecekler de idrarın asidini artırarak taş oluşumuna destek oluyor. Taş oluşumunu önlemek için gazlı içeceklerden uzak durulması öneriliyor. Süt ve yoğurt yüksek derecede kalsiyum içerdiğinden dolayı tüketim miktarı önem taşıyor. Böbrek taşı oluşma riskini düşük tutmak için bu ürünlerin abartılı tüketiminden uzak durmak gerekiyor. Ne yazık ki oksalat zengini besinler listesinde sürekli tüketilen yiyecek ve içecekler yer alıyor. Bunlar arasında çay, kola, çilek, çikolata, ıspanak ve pırasa gibi sebzeler, fındık, ceviz gibi kabuklu yemişler ve kakao bulunuyor. Bu besinleri sürekli tüketmek böbrek taşı oluşumunu tetikliyor. Tüketildiği zamanlarda yeterli sıvıyla desteklenmesi önem taşıyor.”
Böbrek taşı oluşumunu önlemek için sitratın ideal bir madde olduğu söyleyen Çanaklı, “Limon ve portakal ailesi, idrarın asitliğini gideren sitrat maddesini yüksek ölçüde içeriyor. Sitrat maddesi potasyum ile birlikte ilaç olarak veriliyor. Çay, çorba gibi besinlere limon eklemenin, bol bol limonata içmenin taş oluşumunu önlemeye oldukça yarar sağladığını aktarıyor. Hayatının herhangi bir döneminde böbrek taşı düşüren kişilerde bu sağlık sorununun tekrar etme olasılığı yaklaşık yüzde 50 oranında seyrediyor. Alınan tüm önlemlere rağmen eğer kişide böbrek taşı oluşmuşsa, taşın yeri, boyutu, eşlik eden enfeksiyon olup olmaması gibi özellikler dikkate alınarak tedavi yöntemi belirleniyor. Böbrek taşını yok etmek için ilaç tedavisi, taş kırma veya lazer kullanılan kapalı ameliyat uygulanabiliyor” diye konuştu.
Böbrekler için en faydalı şeyin su olduğunu belirten Acıbadem Eskişehir Hastanesi Üroloji Uzmanı Dr. Fatih Çanaklı, limon, limonata, portakal gibi yiyecek ve içeceklerin böbrek taşı oluşumunu önlemeye birebir olduğunu söyledi.
Günde 3 litre sıvı alınmasının önemine değinen Çanaklı, “İdrarın su gibi veya açık sarı renkte olması, sıvı alımının yeterli ölçüde olduğunu gösteriyor. Konsantre idrar içerisindeki taş yapıcı maddeler birleşerek kristal hale gelerek taş oluşumuna neden oluyor. Taşlar genellikle kalsiyum içerikli oluyor. Tuz alımı arttığında, böbrekler idrara daha fazla kalsiyum attıkları için taş oluşumu riski artıyor. Tuzlu kuruyemiş, salamura yiyecekler, pizza, hamburger gibi fast-foodürünleri, maden suyu ve soda, yüksek sodyum içeriklerinden dolayı böbrek taşı oluşumunda rol oynuyor. Araştırmalar, düzenli olarak fast-food tüketen çocuklarda böbrek taşı sorununun daha sık görüldüğünü ortaya koyuyor. Bu nedenle bu besinlerden uzak durmak, yemekleri tuzsuz pişirmek, farklı lezzetler için çeşitli baharat, bitki ve sirke kullanmak gerekiyor” dedi.
Bunları dikkatli tüketin!
Ağırlıklı olarak et, balık, tavuk gibi proteini yüksek hayvansal besinler ile beslenmenin taş oluşumu için risk taşıdığını belirten Çanaklı, konuşmasının devamında şunları söyledi:
CNNTürk'ün haberine göre; “Bu besinler yüksek derecede oksalat ve kalsiyum içeriyor. İşlenmiş etlerde ise ciddi miktarda tuz bulunuyor. Özellikle ürik asit taşları oluşumunda rolü olan bu etlerin sürekli ve aşırı şekilde tüketilmemesi gerekiyor. Bunun yanı sıra gazlı içecekler de idrarın asidini artırarak taş oluşumuna destek oluyor. Taş oluşumunu önlemek için gazlı içeceklerden uzak durulması öneriliyor. Süt ve yoğurt yüksek derecede kalsiyum içerdiğinden dolayı tüketim miktarı önem taşıyor. Böbrek taşı oluşma riskini düşük tutmak için bu ürünlerin abartılı tüketiminden uzak durmak gerekiyor. Ne yazık ki oksalat zengini besinler listesinde sürekli tüketilen yiyecek ve içecekler yer alıyor. Bunlar arasında çay, kola, çilek, çikolata, ıspanak ve pırasa gibi sebzeler, fındık, ceviz gibi kabuklu yemişler ve kakao bulunuyor. Bu besinleri sürekli tüketmek böbrek taşı oluşumunu tetikliyor. Tüketildiği zamanlarda yeterli sıvıyla desteklenmesi önem taşıyor.”
Böbrek taşı oluşumunu önlemek için sitratın ideal bir madde olduğu söyleyen Çanaklı, “Limon ve portakal ailesi, idrarın asitliğini gideren sitrat maddesini yüksek ölçüde içeriyor. Sitrat maddesi potasyum ile birlikte ilaç olarak veriliyor. Çay, çorba gibi besinlere limon eklemenin, bol bol limonata içmenin taş oluşumunu önlemeye oldukça yarar sağladığını aktarıyor. Hayatının herhangi bir döneminde böbrek taşı düşüren kişilerde bu sağlık sorununun tekrar etme olasılığı yaklaşık yüzde 50 oranında seyrediyor. Alınan tüm önlemlere rağmen eğer kişide böbrek taşı oluşmuşsa, taşın yeri, boyutu, eşlik eden enfeksiyon olup olmaması gibi özellikler dikkate alınarak tedavi yöntemi belirleniyor. Böbrek taşını yok etmek için ilaç tedavisi, taş kırma veya lazer kullanılan kapalı ameliyat uygulanabiliyor” diye konuştu.
Çocuk parklarındaki kanser tehlikesi
Onların iyi vakit geçirmesini isterken, aslında sağlıklarını tehlikeye mi atıyoruz?
Çocuklarınızı götürdüğünüz parkların zeminlerine bugün daha dikkatli bakın. Parkın zemininde kum ya da toprak mı var yoksa lastik bir malzeme mi? Uzmanlar oyun parklarına döşenmiş plastik malzemelerin, astım ve kanser riskini artırdığı konusunda uyarıyor. Peki bilimsel araştırmalarla da desteklenen bu uyarı ile ilgili tehlikenin boyutları ne düzeyde?
Oyun parklarının zemininde insan yapımı kaplama malzemelerinin kullanımı son yıllarda ciddi bir artış gösterdi. 1960’lı yıllarda ilk olarak spor sahaları için geliştirilmiş olan bu suni yüzeylerin oyun parklarında da kullanılmaya başlamasının en önemli sebeplerinden biri özellikle açık alan oyun parklarının az olduğu şehir merkezlerinde çocuklara dışarıda daha çok fiziksel aktivite yapma imkanı sağlamaktı. Şimdi neredeyse bütün oyun parkları bu malzemelerden yapılıyor. Çocukların ayaklarını çimlere, toprağa basma imkanı yok gibi…
SAĞLIĞI HANGİ BOYUTTA TEHDİT EDİYOR?
Ev ve ofis tasarımının yanı sıra çocukların yaşam alanlarını da tasarlayan Mimar Funda Varlık ile İç Mimar Oya Çavdar, çocuklarımızın sağlığını yakından ilgilendiren araştırmaların detayları hakkında önemli bilgiler verdi:
“Çocukların, evlerinin bahçesinde ya da parklarda araba lastiğinden yapılmış salıncaklara bindiği zamanları hatırlıyor musunuz? O lastikler şimdi başka ve büyük olasılıkla zarar verici bir amaç için kullanılıyorlar. Geri dönüştürülmüş araba lastikleri çocuk oyun parklarının yer kaplaması için en çok tercih edilen malzemeler haline geldiler.
KANSERE YAKALANMA RİSKİNİ ARTIRIYOR
Araba lastikleri kauçuk ağacından elde edilmiş doğal kauçuk içermekle birlikte, aynı zamanda ftalatlar (bunlar hormonları etkileyen kimyasallar), polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH’ler), uçucu organik bileşikler (VOC’ler) ve sağlık üzerinde olumsuz etki yapan ya da yaptığından şüphe duyulan diğer bazı kimyasallar içeriyorlar. Örneğin, PHA’ler petrol, gaz, kömür ya da çöp atıkları yandığında ortaya çıkan doğal ya da insan yapımı kimyasallar. ABD Çevre Koruma Ajansı’na (EPA) göre PAH’lerle kirlenmiş bir havayı solumak kişinin kansere yakalanma riskini arttırıyor. Toksik Maddeler ve Hastalık Kayıt Ajansı’na (ATSDR) göreyse PAH’ler kişinin hem kansere yakalanma riskini hem de yeni doğan bebeklerdeki doğum kusurları riskini arttırıyor.
2010 yılında EPA çeşitli devlet ve federal ajanslardan temsilcilerin katıldığı bir toplantı organize etti ve bu toplantıda zeminleri geri dönüştürülmüş lastikten yapılmış oyun parklarında kimyasallara maruz kalmanın güvenli sınırı nedir konusu ve bu konuyla ilgili daha fazla araştırma yapabilme imkanları tartışıldı. Laboratuvar bulgularına dayanarak, “PAH’leri solunum yoluyla vücuda almanın ve bu kimyasallara temas etmenin insanlarda kanser gelişimiyle ilgisi olduğu” sonucuna varıldı. Californiya Çevre Koruma Ajansı (OEHHA) tarafından 2007 yılında geri dönüştürülmüş lastiklerden yapılmış park zeminlerinin çocukların sağlığı üzerindeki potansiyel zararlarını değerlendirmek için laboratuvar çalışmaları yapıldı. Araştırmalardan biri çocukların ufalanmış lastik parçalarını çiğneyerek veya onlara dokunarak ya da dokunduktan sonra ellerini ağızlarına götürerek bu materyallerle temas etmelerinin ardından salınan ve çocuklara zarar verebilecek kimyasal seviyelerini değerlendiriyordu. Alınan numunelerinde “krizen” olarak bilinen PAH’lerden biri OEHHA tarafından öngörülen risk seviyesinin üzerinde çıktı ve dolayısıyla bu durum da çocuklarda kanser gelişimi riskini arttıran bir faktör olarak kabul edildi.
25 DERECEDE BİLE HAVAYA KARIŞIYOR
İspanya’da 2012 yılında yapılan bir araştırmada çocuk oyun parklarının zeminlerinden alınan lastik malçların çoğunda yüksek seviyelerde zararlı kimyasallar olduğu sonucuna varıldı. Bu araştırma kapsamında şehir merkezi sayılabilecek yerlerdeki dokuz parktan 21 numune alındı. Yapılan analizler sonucu bütün numunelerin en az bir tehlikeli kimyasal içerdiği ve birçoğunun da yüksek seviyelerde birkaç PAH kimyasalı içerdiği tespit edildi. Tanımlanan bazı PAH’ler sıcağın etkisiyle havaya karışabilen maddelerdi, ki bu da çocukların bu maddeleri solunum yoluyla vücutlarına alma riskini doğuruyordu. Havaya karışma durumunun gerçekleşmesi için gereken sıcaklık seviyesi bazı kimyasallar için çok yüksek olsa da (60 ºC gibi), birçok kimyasalın daha düşük sıcaklıklarda (25 ºC gibi) havaya karışması mümkün. Araştırmacılar geri dönüştürülmüş lastikten yapılan oyun parkı zeminlerine “bir sınırlama getirilmesi ya da bazı durumlarda bu tür zeminlerin tamamen yasaklanması” sonucuna vardılar.
ASTIMA SEBEP OLUYOR, DERİYİ VE GÖZLERİ TAHRİŞ EDİYOR
2015 yılında yapılan bir araştırmada lastik parçalarından okul spor sahalarını yapan beş farklı firmadan alınan beş numunede bulunan kimyasallar ve içinde çocuk oyun parklarının zeminlerinde kullanılacak lastik malç olan açılmamış dokuz torbadan dokuz farklı numune analiz edilmiş. Araştırmacılar numunelerde 96 çeşit kimyasal bulmuşlar. Daha önceden test edilmiş kimyasallardan yüzde 20’sinin kansere yol açma ihtimali olduğu ve kimyasalların büyük kısmının da tahriş ediciler (irritantlar) yani vücudun tepki vermesine sebep olan maddeler olduğu belirlenmiş. Bunlardan yüzde 24’ünün astıma sebep olabilen solunum yolları tahriş edicileri, yüzde 37’sinin deride tahriş edici etki bıraktığı ve yüzde 27’sinin de gözlerde tahriş edici etki yaptığı sonucuna varılmış.
ABD Hükümeti 2016 yılının Şubat ayında geri dönüştürülmüş lastik parçalarının kullanımının insan sağlığı üzerindeki risklerini daha iyi anlamak için yeni bir eylem planı açıkladı. Bu eylem planı çerçevesinde ABD Hükümeti'nin dört ajansı görevlendirildi: Bunlar EPA: , Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), ATSDR ve Tüketici Ürünleri Güvenliği Komisyonu (CPSC). Bu kurumlar 2016 yılı sonu itibariyle taslak bir rapor yayınlayacaklar.
ÇOCUĞUNUZU O PARKLARA GÖTÜRMEYİN
Bütün bu anlatılanlar ışığında çocuklarınızı oyun parklarındaki zararlı kimyasallardan nasıl koruyabilirsiniz? Mimar Funda Varlık ile İç Mimar Oya Çavdar, bu konuda şu tavsiyelerde bulundu: Çevrelerindeki kimyasallara maruz kalmanın yetişkinlere göre çocuklara daha çok zarar verdiğini unutmayın çünkü küçük bedenlerde maruz kalınan kimyasal oranları daha yüksek oluyor ve vücutları hala gelişme aşamasında. Bu nedenle zararlı olduğu bilinen ya da öyle olduğundan şüphe duyulan kimyasallarla çocuğunuzun temasını ciddi ölçüde azaltmanız (mümkünse tamamen bitirmeniz) çok önemli. Yaşadığınız yerde birden fazla oyun parkı varsa çocuğunuzu zemini geri dönüştürülmüş lastik parçalarından yapılmış olan parka götürmeyin.
KIYAFETLERİNİ EVE GİRMEDEN ÇIKARIN, ELLERİNİ YIKAYIN
Çocuğunuz parktan eve döndüğünde, üzerinde ufalanmış lastik parçaları görürseniz, çocuğunuz eve girmeden kıyafetlerini çıkarın. Bir önlem olarak küçük çocuklar dışarıda oynadıktan sonra ve yemekten önce ellerini mutlaka yıkamalılar. Ebeveynler, yerel yöneticileri oyun parklarında geri dönüştürülmüş lastik ya da çocuklar düştüğünde fazla güvenli olmayan ve solunumla ya da temasla sağlıklarını tehdit eden diğer maddelerden yapılmış zeminler yerine ahşap parçalarından yapılmış zeminler kullanmaları konusunda ikna edebilirler.”
PARKLARA UYARI LEVHALARI KONULMALI
Parklar ve spor sahalarındaki toksik suni çimlerin de çocukların ve sporcuların sağlığını tehdit ettiğini belirten Mimar Varlık ile İç Mimar Çavdar, parklarda, oyun parklarında oyuncakların, park zemin ve aparatlarının hangi maddelerden yapıldığı ve olası zararları hakkında bilgilendirici uyarıların konulması gerektiğini sözlerine ekledi. Sözcü
Çocuklarınızı götürdüğünüz parkların zeminlerine bugün daha dikkatli bakın. Parkın zemininde kum ya da toprak mı var yoksa lastik bir malzeme mi? Uzmanlar oyun parklarına döşenmiş plastik malzemelerin, astım ve kanser riskini artırdığı konusunda uyarıyor. Peki bilimsel araştırmalarla da desteklenen bu uyarı ile ilgili tehlikenin boyutları ne düzeyde?
Oyun parklarının zemininde insan yapımı kaplama malzemelerinin kullanımı son yıllarda ciddi bir artış gösterdi. 1960’lı yıllarda ilk olarak spor sahaları için geliştirilmiş olan bu suni yüzeylerin oyun parklarında da kullanılmaya başlamasının en önemli sebeplerinden biri özellikle açık alan oyun parklarının az olduğu şehir merkezlerinde çocuklara dışarıda daha çok fiziksel aktivite yapma imkanı sağlamaktı. Şimdi neredeyse bütün oyun parkları bu malzemelerden yapılıyor. Çocukların ayaklarını çimlere, toprağa basma imkanı yok gibi…
SAĞLIĞI HANGİ BOYUTTA TEHDİT EDİYOR?
Ev ve ofis tasarımının yanı sıra çocukların yaşam alanlarını da tasarlayan Mimar Funda Varlık ile İç Mimar Oya Çavdar, çocuklarımızın sağlığını yakından ilgilendiren araştırmaların detayları hakkında önemli bilgiler verdi:
“Çocukların, evlerinin bahçesinde ya da parklarda araba lastiğinden yapılmış salıncaklara bindiği zamanları hatırlıyor musunuz? O lastikler şimdi başka ve büyük olasılıkla zarar verici bir amaç için kullanılıyorlar. Geri dönüştürülmüş araba lastikleri çocuk oyun parklarının yer kaplaması için en çok tercih edilen malzemeler haline geldiler.
KANSERE YAKALANMA RİSKİNİ ARTIRIYOR
Araba lastikleri kauçuk ağacından elde edilmiş doğal kauçuk içermekle birlikte, aynı zamanda ftalatlar (bunlar hormonları etkileyen kimyasallar), polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH’ler), uçucu organik bileşikler (VOC’ler) ve sağlık üzerinde olumsuz etki yapan ya da yaptığından şüphe duyulan diğer bazı kimyasallar içeriyorlar. Örneğin, PHA’ler petrol, gaz, kömür ya da çöp atıkları yandığında ortaya çıkan doğal ya da insan yapımı kimyasallar. ABD Çevre Koruma Ajansı’na (EPA) göre PAH’lerle kirlenmiş bir havayı solumak kişinin kansere yakalanma riskini arttırıyor. Toksik Maddeler ve Hastalık Kayıt Ajansı’na (ATSDR) göreyse PAH’ler kişinin hem kansere yakalanma riskini hem de yeni doğan bebeklerdeki doğum kusurları riskini arttırıyor.
2010 yılında EPA çeşitli devlet ve federal ajanslardan temsilcilerin katıldığı bir toplantı organize etti ve bu toplantıda zeminleri geri dönüştürülmüş lastikten yapılmış oyun parklarında kimyasallara maruz kalmanın güvenli sınırı nedir konusu ve bu konuyla ilgili daha fazla araştırma yapabilme imkanları tartışıldı. Laboratuvar bulgularına dayanarak, “PAH’leri solunum yoluyla vücuda almanın ve bu kimyasallara temas etmenin insanlarda kanser gelişimiyle ilgisi olduğu” sonucuna varıldı. Californiya Çevre Koruma Ajansı (OEHHA) tarafından 2007 yılında geri dönüştürülmüş lastiklerden yapılmış park zeminlerinin çocukların sağlığı üzerindeki potansiyel zararlarını değerlendirmek için laboratuvar çalışmaları yapıldı. Araştırmalardan biri çocukların ufalanmış lastik parçalarını çiğneyerek veya onlara dokunarak ya da dokunduktan sonra ellerini ağızlarına götürerek bu materyallerle temas etmelerinin ardından salınan ve çocuklara zarar verebilecek kimyasal seviyelerini değerlendiriyordu. Alınan numunelerinde “krizen” olarak bilinen PAH’lerden biri OEHHA tarafından öngörülen risk seviyesinin üzerinde çıktı ve dolayısıyla bu durum da çocuklarda kanser gelişimi riskini arttıran bir faktör olarak kabul edildi.
25 DERECEDE BİLE HAVAYA KARIŞIYOR
İspanya’da 2012 yılında yapılan bir araştırmada çocuk oyun parklarının zeminlerinden alınan lastik malçların çoğunda yüksek seviyelerde zararlı kimyasallar olduğu sonucuna varıldı. Bu araştırma kapsamında şehir merkezi sayılabilecek yerlerdeki dokuz parktan 21 numune alındı. Yapılan analizler sonucu bütün numunelerin en az bir tehlikeli kimyasal içerdiği ve birçoğunun da yüksek seviyelerde birkaç PAH kimyasalı içerdiği tespit edildi. Tanımlanan bazı PAH’ler sıcağın etkisiyle havaya karışabilen maddelerdi, ki bu da çocukların bu maddeleri solunum yoluyla vücutlarına alma riskini doğuruyordu. Havaya karışma durumunun gerçekleşmesi için gereken sıcaklık seviyesi bazı kimyasallar için çok yüksek olsa da (60 ºC gibi), birçok kimyasalın daha düşük sıcaklıklarda (25 ºC gibi) havaya karışması mümkün. Araştırmacılar geri dönüştürülmüş lastikten yapılan oyun parkı zeminlerine “bir sınırlama getirilmesi ya da bazı durumlarda bu tür zeminlerin tamamen yasaklanması” sonucuna vardılar.
ASTIMA SEBEP OLUYOR, DERİYİ VE GÖZLERİ TAHRİŞ EDİYOR
2015 yılında yapılan bir araştırmada lastik parçalarından okul spor sahalarını yapan beş farklı firmadan alınan beş numunede bulunan kimyasallar ve içinde çocuk oyun parklarının zeminlerinde kullanılacak lastik malç olan açılmamış dokuz torbadan dokuz farklı numune analiz edilmiş. Araştırmacılar numunelerde 96 çeşit kimyasal bulmuşlar. Daha önceden test edilmiş kimyasallardan yüzde 20’sinin kansere yol açma ihtimali olduğu ve kimyasalların büyük kısmının da tahriş ediciler (irritantlar) yani vücudun tepki vermesine sebep olan maddeler olduğu belirlenmiş. Bunlardan yüzde 24’ünün astıma sebep olabilen solunum yolları tahriş edicileri, yüzde 37’sinin deride tahriş edici etki bıraktığı ve yüzde 27’sinin de gözlerde tahriş edici etki yaptığı sonucuna varılmış.
ABD Hükümeti 2016 yılının Şubat ayında geri dönüştürülmüş lastik parçalarının kullanımının insan sağlığı üzerindeki risklerini daha iyi anlamak için yeni bir eylem planı açıkladı. Bu eylem planı çerçevesinde ABD Hükümeti'nin dört ajansı görevlendirildi: Bunlar EPA: , Hastalıkları Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), ATSDR ve Tüketici Ürünleri Güvenliği Komisyonu (CPSC). Bu kurumlar 2016 yılı sonu itibariyle taslak bir rapor yayınlayacaklar.
ÇOCUĞUNUZU O PARKLARA GÖTÜRMEYİN
Bütün bu anlatılanlar ışığında çocuklarınızı oyun parklarındaki zararlı kimyasallardan nasıl koruyabilirsiniz? Mimar Funda Varlık ile İç Mimar Oya Çavdar, bu konuda şu tavsiyelerde bulundu: Çevrelerindeki kimyasallara maruz kalmanın yetişkinlere göre çocuklara daha çok zarar verdiğini unutmayın çünkü küçük bedenlerde maruz kalınan kimyasal oranları daha yüksek oluyor ve vücutları hala gelişme aşamasında. Bu nedenle zararlı olduğu bilinen ya da öyle olduğundan şüphe duyulan kimyasallarla çocuğunuzun temasını ciddi ölçüde azaltmanız (mümkünse tamamen bitirmeniz) çok önemli. Yaşadığınız yerde birden fazla oyun parkı varsa çocuğunuzu zemini geri dönüştürülmüş lastik parçalarından yapılmış olan parka götürmeyin.
KIYAFETLERİNİ EVE GİRMEDEN ÇIKARIN, ELLERİNİ YIKAYIN
Çocuğunuz parktan eve döndüğünde, üzerinde ufalanmış lastik parçaları görürseniz, çocuğunuz eve girmeden kıyafetlerini çıkarın. Bir önlem olarak küçük çocuklar dışarıda oynadıktan sonra ve yemekten önce ellerini mutlaka yıkamalılar. Ebeveynler, yerel yöneticileri oyun parklarında geri dönüştürülmüş lastik ya da çocuklar düştüğünde fazla güvenli olmayan ve solunumla ya da temasla sağlıklarını tehdit eden diğer maddelerden yapılmış zeminler yerine ahşap parçalarından yapılmış zeminler kullanmaları konusunda ikna edebilirler.”
PARKLARA UYARI LEVHALARI KONULMALI
Parklar ve spor sahalarındaki toksik suni çimlerin de çocukların ve sporcuların sağlığını tehdit ettiğini belirten Mimar Varlık ile İç Mimar Çavdar, parklarda, oyun parklarında oyuncakların, park zemin ve aparatlarının hangi maddelerden yapıldığı ve olası zararları hakkında bilgilendirici uyarıların konulması gerektiğini sözlerine ekledi. Sözcü
Meme kanserinden korunmanın yolları
Fiziksel aktivite ve meme kanseri arasındaki ilişki yapılan araştırmalarca kanıtlandı; sadece günde 30 dakika yürümek bile meme kanseri riskini yüzde 33 azaltıyor.
Meme kanseri üzerine yapılan araştırmalar gösteriyor ki düzenli egzersiz ve yürüyüş yapan kişilerde, hareketsiz kişilere oranla risk daha düşük.
Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölüm Başkanı Doç.Dr. Defne Kaya, hareket etmenin özellikle meme kanseri riskinin azalmasında etkili olduğuna dikkat çekti. Meme kanseri ve hareket etmek arasında çok yakın bir ilişki bulunduğunu kaydeden Kaya, şunları söyledi:
“Amerika, Avrupa, Asya ve Avusturalya'dan 60'tan fazla bilimsel yayın, fiziksel aktivite seviyesi ile meme kanseri arasında ilişki olduğunu gösterdi. Meme kanseri olan 13 bin kişi üzerinde yapılan bir araştırma, haftada üç saatten daha fazla tempolu yürüyüş yapan hastaların meme kanserinden dolayı yaşamını yitirme oranının %30 azaldığını ortaya çıkardı. İngiltere Kanser Araştırmaları Enstitüsü'nün yaptığı bir araştırmada ise her 10 kanser vakasından 4'ünün yaşam tarzında küçük değişiklikler ile önlenebileceği ispatlandı. Bu küçük değişikler ise; sağlıklı ve dengeli beslenme, normal vücut ağırlığı, aktif yaşam, alkol tüketiminin azaltılması, sigarayı bırakmak, güneşin ışınlarından korunmak ve vücudun belirtilerini takip etmekti. Bu değişimler sadece kanser riskini azaltmakla da kalmıyor, bireyi yaşam boyu ‘sağlıklı’ kılıyor. Aşırı kilo ve hareketsiz yaşam ise başta bağırsak, böbrek, pankreas, rahim ve meme (özellikle menopoz sonrasında) olmak üzere çok sayıda kanser riskini artırmaktadır. Düzenli egzersiz, spor ya da hareketli yaşam, özellikle de adölesan dönemde yapılan orta şiddetli ve yoğun egzersizler, ileri yaşlarda gelişebilecek kanser riskini belirgin oranda azaltmaktadır.”
MEME KANSERİNİ ÖNLEMENİN YOLLARI
Meme kanseri ve hareketsiz yaşam ilişkisi hakkında yapılan çalışmalarda da oldukça ilginç sonuçlar elde edildiğini kaydeden Doç Dr. Defne Kaya, bu sonuçları ise şöyle sıraladı:
Düzenli egzersiz yapan, yürüyen veya koşan kişilerde meme kanseri hareketsiz kişilere göre %25 daha az görülmektedir.
Her gün 30 dakika tempolu yürüyüş meme kanseri riskini %33 oranında azaltmaktadır.
Haftada 2 saat orta ya da yoğun fiziksel egzersiz yaparak meme kanseri riskini %5 oranında azaltabilirsiniz.
Aktif yaşamın meme kanserini önlemesi kadar, yapılan aktivitenin yoğunluğu da önemli. Fiziksel egzersizlerin sıklığı ve yoğunluğu arttıkça meme kanseri riski azaltmaktadır.
Çalışmaların çoğu her gün 30 ila 60 dakikaya kadar orta veya yoğun egzersiz yapılmasını önermektedir.
EGZERSİZ MEME KANSERİNİ NASIL ÖNLÜYOR?
Doç. Dr. Defne Kaya, fiziksel aktivite ve egzersizlerin yarattığı etkileri ise şöyle maddelendirdi:
Kontrolsüz hücre bölünmesini tetikleyen insülin ve insülin benzeri büyüme faktörü 1 (IGF-1) seviyesini azaltarak,
Meme kanserini tetikleyen yüksek östrojen seviyesini düşürerek,
Vücudun bağışıklık sisteminin yanıtını güçlendirip tümör hücreleriyle savaşmasını sağlayarak,
İstenmeyen aşırı vücut yağlarını yakarak veya azaltarak kansere karşı koruyucu bir şemsiye görevi görür.
EGZERSİZE BÖYLE BAŞLAYIN
Düzenli egzersiz yapılmasını, ağırlık çalışmaları ile kasların kuvvetlendirilip, koşulmasını öneren Doç.Dr. Defne Kaya, çeşitli nedenlerle bunları yapamayanlara ise şu tavsiyelerde bulundu:
“Haftada 150 dakika tempolu yürüyüş yapılabilir. İlk başlarda günde 3 bin ila 4 bin adım atın ve zamanla 10 bin adıma ulaşın. 10 dakikada bin adım atmak size ideal bir yürüyüş temposu sağlayacaktır. Temponuz artsa da nefes alışınızın bozulmadığı, kalbinizin sıkışmadığı ve yanınızdakilerle nefes nefese kalmadan konuşarak yürüyebileceğinizi hissettiğiniz en yüksek tempoda yürüyün.
EV İŞİ YAPMAK DA MEME KANSERİ RİSKİNİ DÜŞÜRÜR MÜ?
Ütü yapmanın, bahçe işleri ile uğraşmanın ve ev temizliği yapmanın da meme kanseri riskini azalttığına dikkat çeken Doç.Dr. Defne Kaya, “Yine de düzenli olarak yaptığınız ev işlerine yürüme, spor veya egzersizi mutlaka ekleyin. Daha aktif bir yaşam için bu önerilere kulak verin: Merdivenleri kullanın, araba yerine yürüyün ve toplu taşımı tercih edin, araba için ısrar ediyorsanız uzağa park edin, evcil hayvan alın ve onu dolaştırmaya çıkın, günlük adımlarınızı takip edin ve artırın, televizyon izlemek yerine arkadaşlarınızla yürüyüş yapın, alışveriş merkezlerinde yürüyüş parkuru belirleyin ve her katta bir iki tur atın” dedi.
MEME KANSERİ OLANLARDA DA EGZERSİZ ÖNEMLİ
Doç.Dr. Defne Kaya, meme kanseri olan hastalarda ise kemik, kas ve yumuşak dokuların etkilenmesinden dolayı bu bireylerin egzersiz programlarının çok dikkatli ve özenle hazırlanması, ayrıca sıkça kontrol edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Kaya, hastalara “Doktor ve fizyoterapistinize danışmadan hareket etmeyin. Bedeninizi ve beyninizi hareketlendirin, yaşamınız boyunca sevdiklerinizle aranıza mutlu ve güzel anılar dışında hiçbir şey girmesin” diye konuştu.
sözcü.com.tr
Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölüm Başkanı Doç.Dr. Defne Kaya, hareket etmenin özellikle meme kanseri riskinin azalmasında etkili olduğuna dikkat çekti. Meme kanseri ve hareket etmek arasında çok yakın bir ilişki bulunduğunu kaydeden Kaya, şunları söyledi:
“Amerika, Avrupa, Asya ve Avusturalya'dan 60'tan fazla bilimsel yayın, fiziksel aktivite seviyesi ile meme kanseri arasında ilişki olduğunu gösterdi. Meme kanseri olan 13 bin kişi üzerinde yapılan bir araştırma, haftada üç saatten daha fazla tempolu yürüyüş yapan hastaların meme kanserinden dolayı yaşamını yitirme oranının %30 azaldığını ortaya çıkardı. İngiltere Kanser Araştırmaları Enstitüsü'nün yaptığı bir araştırmada ise her 10 kanser vakasından 4'ünün yaşam tarzında küçük değişiklikler ile önlenebileceği ispatlandı. Bu küçük değişikler ise; sağlıklı ve dengeli beslenme, normal vücut ağırlığı, aktif yaşam, alkol tüketiminin azaltılması, sigarayı bırakmak, güneşin ışınlarından korunmak ve vücudun belirtilerini takip etmekti. Bu değişimler sadece kanser riskini azaltmakla da kalmıyor, bireyi yaşam boyu ‘sağlıklı’ kılıyor. Aşırı kilo ve hareketsiz yaşam ise başta bağırsak, böbrek, pankreas, rahim ve meme (özellikle menopoz sonrasında) olmak üzere çok sayıda kanser riskini artırmaktadır. Düzenli egzersiz, spor ya da hareketli yaşam, özellikle de adölesan dönemde yapılan orta şiddetli ve yoğun egzersizler, ileri yaşlarda gelişebilecek kanser riskini belirgin oranda azaltmaktadır.”
MEME KANSERİNİ ÖNLEMENİN YOLLARI
Meme kanseri ve hareketsiz yaşam ilişkisi hakkında yapılan çalışmalarda da oldukça ilginç sonuçlar elde edildiğini kaydeden Doç Dr. Defne Kaya, bu sonuçları ise şöyle sıraladı:
Düzenli egzersiz yapan, yürüyen veya koşan kişilerde meme kanseri hareketsiz kişilere göre %25 daha az görülmektedir.
Her gün 30 dakika tempolu yürüyüş meme kanseri riskini %33 oranında azaltmaktadır.
Haftada 2 saat orta ya da yoğun fiziksel egzersiz yaparak meme kanseri riskini %5 oranında azaltabilirsiniz.
Aktif yaşamın meme kanserini önlemesi kadar, yapılan aktivitenin yoğunluğu da önemli. Fiziksel egzersizlerin sıklığı ve yoğunluğu arttıkça meme kanseri riski azaltmaktadır.
Çalışmaların çoğu her gün 30 ila 60 dakikaya kadar orta veya yoğun egzersiz yapılmasını önermektedir.
EGZERSİZ MEME KANSERİNİ NASIL ÖNLÜYOR?
Doç. Dr. Defne Kaya, fiziksel aktivite ve egzersizlerin yarattığı etkileri ise şöyle maddelendirdi:
Kontrolsüz hücre bölünmesini tetikleyen insülin ve insülin benzeri büyüme faktörü 1 (IGF-1) seviyesini azaltarak,
Meme kanserini tetikleyen yüksek östrojen seviyesini düşürerek,
Vücudun bağışıklık sisteminin yanıtını güçlendirip tümör hücreleriyle savaşmasını sağlayarak,
İstenmeyen aşırı vücut yağlarını yakarak veya azaltarak kansere karşı koruyucu bir şemsiye görevi görür.
EGZERSİZE BÖYLE BAŞLAYIN
Düzenli egzersiz yapılmasını, ağırlık çalışmaları ile kasların kuvvetlendirilip, koşulmasını öneren Doç.Dr. Defne Kaya, çeşitli nedenlerle bunları yapamayanlara ise şu tavsiyelerde bulundu:
“Haftada 150 dakika tempolu yürüyüş yapılabilir. İlk başlarda günde 3 bin ila 4 bin adım atın ve zamanla 10 bin adıma ulaşın. 10 dakikada bin adım atmak size ideal bir yürüyüş temposu sağlayacaktır. Temponuz artsa da nefes alışınızın bozulmadığı, kalbinizin sıkışmadığı ve yanınızdakilerle nefes nefese kalmadan konuşarak yürüyebileceğinizi hissettiğiniz en yüksek tempoda yürüyün.
EV İŞİ YAPMAK DA MEME KANSERİ RİSKİNİ DÜŞÜRÜR MÜ?
Ütü yapmanın, bahçe işleri ile uğraşmanın ve ev temizliği yapmanın da meme kanseri riskini azalttığına dikkat çeken Doç.Dr. Defne Kaya, “Yine de düzenli olarak yaptığınız ev işlerine yürüme, spor veya egzersizi mutlaka ekleyin. Daha aktif bir yaşam için bu önerilere kulak verin: Merdivenleri kullanın, araba yerine yürüyün ve toplu taşımı tercih edin, araba için ısrar ediyorsanız uzağa park edin, evcil hayvan alın ve onu dolaştırmaya çıkın, günlük adımlarınızı takip edin ve artırın, televizyon izlemek yerine arkadaşlarınızla yürüyüş yapın, alışveriş merkezlerinde yürüyüş parkuru belirleyin ve her katta bir iki tur atın” dedi.
MEME KANSERİ OLANLARDA DA EGZERSİZ ÖNEMLİ
Doç.Dr. Defne Kaya, meme kanseri olan hastalarda ise kemik, kas ve yumuşak dokuların etkilenmesinden dolayı bu bireylerin egzersiz programlarının çok dikkatli ve özenle hazırlanması, ayrıca sıkça kontrol edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Kaya, hastalara “Doktor ve fizyoterapistinize danışmadan hareket etmeyin. Bedeninizi ve beyninizi hareketlendirin, yaşamınız boyunca sevdiklerinizle aranıza mutlu ve güzel anılar dışında hiçbir şey girmesin” diye konuştu.
sözcü.com.tr
26 Temmuz 2016 Salı
Vücutta kaşıntının sebepleri neler olabilir?
Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yüksek, bazen bilinen bazen de bilinmeyen bir nedene bağlı ortaya çıkan kaşıntılar, mutlaka dikkate alınmalı diyor.
Vücudun uyarı sisteminin bir parçası olan kaşıntı, zaman zaman sosyal yaşamı etkileyecek düzeyde olabiliyor. Bu tür durumlarda mutlaka kaşıntı sebebinin ortaya çıkarılması ve buna göre bir yol izlenmesi gerektiğini söyleyen Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yüksek, konu ile ilgili önemli bilgiler verdi.
“Kaşıntı genellikle deride kuruma gibi basit nedenlerle gelişir ancak bazen de önemli bir hastalığın belirtisidir. Kişinin yaşının ilerlemesi, sıcak su ile sık sık duş alma alışkanlığı, duş jeli, sıvı sabun, dezenfektanlar gibi kimyasallara derinin maruziyeti sonucu derinin su tutma kapasitesi azalır ve cilt kurur. Bu durum bazen cilt döküntüsünün eşlik etmediği bir yaygın vücut kaşıntısı ile kendini gösterir. Kimi zaman ise sadece el gibi daha sınırlı deri bölgesinde izlenebilir. Bu durumlarda kimyasal maruziyetlerin kesilmesi ve vücudun ılık suyla yoğun liflenme yapmadan yıkanması, sık sık nemlendirilmesi ile kaşıntı tamamen kaybolabilmektedir.”
Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yüksek, kaşıntının yanı sıra cilt döküntüleri de görülebildiğini, bacakların alt kısmında şişme, kızarıklık, sulu yaralar ve kaşıntı varsa bunun bacakta kötü kan dolaşımı göstergesi (staz dermatiti) olabileceğini kaydetti. Bu durumda kan damarlarının ultrasonu yapılarak sebebin kolayca anlaşılabileceğini ifade eden Dr. Yüksek, “Dolaşımın iyileştirilmesi, sulantılı yaraların pansumanı, nemlendirici kullanma ve antihistaminik (kaşıntı önleyici) hap tedavileri ile rahatsızlık tedavi edilebilir” dedi.
KAŞINTININ BİR NEDENİ DE STRES
Dr. Jale Yüksek, stres sonucu da tetiklenen kaşıntılar olduğunu belirterek, “Kaşıntı ile birlikte bacak, kol ense gibi elin rahatça ulaşabildiği bölgelerde kalınlaşmış kahverengi renge dönmüş deri varsa (Liken simpleks kronikus) kişinin stres sonucu tetiklenen kaşıntısı söz konusudur. Tedavinin en önemli adımı stresin iyi yönetilmesi, nemlendirici kremler, kaşıntıyı azaltıcı kremler ve antihistaminik haplardır. Hastalığın belirlenmesi, tedavi şekli ve süresi için mutlaka bir Dermatoloji uzmanına muayene olunması gereklidir.”
Saçlı deride görülen kaşıntılarla ilgili olarak Dr. Yüksek, bu tür kaşıntılarla birlikte yoğun kepeklenme, saç dibinde kızarıklık, sivilce benzeri döküntünün de hastalığın seyrine eşlik edebileceği uyarısında bulundu. Bu durumda yağlı egzemanın (seboreik dermatit) söz konusu olduğunu belirten Dr. Yüksek, yağlanmayı azaltan şampuanlar, steroidli saç losyonları, şiddetli durumda ise dermatiti azaltan ağızdan alınan hap tedavileri ile başarılı sonuç alınabileceğinin altını çizdi.
ŞEKER HASTALIĞI DA KAŞINTIYA NEDEN OLUYOR
Dr. Yüksek, özellikle saçlı deride döküntü olmadan uzun süreli dirençli kaşıntı varsa, saç diplerinde kuruma ve hassasiyet hissediliyorsa bunun sebeplerinden birinin de şeker hastalığı olabileceğini söyledi. Bu durumda aç karnına bakılan kandaki şeker düzeyi ile tanı konulabileceğini belirten Dr. Yüksek, şeker düzeyinin dengelenmesi ile kişinin rahatlamaya başlayacağını bildirdi. Dermatolog Dr. Yüksek, açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Mevsimsel değişiklikler de kaşıntıya neden olur. Güneş ışığına bağlı alerjik kaşıntıda özellikle yüz, boyun kollar gibi güneş gören bölgelerde kızarık döküntü ile birlikte kaşıntı görülür. Sıcak iklimlerde yoğun klima maruziyetinin ciltte kuruma yapması da sık görülür. Bazı kişilerde ise soğuğa bağlı alerjik kaşıntılar söz konusudur, vücudun uç bölgeleri olan eller, ayaklar, parmaklar, burun ucu, kulak gibi bölgelerde karıncalanma, yanma, kızarıklık, kabarıklık ve kaşıntı izlenebilir. İklim şartlarına bağlı kaşıntıda sıcak veya soğuktan kaçınmak en önemli tedavi basamağıdır. 30 faktörün üstünde güneş koruyucu kremlerin kullanımı etkili olur.”
Vücut bölgesinde ayakta, kasıkta, gövdede, boyunda sık görülebilen bir cilt enfeksiyonunun da mantar olduğuna dikkat çeken Dr. Yüksek, bu rahatsızlığın özellikle ciltte nemli ortam oluşmasıyla ortaya çıktığını vurguladı. Dermatolog Dr. Yüksek, cildin kuru tutulması ve mantar önleyici krem ve hap tedavileri ile rahatsızlığın tamamen ortadan kaldırılabileceğini ifade etti.
İLAÇ ALERJİSİNE DİKKAT
Vücuttaki kaşıntı nedenleri arasında ilaç alerjisinin de yer aldığına değinen Dr. Jale Yüksek şöyle konuştu:
“Aspirin, penisilin türevi antibiyotik kullanımı, tansiyon ilaçları, doğum kontrol hapları alerjik kaşıntıya neden olabilir. Uzun süreli antibiyotik hap kullanımı vücutta mantar enfeksiyonunu tetikleyerek kaşıntı yapabilir. Bazen vücuttaki yaygın kaşıntı iç hastalıkların bir bulgusu olabilir. Kişi düzenli nemlendirici kullanmasına rağmen uzun süren dirençli kaşıntı sorunu yaşıyorsa karaciğer, böbrek, guatr (troid), sarılık (hepatit), kansızlık, vitamin eksikliği, kanserle ilgili ayrıntılı kan tetkiklerinin yapılması önem arz eder. Kan tetkiklerinde anormal bir değer saptanırsa dahiliye uzmanına danışılması gerekir. Bu durumlara bağlı kaşıntı uzun süreli ve şiddetli ise ışık tedavisi (fototerapi) başarı sağlayabilmektedir.”
Dermatolog Dr. Yüksek kaşıntı ile ilgili genel önerilerini de şöyle sıraladı:
“Vücut kaşıntısı olan kişilerin dikkat etmesi gereken adımlar; iyi bir nemlendirici edinmek ve düzenli kullanmak, kimyasal ve tahriş edici, alerjen maddeler ve kıyafetlerden uzak kalmak, ılık su ile banyo yapmak, doğal beslenmeye özen göstermek, katkı maddesi içeren besinlerden uzak kalmak. Dirençli ve uzun süreli kaşıntı varsa dermatoloji uzman doktoruna başvurmak gerekir.”
Vücudun uyarı sisteminin bir parçası olan kaşıntı, zaman zaman sosyal yaşamı etkileyecek düzeyde olabiliyor. Bu tür durumlarda mutlaka kaşıntı sebebinin ortaya çıkarılması ve buna göre bir yol izlenmesi gerektiğini söyleyen Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yüksek, konu ile ilgili önemli bilgiler verdi.
“Kaşıntı genellikle deride kuruma gibi basit nedenlerle gelişir ancak bazen de önemli bir hastalığın belirtisidir. Kişinin yaşının ilerlemesi, sıcak su ile sık sık duş alma alışkanlığı, duş jeli, sıvı sabun, dezenfektanlar gibi kimyasallara derinin maruziyeti sonucu derinin su tutma kapasitesi azalır ve cilt kurur. Bu durum bazen cilt döküntüsünün eşlik etmediği bir yaygın vücut kaşıntısı ile kendini gösterir. Kimi zaman ise sadece el gibi daha sınırlı deri bölgesinde izlenebilir. Bu durumlarda kimyasal maruziyetlerin kesilmesi ve vücudun ılık suyla yoğun liflenme yapmadan yıkanması, sık sık nemlendirilmesi ile kaşıntı tamamen kaybolabilmektedir.”
Dermatoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Yüksek, kaşıntının yanı sıra cilt döküntüleri de görülebildiğini, bacakların alt kısmında şişme, kızarıklık, sulu yaralar ve kaşıntı varsa bunun bacakta kötü kan dolaşımı göstergesi (staz dermatiti) olabileceğini kaydetti. Bu durumda kan damarlarının ultrasonu yapılarak sebebin kolayca anlaşılabileceğini ifade eden Dr. Yüksek, “Dolaşımın iyileştirilmesi, sulantılı yaraların pansumanı, nemlendirici kullanma ve antihistaminik (kaşıntı önleyici) hap tedavileri ile rahatsızlık tedavi edilebilir” dedi.
KAŞINTININ BİR NEDENİ DE STRES
Dr. Jale Yüksek, stres sonucu da tetiklenen kaşıntılar olduğunu belirterek, “Kaşıntı ile birlikte bacak, kol ense gibi elin rahatça ulaşabildiği bölgelerde kalınlaşmış kahverengi renge dönmüş deri varsa (Liken simpleks kronikus) kişinin stres sonucu tetiklenen kaşıntısı söz konusudur. Tedavinin en önemli adımı stresin iyi yönetilmesi, nemlendirici kremler, kaşıntıyı azaltıcı kremler ve antihistaminik haplardır. Hastalığın belirlenmesi, tedavi şekli ve süresi için mutlaka bir Dermatoloji uzmanına muayene olunması gereklidir.”
Saçlı deride görülen kaşıntılarla ilgili olarak Dr. Yüksek, bu tür kaşıntılarla birlikte yoğun kepeklenme, saç dibinde kızarıklık, sivilce benzeri döküntünün de hastalığın seyrine eşlik edebileceği uyarısında bulundu. Bu durumda yağlı egzemanın (seboreik dermatit) söz konusu olduğunu belirten Dr. Yüksek, yağlanmayı azaltan şampuanlar, steroidli saç losyonları, şiddetli durumda ise dermatiti azaltan ağızdan alınan hap tedavileri ile başarılı sonuç alınabileceğinin altını çizdi.
ŞEKER HASTALIĞI DA KAŞINTIYA NEDEN OLUYOR
Dr. Yüksek, özellikle saçlı deride döküntü olmadan uzun süreli dirençli kaşıntı varsa, saç diplerinde kuruma ve hassasiyet hissediliyorsa bunun sebeplerinden birinin de şeker hastalığı olabileceğini söyledi. Bu durumda aç karnına bakılan kandaki şeker düzeyi ile tanı konulabileceğini belirten Dr. Yüksek, şeker düzeyinin dengelenmesi ile kişinin rahatlamaya başlayacağını bildirdi. Dermatolog Dr. Yüksek, açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Mevsimsel değişiklikler de kaşıntıya neden olur. Güneş ışığına bağlı alerjik kaşıntıda özellikle yüz, boyun kollar gibi güneş gören bölgelerde kızarık döküntü ile birlikte kaşıntı görülür. Sıcak iklimlerde yoğun klima maruziyetinin ciltte kuruma yapması da sık görülür. Bazı kişilerde ise soğuğa bağlı alerjik kaşıntılar söz konusudur, vücudun uç bölgeleri olan eller, ayaklar, parmaklar, burun ucu, kulak gibi bölgelerde karıncalanma, yanma, kızarıklık, kabarıklık ve kaşıntı izlenebilir. İklim şartlarına bağlı kaşıntıda sıcak veya soğuktan kaçınmak en önemli tedavi basamağıdır. 30 faktörün üstünde güneş koruyucu kremlerin kullanımı etkili olur.”
Vücut bölgesinde ayakta, kasıkta, gövdede, boyunda sık görülebilen bir cilt enfeksiyonunun da mantar olduğuna dikkat çeken Dr. Yüksek, bu rahatsızlığın özellikle ciltte nemli ortam oluşmasıyla ortaya çıktığını vurguladı. Dermatolog Dr. Yüksek, cildin kuru tutulması ve mantar önleyici krem ve hap tedavileri ile rahatsızlığın tamamen ortadan kaldırılabileceğini ifade etti.
İLAÇ ALERJİSİNE DİKKAT
Vücuttaki kaşıntı nedenleri arasında ilaç alerjisinin de yer aldığına değinen Dr. Jale Yüksek şöyle konuştu:
“Aspirin, penisilin türevi antibiyotik kullanımı, tansiyon ilaçları, doğum kontrol hapları alerjik kaşıntıya neden olabilir. Uzun süreli antibiyotik hap kullanımı vücutta mantar enfeksiyonunu tetikleyerek kaşıntı yapabilir. Bazen vücuttaki yaygın kaşıntı iç hastalıkların bir bulgusu olabilir. Kişi düzenli nemlendirici kullanmasına rağmen uzun süren dirençli kaşıntı sorunu yaşıyorsa karaciğer, böbrek, guatr (troid), sarılık (hepatit), kansızlık, vitamin eksikliği, kanserle ilgili ayrıntılı kan tetkiklerinin yapılması önem arz eder. Kan tetkiklerinde anormal bir değer saptanırsa dahiliye uzmanına danışılması gerekir. Bu durumlara bağlı kaşıntı uzun süreli ve şiddetli ise ışık tedavisi (fototerapi) başarı sağlayabilmektedir.”
Dermatolog Dr. Yüksek kaşıntı ile ilgili genel önerilerini de şöyle sıraladı:
“Vücut kaşıntısı olan kişilerin dikkat etmesi gereken adımlar; iyi bir nemlendirici edinmek ve düzenli kullanmak, kimyasal ve tahriş edici, alerjen maddeler ve kıyafetlerden uzak kalmak, ılık su ile banyo yapmak, doğal beslenmeye özen göstermek, katkı maddesi içeren besinlerden uzak kalmak. Dirençli ve uzun süreli kaşıntı varsa dermatoloji uzman doktoruna başvurmak gerekir.”
Etiketler:
alerji,
sağlık,
stres,
şeker hastalığı
25 Temmuz 2016 Pazartesi
FETÖ’nün hastaneleri ücretsiz
Sağlık Bakanı Recep Akdağ CNN Türk canlı yayınında FETÖ'nün hastaneleri hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Sorulan soruları yanıtlayan Akdağ, 'El konulup hizmete sokulan bu hastaneler vatandaşlarımıza ücretsiz bir şekilde hizmet verecek” dedi.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ CNN Türk canlı yayınında soruları yanıtladı. Hazine'ye devredilen hastanelerden biri ağız diş sağlığı merkezi olmak üzere 13'ünün hizmete sokulduğunu belirten Akdağ, ”Bu hastaneler vatandaşlarımıza ücretsiz bir şekilde hizmet verecek” dedi. Akdağ yaptığı açıklamada, “34 sağlık kuruluşu Hazine’ye devredildi. 13’nü de hizmete soktuk” dedi.
23 Temmuz 2016 Cumartesi
Lazer epilasyon kanser yapar mı?
Yapılan yeni bir araştırmaya göre, lazer epilasyon sırasında çıkan dumandaki zararlı kimyasal maddelerin solunum yollarına zarar verdiği iddia edildi.
DailyMail'in sitesinde yayımlanan habere göre, lazerle tüylerin yakılması sırasında çıkan duman zehirli maddeler içeriyor. Bu zehirli duman solunum yollarında hasara yol açarak kansere sebebiyet verebiliyor.
Bu risk, yeterli niteliklere sahip olmayan biri tarafından uygulandığında daha çok artıyor. En büyük risk altındakiler ise bu işlemi uygulayanlar.
Uzmanlar, bu işe uygun olmayan yerlerde uygulandığında riskin daha da arttığını belirtiyor. Ayrıca işlemin yapıldığı yerde bir havalandırma sisteminin olması gerektiğini de ekliyorlar.
Araştırmayı yöneten bilim insanları lazerden çıkan dumanı incelediklerinde 377 kimyasal madde arasında 20 tanesinin, karbonmonoksit gibi zehirli maddeler olduğunu belirlediler ve 13 tanesinin de kanserojen olabileceğinden şüpheleniyorlar.
Uzmanlar bu dumana maruz kalmayı, sigara içen birinin yanında olmaya benzetiyorlar. Yine de bu iddianın doğruluğu henüz kanıtlanmadı ve konu hakkında daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. (Pembenar)
DailyMail'in sitesinde yayımlanan habere göre, lazerle tüylerin yakılması sırasında çıkan duman zehirli maddeler içeriyor. Bu zehirli duman solunum yollarında hasara yol açarak kansere sebebiyet verebiliyor.
Bu risk, yeterli niteliklere sahip olmayan biri tarafından uygulandığında daha çok artıyor. En büyük risk altındakiler ise bu işlemi uygulayanlar.
Uzmanlar, bu işe uygun olmayan yerlerde uygulandığında riskin daha da arttığını belirtiyor. Ayrıca işlemin yapıldığı yerde bir havalandırma sisteminin olması gerektiğini de ekliyorlar.
Araştırmayı yöneten bilim insanları lazerden çıkan dumanı incelediklerinde 377 kimyasal madde arasında 20 tanesinin, karbonmonoksit gibi zehirli maddeler olduğunu belirlediler ve 13 tanesinin de kanserojen olabileceğinden şüpheleniyorlar.
Uzmanlar bu dumana maruz kalmayı, sigara içen birinin yanında olmaya benzetiyorlar. Yine de bu iddianın doğruluğu henüz kanıtlanmadı ve konu hakkında daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. (Pembenar)
Kapatılan hastanelerdeki hastalara ne olacak?
Sağlık Bakanlığı OHAL kararnamesiyle kapatılan hastanelerde tedavi gören hastalarla ilgili bir açıklama yayınladı.
Sağlık Bakanlığı, bazı özel sağlık kurum ve kuruluşlarının hazineye devir işlemlerinin başlatıldığını ve söz konusu hastanelerde tedavi altında olan hastaların da kamu hastanelerine nakillerinin devam ettiğini açıkladı.
Sağlık Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklama şöyle; "23 Temmuz 2016 Tarih ve 29779 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Olağanüstü Hal kapsamında alınan tedbirlere ilişkin Kanun Hükmünde Kararname gereği, bazı özel sağlık kurum ve kuruluşlarının hazineye devir işlemleri başlatılmıştır. Bakanlığımız, bu kurumlardan hizmet alan vatandaşlarımızın sağlık hizmet sunumu ve hasta bakımı açısından mağduriyet yaşamamaları için gerekli tedbirleri almıştır. Söz konusu hastanelerde tedavi altında olan hastalarımızın da kamu hastanelerine nakilleri devam etmektedir."
Sağlık Bakanlığı, bazı özel sağlık kurum ve kuruluşlarının hazineye devir işlemlerinin başlatıldığını ve söz konusu hastanelerde tedavi altında olan hastaların da kamu hastanelerine nakillerinin devam ettiğini açıkladı.
Sağlık Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklama şöyle; "23 Temmuz 2016 Tarih ve 29779 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Olağanüstü Hal kapsamında alınan tedbirlere ilişkin Kanun Hükmünde Kararname gereği, bazı özel sağlık kurum ve kuruluşlarının hazineye devir işlemleri başlatılmıştır. Bakanlığımız, bu kurumlardan hizmet alan vatandaşlarımızın sağlık hizmet sunumu ve hasta bakımı açısından mağduriyet yaşamamaları için gerekli tedbirleri almıştır. Söz konusu hastanelerde tedavi altında olan hastalarımızın da kamu hastanelerine nakilleri devam etmektedir."
22 Temmuz 2016 Cuma
Mantar kanserle savaşıyor
Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, mantarın kanserle savaştığını ve bağışıklığı kuvvetlendirdiği belirtti.
Mantar çok faydalı olan bir besin ancak tüketirken dikkatli olmak gerekiyor. Konu ile ilgili bilgiler veren Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, mantarın kalp sağlığından formu korumaya kadar pek çok alanda faydalı olduğunu belirtti.
Mantarın dünyanın birçok ülkesinde üreyebilen latince fungi olarak adlandırılan besin gruplarından sebze grubuna dahil edilen oldukça faydalı bir besin olduğunu belirten Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, “Özellikle son dönemlerde sofralarda sıklıkla karşımıza çıkan mantar hakkında vücuda sağladığı yararlar hakkında bilinmesi gerekenleri sıralamak gerekirse; D vitamini içeriği olan çok az doğal besinden bir tanesidir. Son yıllarda kanser ve obezite gibi birçok önemli hastalık tabloları ile ilişkilendirilen D Vitamini doğal olarak çok az besinde yer almaktadır. 300g mantar günlük D vitaminin %20 sini karşılamaktadır” dedi.
DİYET YAPANLAR YİYEBİLİR
Kalorisinin çok düşük olan, farklı yemeklerde de kullanılabilen mantar formuna dikkat etmesi gerekenler için ideal besin olduğunun altını çizen Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, “100g da yaklaşık 15-20 kalori olan mantarın %85-90 ı sudur. 0 kolesterol içeren mantarda karbonhidrat ve protein içeriği daha yüksektir. Doymuş yağ yoktur. Mantar çorba, sebze yemeği, börek, omlet, garnitür ve salatalarda sıklıkla kullanılabilir. Mümkün olduğunca kısa süreli pişirmek hafif sert bırakmak ve suyunu kaybetmemesini sağlayarak pişirmek en doğru pişirme yöntemidir. Alışveriş listelerinde sıklıkla yer almalıdır.” dedi.
Mantarın sebzeler arasında besin değeri ve kalitesi oldukça yüksek değere sahip olduğunu anlatan Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, daha sonra şunları kaydetti; “Sadece hayvansal gıdalarda bulunan B12 vitamini dışında mantar türlerinde de B12 vardır ve biyoyararlılığı ( vücut için kullanılabilirlik ) daha yüksektir.
Özellikle reishi, shitake ve maitake gibi bazı mantar türevleri biyoyararlılığı yüksek mantar türevleri olarak bazı çalışmalarda izlenmiştir.
Mantarlar kanserden koruyan ve bağışıklığı kuvvetlendiren antioksidan olarak da kabul edilen selenyum mineralince zengin içeriğe sahiptir.
Mantarlar sülfür içeren aminoasit olan ergothionoein içerir ve bu amino asit vücut hücrelerinde antioksidan rol oynamaktadır.
Tiamin, Riboflavin, Niasin, Biotin, Vitamin C, Fosfor, Potasyum ve Bakırdan zengin olup vitamin ve mineral içeriği açısından çok zengindir. Bu fitobesin içeriği mantarı; kalp sağlığını korumada, bazı kanser türlerinde ve kanser tedavisi sırasında bağışıklık sistemini kuvvetlendirmede etkin rol oynamasını sağlamaktadır.
İçeriğinde bulunan CLA ( Konjuge Linoleik Asit ) sayesinde yağ dokusu kaybını artırarak yağ dışı hücrelerin artmasında faydaları vardır. Dolayısı ile formunu korumak ve yağsız kas dokusunu artırmak için fayda sağlayan besinler arasındadır. Meme ve prostat kanserinde içerdiği CLA sayesinde yararlı etki sağladığı görülmüştür.
Biyoaktif içerikleri yüksek olan bazı mantar türevleri medikal ilaç üretiminde tedavi amaçlı, antioksidan, antihipertansif, kolesterol düşürücü, antiviral, antibakteriyel ve antiparazitik etkileri nedeni ike kullanılmaktadır.
Bazı kanser çalışmalarında beyaz mantar türlerinin karaciğer detoksifikasyonuna pozitif etki sağladığı görülmüştür.
MANTAR ZEHİRLENMESİ NEDİR?
Mantar zehirlenmesi, doğal alanlarda yetişen ve yapısında zehirli madde bulunan şapkalı mantarların taze, kurutulmuş veya konserve olarak çiğ veya pişirilerek yenmesi sonucunda gelişen ve ölümle de sonuçlanabilen ciddi bir zehirlenmedir. Mümkün oldukça kültür mantarı ve istiridye mantarı türevleri tercih edilebilir. Kusma, bulantı, ateş gibi durumlar mantar yeme sonrası yaşanıyorsa muhakkak doktora danışılmalıdır. Taze, açık beyaz renkte, soyulmamış, yumuşamamış ve iri mantarlar seçilmelidir. Buzdolabında en fazla 1 hafta muhafaza edilmelidir, derin dondurucuda vitamin ve mineral içeriği yok denecek kadar aza ineceği için genellikle taze tüketilmesi gerekmektedir.
Tüketilmesi sakıncalı durumu özellikle içeriğindeki pürin aminoasidi nedeni ile böbrek hastalarında sakıncalı durumlar yaratmaktadır. Böbrek için sakıncalı olan ürik asit yapımını hızlandırmaktadır. Özellikle böbrek taşı varlığında, gut hastalığı ve birçok böbrek yetmezliklerinde kontrollü tüketilmesi gerekmektedir.
Mantar et grubu yerine sayılabilen bir besin değildir, içerdiği nutrientler oldukça faydalı olsa bile et/tavuk/ balık/yumurta gibi hayvansal protein içeriği düşüktür. Et yerine birebir değişim yapılarak tercih edilmesi farklı yetersizlikleri oluşturmaktadır.”
Mantar çok faydalı olan bir besin ancak tüketirken dikkatli olmak gerekiyor. Konu ile ilgili bilgiler veren Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, mantarın kalp sağlığından formu korumaya kadar pek çok alanda faydalı olduğunu belirtti.
Mantarın dünyanın birçok ülkesinde üreyebilen latince fungi olarak adlandırılan besin gruplarından sebze grubuna dahil edilen oldukça faydalı bir besin olduğunu belirten Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, “Özellikle son dönemlerde sofralarda sıklıkla karşımıza çıkan mantar hakkında vücuda sağladığı yararlar hakkında bilinmesi gerekenleri sıralamak gerekirse; D vitamini içeriği olan çok az doğal besinden bir tanesidir. Son yıllarda kanser ve obezite gibi birçok önemli hastalık tabloları ile ilişkilendirilen D Vitamini doğal olarak çok az besinde yer almaktadır. 300g mantar günlük D vitaminin %20 sini karşılamaktadır” dedi.
DİYET YAPANLAR YİYEBİLİR
Kalorisinin çok düşük olan, farklı yemeklerde de kullanılabilen mantar formuna dikkat etmesi gerekenler için ideal besin olduğunun altını çizen Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, “100g da yaklaşık 15-20 kalori olan mantarın %85-90 ı sudur. 0 kolesterol içeren mantarda karbonhidrat ve protein içeriği daha yüksektir. Doymuş yağ yoktur. Mantar çorba, sebze yemeği, börek, omlet, garnitür ve salatalarda sıklıkla kullanılabilir. Mümkün olduğunca kısa süreli pişirmek hafif sert bırakmak ve suyunu kaybetmemesini sağlayarak pişirmek en doğru pişirme yöntemidir. Alışveriş listelerinde sıklıkla yer almalıdır.” dedi.
Mantarın sebzeler arasında besin değeri ve kalitesi oldukça yüksek değere sahip olduğunu anlatan Uzman Diyetisyen Şefika Aydın Selçuk, daha sonra şunları kaydetti; “Sadece hayvansal gıdalarda bulunan B12 vitamini dışında mantar türlerinde de B12 vardır ve biyoyararlılığı ( vücut için kullanılabilirlik ) daha yüksektir.
Özellikle reishi, shitake ve maitake gibi bazı mantar türevleri biyoyararlılığı yüksek mantar türevleri olarak bazı çalışmalarda izlenmiştir.
Mantarlar kanserden koruyan ve bağışıklığı kuvvetlendiren antioksidan olarak da kabul edilen selenyum mineralince zengin içeriğe sahiptir.
Mantarlar sülfür içeren aminoasit olan ergothionoein içerir ve bu amino asit vücut hücrelerinde antioksidan rol oynamaktadır.
Tiamin, Riboflavin, Niasin, Biotin, Vitamin C, Fosfor, Potasyum ve Bakırdan zengin olup vitamin ve mineral içeriği açısından çok zengindir. Bu fitobesin içeriği mantarı; kalp sağlığını korumada, bazı kanser türlerinde ve kanser tedavisi sırasında bağışıklık sistemini kuvvetlendirmede etkin rol oynamasını sağlamaktadır.
İçeriğinde bulunan CLA ( Konjuge Linoleik Asit ) sayesinde yağ dokusu kaybını artırarak yağ dışı hücrelerin artmasında faydaları vardır. Dolayısı ile formunu korumak ve yağsız kas dokusunu artırmak için fayda sağlayan besinler arasındadır. Meme ve prostat kanserinde içerdiği CLA sayesinde yararlı etki sağladığı görülmüştür.
Biyoaktif içerikleri yüksek olan bazı mantar türevleri medikal ilaç üretiminde tedavi amaçlı, antioksidan, antihipertansif, kolesterol düşürücü, antiviral, antibakteriyel ve antiparazitik etkileri nedeni ike kullanılmaktadır.
Bazı kanser çalışmalarında beyaz mantar türlerinin karaciğer detoksifikasyonuna pozitif etki sağladığı görülmüştür.
MANTAR ZEHİRLENMESİ NEDİR?
Mantar zehirlenmesi, doğal alanlarda yetişen ve yapısında zehirli madde bulunan şapkalı mantarların taze, kurutulmuş veya konserve olarak çiğ veya pişirilerek yenmesi sonucunda gelişen ve ölümle de sonuçlanabilen ciddi bir zehirlenmedir. Mümkün oldukça kültür mantarı ve istiridye mantarı türevleri tercih edilebilir. Kusma, bulantı, ateş gibi durumlar mantar yeme sonrası yaşanıyorsa muhakkak doktora danışılmalıdır. Taze, açık beyaz renkte, soyulmamış, yumuşamamış ve iri mantarlar seçilmelidir. Buzdolabında en fazla 1 hafta muhafaza edilmelidir, derin dondurucuda vitamin ve mineral içeriği yok denecek kadar aza ineceği için genellikle taze tüketilmesi gerekmektedir.
Tüketilmesi sakıncalı durumu özellikle içeriğindeki pürin aminoasidi nedeni ile böbrek hastalarında sakıncalı durumlar yaratmaktadır. Böbrek için sakıncalı olan ürik asit yapımını hızlandırmaktadır. Özellikle böbrek taşı varlığında, gut hastalığı ve birçok böbrek yetmezliklerinde kontrollü tüketilmesi gerekmektedir.
Mantar et grubu yerine sayılabilen bir besin değildir, içerdiği nutrientler oldukça faydalı olsa bile et/tavuk/ balık/yumurta gibi hayvansal protein içeriği düşüktür. Et yerine birebir değişim yapılarak tercih edilmesi farklı yetersizlikleri oluşturmaktadır.”
Kulak çınlamasının 10 nedeni
Biri andı deyip geçmeyin, hemen doktora gidin
Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek, haftada en az bir kez gelişen ve en az 5 dakida süren kulak çınlamasının önemli bir işaret olabileceğini söyledi. Beyin tümörü ve beyin hastalıkları gibi ciddi sorunların habercisi olabilen kulak çınlaması bazen sanıldığı kadar masum bir belirti değil.
Özellikle gençlerde tek taraflı olan ve işitme kaybı veya baş dönmesiyle birlikte başlayan çınlamalar önemsenmeli Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek kulak çınlamasının altında yatan 10 nedeni anlattı.
1. Dış kulak ve orta kulak hastalıkları
Dış kulak yolunu kapatabilen kulak kirleri, kulak zarı delinmeleri, orta kulak enfeksiyonları ve orta kulak kemikçiklerinin bazı hastalıklarında çınlama gelişebiliyor. Bu hastalıkların tedavisi ile çınlama sorunu ortadan kalkabiliyor.
2. İç kulak hastalıkları
Sesleri algılayan iç kulak organında yaşanan sorunlar da kulakların çınlamasına neden olabiliyor. İç kulakta bulunan ve işitmeyi algılayan tüylü hücrelerde oluşan bozuklukların çınlamaların önemli bir kısmına neden olduğu düşünülüyor. Özellikle uzun süre gürültüye maruz kalanlarda, iç kulak basıncının arttığı meniere hastalığında, ileri yaşlarda görülen işitme kayıplarında sıklıkla çınlama
gelişebiliyor.
3. Hipertansiyon ve damar hastalıkları
Hipertansiyon, damar sertliği, boyun damarlarındaki daralmalar, diyabet, kanda yağ ve kolesterolün artması da çınlama sebebi olabiliyor. Damarsal kaynaklı çınlamalar kalp atımı ile ritmik bir ses üretiyor ve bu ses dışarıdan başka bir kişi tarafından da duyulabiliyor.
4. Anemi
Halk arasında kansızlık olarak adlandırılan anemide kırmızı kan hücrelerinin az olması nedeniyle kan incelerek hızla akmaya ve bunun sonucunda da çınlamaya yol açabiliyor.
5. Çinko ve B 12 eksikliği
Çinko, B12 vitamini ile magnezyum gibi vitamin-mineral eksiklerinde de çınlama görülebiliyor ve bu da beslenme bozukluğunun habercisi olabiliyor.
6. Psikolojik sorunlar
Depresyon, anksiyete, migren, stres ve epilepsi gibi hastalıklarda sıklıkla çınlama gelişiyor. Ancak psikiyatrik hastalıklarda duyulan sesler gerçek çınlamadan farklı olup, işitsel halüsinasyon olarak adlandırılıyor.
7. Üst solunum yolu enfeksiyonları
Üst solunum yolları enfeksiyonlarından sinüzit, grip ve nezle gibi hastalıklar da kulak basıncını dengeleyen östaki tüpünde geçici bozulmalar yaparak çınlamaya neden olabiliyor.
8. İlaçlar
Bazı antibiyotikler, kanser ilaçları, aspirin, sıtma ilaçları, idrar söktürücüler de çınlama yapabiliyor.
9. Baş boyun travmaları, çene eklem hastalıkları
Baş ve boyun travmaları ve çene eklemi hastalıkları da çınlama nedeni olabiliyor.
10. Tümörler
Nadir olarak görülse de kafa içi yerleşimli tümörler, işitme sinirinden ve orta kulaktan kaynaklı tümörler, boyunda damarlara bası yapabilen tümörler değişik derecelerde çınlama yapabiliyor.
NEDENİ TESPİT EDİLMELİ
Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek, çınlamanın alında yatan neden saptanmadığı takdirde bu sorunun ortadan kaldırılamadığına dikkat çekti. “Hatta nedeni belirlenebilen çınlamalar için de aynı durum söz konusu olabiliyor” diyen Doç. Dr. Baylançicek, “Bunun nedeni ise çınlamanın oluş mekanizmasının hala net olarak aydınlatılamaması. Bu sebeple uygulanan bazı tedaviler bazı hastalarda çok faydalı olabilirken, bazı hastalarda ise hiçbir yarar sağlamayabiliyor. Günümüzde hala çok sayıda araştırmacı bu konuyla ilgili yeni tedavilerin geliştirilmesi için uğraşıyor” dedi. Doç. Dr. Serdar Baylançiçek çınlama yakınması ile gelen hastada bazı testlerin yapılması ve bu duruma yol açabilecek ciddi bir hastalık olup olmadığının ortaya konması gerektiğinin de altını çiziyor. Sözcü
Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek, haftada en az bir kez gelişen ve en az 5 dakida süren kulak çınlamasının önemli bir işaret olabileceğini söyledi. Beyin tümörü ve beyin hastalıkları gibi ciddi sorunların habercisi olabilen kulak çınlaması bazen sanıldığı kadar masum bir belirti değil.
Özellikle gençlerde tek taraflı olan ve işitme kaybı veya baş dönmesiyle birlikte başlayan çınlamalar önemsenmeli Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek kulak çınlamasının altında yatan 10 nedeni anlattı.
1. Dış kulak ve orta kulak hastalıkları
Dış kulak yolunu kapatabilen kulak kirleri, kulak zarı delinmeleri, orta kulak enfeksiyonları ve orta kulak kemikçiklerinin bazı hastalıklarında çınlama gelişebiliyor. Bu hastalıkların tedavisi ile çınlama sorunu ortadan kalkabiliyor.
2. İç kulak hastalıkları
Sesleri algılayan iç kulak organında yaşanan sorunlar da kulakların çınlamasına neden olabiliyor. İç kulakta bulunan ve işitmeyi algılayan tüylü hücrelerde oluşan bozuklukların çınlamaların önemli bir kısmına neden olduğu düşünülüyor. Özellikle uzun süre gürültüye maruz kalanlarda, iç kulak basıncının arttığı meniere hastalığında, ileri yaşlarda görülen işitme kayıplarında sıklıkla çınlama
gelişebiliyor.
3. Hipertansiyon ve damar hastalıkları
Hipertansiyon, damar sertliği, boyun damarlarındaki daralmalar, diyabet, kanda yağ ve kolesterolün artması da çınlama sebebi olabiliyor. Damarsal kaynaklı çınlamalar kalp atımı ile ritmik bir ses üretiyor ve bu ses dışarıdan başka bir kişi tarafından da duyulabiliyor.
4. Anemi
Halk arasında kansızlık olarak adlandırılan anemide kırmızı kan hücrelerinin az olması nedeniyle kan incelerek hızla akmaya ve bunun sonucunda da çınlamaya yol açabiliyor.
5. Çinko ve B 12 eksikliği
Çinko, B12 vitamini ile magnezyum gibi vitamin-mineral eksiklerinde de çınlama görülebiliyor ve bu da beslenme bozukluğunun habercisi olabiliyor.
6. Psikolojik sorunlar
Depresyon, anksiyete, migren, stres ve epilepsi gibi hastalıklarda sıklıkla çınlama gelişiyor. Ancak psikiyatrik hastalıklarda duyulan sesler gerçek çınlamadan farklı olup, işitsel halüsinasyon olarak adlandırılıyor.
7. Üst solunum yolu enfeksiyonları
Üst solunum yolları enfeksiyonlarından sinüzit, grip ve nezle gibi hastalıklar da kulak basıncını dengeleyen östaki tüpünde geçici bozulmalar yaparak çınlamaya neden olabiliyor.
8. İlaçlar
Bazı antibiyotikler, kanser ilaçları, aspirin, sıtma ilaçları, idrar söktürücüler de çınlama yapabiliyor.
9. Baş boyun travmaları, çene eklem hastalıkları
Baş ve boyun travmaları ve çene eklemi hastalıkları da çınlama nedeni olabiliyor.
10. Tümörler
Nadir olarak görülse de kafa içi yerleşimli tümörler, işitme sinirinden ve orta kulaktan kaynaklı tümörler, boyunda damarlara bası yapabilen tümörler değişik derecelerde çınlama yapabiliyor.
NEDENİ TESPİT EDİLMELİ
Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Serdar Baylançiçek, çınlamanın alında yatan neden saptanmadığı takdirde bu sorunun ortadan kaldırılamadığına dikkat çekti. “Hatta nedeni belirlenebilen çınlamalar için de aynı durum söz konusu olabiliyor” diyen Doç. Dr. Baylançicek, “Bunun nedeni ise çınlamanın oluş mekanizmasının hala net olarak aydınlatılamaması. Bu sebeple uygulanan bazı tedaviler bazı hastalarda çok faydalı olabilirken, bazı hastalarda ise hiçbir yarar sağlamayabiliyor. Günümüzde hala çok sayıda araştırmacı bu konuyla ilgili yeni tedavilerin geliştirilmesi için uğraşıyor” dedi. Doç. Dr. Serdar Baylançiçek çınlama yakınması ile gelen hastada bazı testlerin yapılması ve bu duruma yol açabilecek ciddi bir hastalık olup olmadığının ortaya konması gerektiğinin de altını çiziyor. Sözcü
21 Temmuz 2016 Perşembe
Lens kullanırken nelere dikkat edilmeli?
Özgürlük, rahatlık ve güzel bir görünüm sağlayan kontak lenslerin yaz aylarında kullanımına ve bakımına çok daha fazla dikkat edilmesi gerekiyor. İşte, gözde oluşabilecek enfeksiyonlara, kornea rahatsızlıklarına ya da göz kuruluğuna karşı alınabilecek önlemlerin bazılarına Türkiye'de kontak lens dağıtım ağına sahip Erol Harbi şöyle değindi;
Girdiğiniz denizin ya da havuzun hijyen durumundan ne kadar emin olursanız olun, yine de ön göremediğiniz bazı sorunlarla karşılaşabilirsiniz. Bu yüzden suya girerken kontak lensleriniz gözünüzdeyse yüzücü gözlüğü kullanmanızı öneriyoruz. Ayrıca kontak lenslerin su altında gözünüzden çıkması halinde bu gözlükler yine koruyucu etkisi ile lenslerinizin kaybolmasına engel olacaktır.
Aslında sadece yaz aylarında değil tüm yıl boyunca dikkat edilmesi gereken en önemli konu hijyen. Kontak lensinizi takmadan önce mutlaka ellerinizi yıkamalı ve kurulamalısınız. Kontak lenslerinizi solüsyonları ile her kullanımdan sonra sterilize etmelisiniz. Bu solüsyonları yine göz doktorunuzun tavsiye ettiği markalardan seçmenizi öneririz. Kontak lenslerinizin kutularının temizliği de yine her mevsim çok dikkat etmeniz gereken noktalar arasında. Deterjan gibi ajan maddeler kullanmadan, kaynar suyla yapacağınız temizlik yeterli.
Cildin güneşin zararlı ultraviyole ışınlarından korunması için güneş koruyucularını kullanmak gerektiği biliniyor. Peki, gözlerimizi bu ışınlardan yeterince koruyabiliyor muyuz? Konuya ilişkin olarak Erol Harbi, “UV ışınlarını bloke edici özelliğe sahip kontak lenslerle, başta katarakt olmak üzere uzun süreli göz ve görme problemlerine yol açabilen zararlı güneş ışınlarından korunmak mümkün. Güneş gözlüklerinin etrafından giren ve korneaya direk düşen ışınların lens kullanımıyla minimalize ediliyor olması oldukça önem taşıyor. Ayrıca kontak lenslerin UV filtresi olan güneş gözlükleriyle kullanılmasını öneriyoruz.”dedi. cnntürk
Ruh sağlığınız için haberleri sosyal medyadan takip etmeyin
Sürekli şiddet ve terör olaylarıyla ilgili haberler izlemek bizde nasıl bir etki bırakıyor? Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarında paylaşılan mesajlar insan psikolojisini ne yönde etkiliyor? Uzman psikologlar uyarıyor. 'Ruh sağlığınız için haberleri sosyal medyadan takip
etmeyin.'
Uzman Klinik Psikolog ve Hipnoz Uzmanı Mehmet Başkak’a göre şiddet ve terör haberlerine sürekli maruz kalmanın etkisi kişiden kişiye değişiyor ama hepimiz şiddet haberlerinin anında ve neredeyse çok sıradan bir biçimde verildiği, herkesin dijital olarak birbirine bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu da bizim bu tür olaylar karşısında hissizleştiğimizi gösteriyor.
Terör ve şiddet içeren olaylarının sıklıkla yaşanması, insanlarda giderek artan bir tedirginliğe sebep oluyor ve insanlar kendilerini "incinebilir/kırılgan ve güçsüz" hissetmeye başlıyorlar. "Artan bir alarm ve tedirginlik durumu var fakat aynı zamanda bir hissizleşme ve duyarsızlaşma da söz konusu," diyor Psikolog Mehmet Başkak.
Anlık haberleri takip etmeyin
Sosyal medyadaki anlık haber akışını takip etmek de insanlar üzerinde travmatize edici bir etki oluşturabiliyor. İngiltere'deki Bradford Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı geçen sene gerçekleşen bir psikoloji konferansında kişilerin sosyal medyada şiddet içeren görüntülere maruz kalmalarının ardından yaşanan travmatik bir olay sonrasında kişinin hayatını ciddi şekilde harap eden ve süregiden duygusal tepki olarak bilinen Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) belirtilerine benzer belirtiler yaşadıklarını söylediler.
Bradford'lu araştırmacılar tarafından yapılan ve 189 kişinin katıldığı bir çalışmada, katılımcılara aralarında 11 Eylül saldırıları, ABD'deki okullardaki silahlı saldırılar ve intihar saldırılarının da olduğu bazı şiddet içeren olaylarla ilgili fotoğraflar gösterilmiş ve bu olayların hikayeleri anlatılmış.
Çok izleyen çok etkilenir
Araştırmacıların yaptıkları analize göre katılımcıların yüzde 22'si gördüklerinden ciddi derecede etkilenmişler.
Araştırmada ayrıca şiddet içeren olayları daha sık izleyenlerin bu tür olayları daha az izleyenlere göre daha çok etkilendiği ve dışa dönük bir kişilik yapısına sahip olduklarını söyleyen kişilerin şiddet görüntülerinden daha çok rahatsız olduğu sonuçlarına varıldı.
Peki, ne yapabiliriz?
Psikolog Başkak, kendi kendinize uygulayacağınız bazı yöntemlerle şiddet içeren olaylara ait haberlerin olumsuz etkilerinden kendinizi koruyabileyeceğinizi söylüyor. Psikolog Başkak, “Çok büyük olaylarla ilgili gelişmeleri haber sitelerinden ve sosyal medyadan takip etmek istemeniz çok normal. Ama bunun tedirginlik düzeyinizi arttıracağını unutmayın” diyor.
Sosyal medya kullanım sürelerine bir sınır getirilmesinin faydalı olacağını söyleyen Başkak, medya okuryazarlığı konusunda şunları söyledi:
“Kendinizi stres altında hissediyorsanız haberleri takip etmek için belli zaman dilimleri belirlemek -mesela Twitter'dan gelişmeleri sabah çay ya da kahvenizi içerken kontrol etmek ama işe giderken ya da çocukları arabayla okula bırakırken radyodaki haberleri dinlememek- anksiyete seviyenizi kontrol altında tutmanızda faydalı olabilir. Çoğu doğrulanmadan verilen sosyal medya haberleri pek güvenilir değildir. Anksiyete seviyenizi bozabilir. Ruh sağlığınız için haberleri sosyal medyadan ve güvenilirliği kanıtlanmamış internet sitelerinden izlemeyin. Haberleri daha güvenilir kaynaklardan takip etmelisiniz.
Gelişmeleri televizyondan izliyorsanız sürekli alt yazıları takip etmeyin. Saat başı verilen bültenleri bekleyin. Haber izlemek için haberi az ve öz veren haber kanallarını tercih edin.
Kötü şeyler olacağı korkusu ve güven içinde kalma isteği yüzünden haberleri izlemeyip bırakıp kendinizi küçük bir dünyaya hapsetmek de doğru değildir. Gündemden de kopmayın.”
FBI tavsiyeleri
Bu arada, FBI tarafından yayımlanan ve terör/şiddet olaylarıyla nasıl başa çıkılır konulu bir kitapçıkta, kişilere kendilerini daha sakin hissetmeleri için gözlerini kapatmaları ve derin derin nefes almaları tavsiye ediliyor.
Kitapçığa göre yürüyüşe çıkmak ya da bir arkadaşınızla konuşmak da faydalı olabilir.
Kitapçıkta ayrıca kişilerde stresin azaltılmasına yardımcı olan alkol ve uyuşturucu kullanımından kaçınmak, düzenli egzersiz yapmak ve sağlıklı beslenmek gibi temel öz-bakım ritüellerinin de takip edilmesi tavsiye ediliyor.
Psikolog Başkak, maruz kaldığı olaylar nedeniyle dengesi bozulan kişilerin mutlaka psikiyatrik destek alması gerektiğini sözlerine ekledi. cnntürk
etmeyin.'
Uzman Klinik Psikolog ve Hipnoz Uzmanı Mehmet Başkak’a göre şiddet ve terör haberlerine sürekli maruz kalmanın etkisi kişiden kişiye değişiyor ama hepimiz şiddet haberlerinin anında ve neredeyse çok sıradan bir biçimde verildiği, herkesin dijital olarak birbirine bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu da bizim bu tür olaylar karşısında hissizleştiğimizi gösteriyor.
Terör ve şiddet içeren olaylarının sıklıkla yaşanması, insanlarda giderek artan bir tedirginliğe sebep oluyor ve insanlar kendilerini "incinebilir/kırılgan ve güçsüz" hissetmeye başlıyorlar. "Artan bir alarm ve tedirginlik durumu var fakat aynı zamanda bir hissizleşme ve duyarsızlaşma da söz konusu," diyor Psikolog Mehmet Başkak.
Anlık haberleri takip etmeyin
Sosyal medyadaki anlık haber akışını takip etmek de insanlar üzerinde travmatize edici bir etki oluşturabiliyor. İngiltere'deki Bradford Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı geçen sene gerçekleşen bir psikoloji konferansında kişilerin sosyal medyada şiddet içeren görüntülere maruz kalmalarının ardından yaşanan travmatik bir olay sonrasında kişinin hayatını ciddi şekilde harap eden ve süregiden duygusal tepki olarak bilinen Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) belirtilerine benzer belirtiler yaşadıklarını söylediler.
Bradford'lu araştırmacılar tarafından yapılan ve 189 kişinin katıldığı bir çalışmada, katılımcılara aralarında 11 Eylül saldırıları, ABD'deki okullardaki silahlı saldırılar ve intihar saldırılarının da olduğu bazı şiddet içeren olaylarla ilgili fotoğraflar gösterilmiş ve bu olayların hikayeleri anlatılmış.
Çok izleyen çok etkilenir
Araştırmacıların yaptıkları analize göre katılımcıların yüzde 22'si gördüklerinden ciddi derecede etkilenmişler.
Araştırmada ayrıca şiddet içeren olayları daha sık izleyenlerin bu tür olayları daha az izleyenlere göre daha çok etkilendiği ve dışa dönük bir kişilik yapısına sahip olduklarını söyleyen kişilerin şiddet görüntülerinden daha çok rahatsız olduğu sonuçlarına varıldı.
Peki, ne yapabiliriz?
Psikolog Başkak, kendi kendinize uygulayacağınız bazı yöntemlerle şiddet içeren olaylara ait haberlerin olumsuz etkilerinden kendinizi koruyabileyeceğinizi söylüyor. Psikolog Başkak, “Çok büyük olaylarla ilgili gelişmeleri haber sitelerinden ve sosyal medyadan takip etmek istemeniz çok normal. Ama bunun tedirginlik düzeyinizi arttıracağını unutmayın” diyor.
Sosyal medya kullanım sürelerine bir sınır getirilmesinin faydalı olacağını söyleyen Başkak, medya okuryazarlığı konusunda şunları söyledi:
“Kendinizi stres altında hissediyorsanız haberleri takip etmek için belli zaman dilimleri belirlemek -mesela Twitter'dan gelişmeleri sabah çay ya da kahvenizi içerken kontrol etmek ama işe giderken ya da çocukları arabayla okula bırakırken radyodaki haberleri dinlememek- anksiyete seviyenizi kontrol altında tutmanızda faydalı olabilir. Çoğu doğrulanmadan verilen sosyal medya haberleri pek güvenilir değildir. Anksiyete seviyenizi bozabilir. Ruh sağlığınız için haberleri sosyal medyadan ve güvenilirliği kanıtlanmamış internet sitelerinden izlemeyin. Haberleri daha güvenilir kaynaklardan takip etmelisiniz.
Gelişmeleri televizyondan izliyorsanız sürekli alt yazıları takip etmeyin. Saat başı verilen bültenleri bekleyin. Haber izlemek için haberi az ve öz veren haber kanallarını tercih edin.
Kötü şeyler olacağı korkusu ve güven içinde kalma isteği yüzünden haberleri izlemeyip bırakıp kendinizi küçük bir dünyaya hapsetmek de doğru değildir. Gündemden de kopmayın.”
FBI tavsiyeleri
Bu arada, FBI tarafından yayımlanan ve terör/şiddet olaylarıyla nasıl başa çıkılır konulu bir kitapçıkta, kişilere kendilerini daha sakin hissetmeleri için gözlerini kapatmaları ve derin derin nefes almaları tavsiye ediliyor.
Kitapçığa göre yürüyüşe çıkmak ya da bir arkadaşınızla konuşmak da faydalı olabilir.
Kitapçıkta ayrıca kişilerde stresin azaltılmasına yardımcı olan alkol ve uyuşturucu kullanımından kaçınmak, düzenli egzersiz yapmak ve sağlıklı beslenmek gibi temel öz-bakım ritüellerinin de takip edilmesi tavsiye ediliyor.
Psikolog Başkak, maruz kaldığı olaylar nedeniyle dengesi bozulan kişilerin mutlaka psikiyatrik destek alması gerektiğini sözlerine ekledi. cnntürk
Etiketler:
depresyon,
psikoloji,
ruh sağlığı,
stres
Kanserle savaşan 7 besin
Yüzyılımızın en büyük düşmanı kanser, yanlış ve yetersiz beslenme ile gardımızı düşürüyor.
Yanlış beslenme alışkanlıklarının hücrelerin bozulmasına ve bu hücrelerin de kanser hücresine dönüşme ihtimalinin olabildiğini söyleyen Diyetisyen Ayşe Tuğba Şengel, kanserle savaşmada doğru beslenmenin bir kez daha altını çizdi.
Sağlıklı beslenerek, yanlış beslenme alışkanlıklarımızdan vazgeçerek kanser gibi hastalıklardan korunmanın mümkün olabileceğini söyleyen Şengel, birçok araştırmanın çok sık tüketilen bazı besinlerin kanser öncesi hücreleri harekete geçirdiği üzerine kanıtların olduğunu belirtiyor.
KANSERE KALKAN 7 BESİN
Diyetisyen Ayşe Tuğba Şengel kansere karşı kalkan olan besinleri şöyle anlatıyor: ‘'Her bireyin vücudunda kanser öncesi hücreler var, bu hücreler vücuda fazla toksin alımı, stres, yanlış beslenme ve çevresel etmenlerle birlikte zararlı hücrelere dönüşebilir. Antioksidan içeriği yüksek besinler tüketerek toksinleri vücuttan atmak ve bağışıklık sistemimizi güçlendirmek mümkün.
Yüksek antioksidan içeriğine sahip besinler kansere karşı koruyucudur. A vitamini, C vitamini, E vitamini, Selenyum kanserle savaşabilen vitamin ve minerallerdir. Özelikle bu besin maddelerini içeren karnabahar, havuç, brokoli, sarımsak, soğan, turp, yeşil biber, kırmızı biber, kırmızı lahana, portakal, nar, kivi, kırmızı üzüm, çilek, zeytinyağı, zencefil kansere karşı kalkan olan besinlerdir.
Soğan ve sarımsak
İçerdiği sülfür bileşikler sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirir. Bağışıklık sisteminin güçlenmesiyle tümör hücresi oluşumunu engelleyen ezimlerin aktifliğini azaltarak kansere dönüşebilecek hücreleri azaltır. Soğan bol miktarda quercetin içerir.
Brokoli
Kansere karşı koruyucu antioksidan vitaminler içeren bir sebzedir. Göğüs, kolon, ve mide kanserini önler. Betakaroten ve C vitamini ihtiva eder.
Havuç
Yüksek oranda A vitamin ve betakaroten içerir. Bu besin maddeleri kanser oluşumuna sebep olan toksinleri vücuttan atar.
Zeytinyağı
Zeytin yağı antioksinda yapıda olan E vitamini içerdiği için kansere karşı koruyucudur. Ayrıca yararlı yağları açısından kalp hastalıklarına karşı koruyucudur.
Domates
C vitamini, fitokimyasallar ve likopen içeriği yüksektir. Bu besin maddeleri toksinleri temizler ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Prostat, mesane, deri kanserini azalttığı yönünde araştırmalar var.
Greyfurt
C vitamininden zengin bir meyve. C vitamini vücuda zarar veren serbest radikallerle savaşan çok güçlü bir antioksidan olma özelliğine sahip. Kış aylarında günde 1 adet greyfurt tüketmek kişinin C vitamini ihtiyacının yüzde 70'ini karşılar.''
Yanlış beslenme alışkanlıklarının hücrelerin bozulmasına ve bu hücrelerin de kanser hücresine dönüşme ihtimalinin olabildiğini söyleyen Diyetisyen Ayşe Tuğba Şengel, kanserle savaşmada doğru beslenmenin bir kez daha altını çizdi.
Sağlıklı beslenerek, yanlış beslenme alışkanlıklarımızdan vazgeçerek kanser gibi hastalıklardan korunmanın mümkün olabileceğini söyleyen Şengel, birçok araştırmanın çok sık tüketilen bazı besinlerin kanser öncesi hücreleri harekete geçirdiği üzerine kanıtların olduğunu belirtiyor.
KANSERE KALKAN 7 BESİN
Diyetisyen Ayşe Tuğba Şengel kansere karşı kalkan olan besinleri şöyle anlatıyor: ‘'Her bireyin vücudunda kanser öncesi hücreler var, bu hücreler vücuda fazla toksin alımı, stres, yanlış beslenme ve çevresel etmenlerle birlikte zararlı hücrelere dönüşebilir. Antioksidan içeriği yüksek besinler tüketerek toksinleri vücuttan atmak ve bağışıklık sistemimizi güçlendirmek mümkün.
Yüksek antioksidan içeriğine sahip besinler kansere karşı koruyucudur. A vitamini, C vitamini, E vitamini, Selenyum kanserle savaşabilen vitamin ve minerallerdir. Özelikle bu besin maddelerini içeren karnabahar, havuç, brokoli, sarımsak, soğan, turp, yeşil biber, kırmızı biber, kırmızı lahana, portakal, nar, kivi, kırmızı üzüm, çilek, zeytinyağı, zencefil kansere karşı kalkan olan besinlerdir.
Soğan ve sarımsak
İçerdiği sülfür bileşikler sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirir. Bağışıklık sisteminin güçlenmesiyle tümör hücresi oluşumunu engelleyen ezimlerin aktifliğini azaltarak kansere dönüşebilecek hücreleri azaltır. Soğan bol miktarda quercetin içerir.
Brokoli
Kansere karşı koruyucu antioksidan vitaminler içeren bir sebzedir. Göğüs, kolon, ve mide kanserini önler. Betakaroten ve C vitamini ihtiva eder.
Havuç
Yüksek oranda A vitamin ve betakaroten içerir. Bu besin maddeleri kanser oluşumuna sebep olan toksinleri vücuttan atar.
Zeytinyağı
Zeytin yağı antioksinda yapıda olan E vitamini içerdiği için kansere karşı koruyucudur. Ayrıca yararlı yağları açısından kalp hastalıklarına karşı koruyucudur.
Domates
C vitamini, fitokimyasallar ve likopen içeriği yüksektir. Bu besin maddeleri toksinleri temizler ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Prostat, mesane, deri kanserini azalttığı yönünde araştırmalar var.
Greyfurt
C vitamininden zengin bir meyve. C vitamini vücuda zarar veren serbest radikallerle savaşan çok güçlü bir antioksidan olma özelliğine sahip. Kış aylarında günde 1 adet greyfurt tüketmek kişinin C vitamini ihtiyacının yüzde 70'ini karşılar.''
20 Temmuz 2016 Çarşamba
Otizmin belirtileri neler?
Uzman Fizyoterapist İmran Erkanat Toylan, erken teşhisin önemli olduğu otizmin belirtileri konusunda aileleri uyardı.
Bebeğin doğumundan itibaren ilk bir yılı içerisinde belirtilerinin gözlemlenebildiği otizm spektrum bozukluğu, anne karnında, doğumdan hemen sonra ya da genetik özellikler sebebi ile ortaya çıkan bir sorundur. Konu ile ilgili bilgiler veren Duyu Evi Fizyoterapi Hizmetleri Kurucu Müdürü Uzman Fizyoterapist İmran Erkanat Toylan otizmin, sözel olan yada sözel olmayan iletişimde, sosyal etkileşimde ve öz bakım becerilerinde bozukluğa yol açan, tekrarlayıcı davranışlar ve kısıtlıyıcı sosyal aktiviteye sebep olan bir beyin gelişimini engelleyen bir rahatsızlık olduğunu belirtti.
“Spektrum denmesinin sebebi hafif takıntılı davranışlardan konuşma ve öğrenme bozukluğuna kadar geniş bir yelpazeyi kapsamasıdır.” diyen Toylan, son yıllarda yapılan araştırmalarda prematüre bebeklerin uzun dönem takiplerinde otizm spektrum bozukluğuna ait belirtiler tespit edildiğini söyledi.
Bobath terapisti- duyu bütünleme terapisti ve Uz. Fzt. İmran Erkanat Toylan sözlerine şöyle devam etti:
Yaşamın ilk 3 yılı hatta ilk bir yılında belirtileri gözlemlenmektedir. Dikkatli yapılan gözlemler bebeklerde sosyal iletişime ait, soyut düşünmedeki zorlukları, tekrarlayıcı davranışları tespit edebilmektedir. Hareket becerisinde yavaşlık olabildiği gibi normal hareket becerisine sahip ancak sözel olan ve sözel olmayan iletişimde bulgular verebilir. Genelde aileler 2 yaşında konuşamadığı için bir arayış içine girerler. Ailelerin çoğunda hikayelerini dinlediğimizde iletişime ait ve takıntılı davranışlara yönelik oldukça ipucu verirler.
1 YAŞINA KADARKİ OTİZM BELİRTİLERİ:
*ilk 3 ay içinde göz kontağının olmaması
*sosyal gülümsemenin olmaması
*oyuncaklara ilginin azlığı ya da olmaması
*sakinleştirilmekte zorlanılan bebekler
*ce-ee gibi oyunlara karşı tepkisizlik
*yüz mimiklerini ve jestleri taklit etme becerisindeki yetersizlik- yoksunluk
*babıldama- agulamanın olmaması
*ismi seslenildiğinde tepki vermeme
*oyunu çeşitlendirememe, sürekli aynı oyuncak üzerine yoğunlaşma
1-3 YAŞ ARASI OTİZM BELİRTİLERİ:
*aynı kıyafeti yada benzer kıyafeti giymek isteme, farklı dokudaki materyallere karşı hassasiyet
*yemek yeme ile ilgili sorunlar
*çevreye karşı ilgisizlik
*akıcı konuşmanın olmaması
*iletişimi başlatamada ve kendini ifade etmede yaşanan zorluklar, bunlara bağlı olarak agresif davranışlar
İlk 3 yaş içinde başlanan erken tanı ve eğitim süreci çocuğun sosyal hayata adaptasyonu sağlamak ve öğrenme becerilerinin geliştirilmesi açısından çok önemlidir.
Tedavi süreci içinde çocuğun yapılan değerlendirmesi çerçevesinde tamamen bireysel hazırlanmış yoğun bir eğitim planıyla oyun terapisi, duyu bütünleme, uygulamalı davranış analizi temelli terapi yöntemleri ile çocuğun bilişsel, duyusal ve fiziksel olarak desteklenmesi önerilir.
Bebeğin doğumundan itibaren ilk bir yılı içerisinde belirtilerinin gözlemlenebildiği otizm spektrum bozukluğu, anne karnında, doğumdan hemen sonra ya da genetik özellikler sebebi ile ortaya çıkan bir sorundur. Konu ile ilgili bilgiler veren Duyu Evi Fizyoterapi Hizmetleri Kurucu Müdürü Uzman Fizyoterapist İmran Erkanat Toylan otizmin, sözel olan yada sözel olmayan iletişimde, sosyal etkileşimde ve öz bakım becerilerinde bozukluğa yol açan, tekrarlayıcı davranışlar ve kısıtlıyıcı sosyal aktiviteye sebep olan bir beyin gelişimini engelleyen bir rahatsızlık olduğunu belirtti.
“Spektrum denmesinin sebebi hafif takıntılı davranışlardan konuşma ve öğrenme bozukluğuna kadar geniş bir yelpazeyi kapsamasıdır.” diyen Toylan, son yıllarda yapılan araştırmalarda prematüre bebeklerin uzun dönem takiplerinde otizm spektrum bozukluğuna ait belirtiler tespit edildiğini söyledi.
Bobath terapisti- duyu bütünleme terapisti ve Uz. Fzt. İmran Erkanat Toylan sözlerine şöyle devam etti:
Yaşamın ilk 3 yılı hatta ilk bir yılında belirtileri gözlemlenmektedir. Dikkatli yapılan gözlemler bebeklerde sosyal iletişime ait, soyut düşünmedeki zorlukları, tekrarlayıcı davranışları tespit edebilmektedir. Hareket becerisinde yavaşlık olabildiği gibi normal hareket becerisine sahip ancak sözel olan ve sözel olmayan iletişimde bulgular verebilir. Genelde aileler 2 yaşında konuşamadığı için bir arayış içine girerler. Ailelerin çoğunda hikayelerini dinlediğimizde iletişime ait ve takıntılı davranışlara yönelik oldukça ipucu verirler.
1 YAŞINA KADARKİ OTİZM BELİRTİLERİ:
*ilk 3 ay içinde göz kontağının olmaması
*sosyal gülümsemenin olmaması
*oyuncaklara ilginin azlığı ya da olmaması
*sakinleştirilmekte zorlanılan bebekler
*ce-ee gibi oyunlara karşı tepkisizlik
*yüz mimiklerini ve jestleri taklit etme becerisindeki yetersizlik- yoksunluk
*babıldama- agulamanın olmaması
*ismi seslenildiğinde tepki vermeme
*oyunu çeşitlendirememe, sürekli aynı oyuncak üzerine yoğunlaşma
1-3 YAŞ ARASI OTİZM BELİRTİLERİ:
*aynı kıyafeti yada benzer kıyafeti giymek isteme, farklı dokudaki materyallere karşı hassasiyet
*yemek yeme ile ilgili sorunlar
*çevreye karşı ilgisizlik
*akıcı konuşmanın olmaması
*iletişimi başlatamada ve kendini ifade etmede yaşanan zorluklar, bunlara bağlı olarak agresif davranışlar
İlk 3 yaş içinde başlanan erken tanı ve eğitim süreci çocuğun sosyal hayata adaptasyonu sağlamak ve öğrenme becerilerinin geliştirilmesi açısından çok önemlidir.
Tedavi süreci içinde çocuğun yapılan değerlendirmesi çerçevesinde tamamen bireysel hazırlanmış yoğun bir eğitim planıyla oyun terapisi, duyu bütünleme, uygulamalı davranış analizi temelli terapi yöntemleri ile çocuğun bilişsel, duyusal ve fiziksel olarak desteklenmesi önerilir.
Güneş en çok yaşlandıran dış faktör
D vitamini açısından çok önemli bir kaynak olan güneş ışınları, deri için genetik özelliklerden sonra bilinen en güçlü yaşlandırıcı faktör olarak nitelendiriliyor.
Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı Prof. Dr. Dilek Bayramgürler, güneş ışınlarının deri için genetik özelliklerden sonra bilinen en güçlü yaşlandırıcı faktör olduğunu belirtti.
Bayramgürler, güneşin içerdiği ultraviyole ışınların ciltte D vitamini üretimine yol açtığını belirterek D vitamini ve kalsiyumun da kemik yapımında ve sağlığında çok önemli role sahip olduğunu aktardı.
Derinin bağışıklık sistemi açısından önemli görevleri bulunduğunu, bunda D vitaminin de önemli role sahip olduğunu anlatan Bayramgürler, şöyle devam etti:
"Güneş ışınları, derimiz için genetik özelliklerimizden sonra bilinen en güçlü yaşlandırıcı faktördür. Benzer şekilde deri kanserlerinde de değiştirmemiz mümkün olmayan genetik faktörlerimizden sonra en temel rolü olan etkendir. Dolayısıyla hedefimiz, bilinçli bir şekilde güneşlenerek güneşten maksimum düzeyde yararlanmak ve minimum düzeyde zarar görmek olmalıdır."
"30 VE ÜZERİ KORUMA FAKTÖRLÜ ÜRÜNLER KULLANIN"
Koruyucu ürünlerdeki koruma faktörlerinin, güneşe maruz kalındığı zaman ortaya çıkan cilt kızarma reaksiyonuna göre özel bir formülle belirlendiğini ifade eden Bayramgürler, Türkiye'de genel olarak 30 ve üzeri koruma faktörlerinin kullanılması gerektiğini vurguladı.
Bayramgürler, güneşten koruyucu ürünlerin dışarıya çıkmadan en az 20 dakika önce sürülmesi ve her 2-3 saatte bir tekrarlanması gerektiğine işaret ederek güneş koruyucu ürün seçerken bir dermatoloji uzmanına danışılması gerektiğini vurguladı.
"BEBEKLER GÜNEŞ IŞIĞINA MARUZ KALMAMALI"
Altı aydan küçük bebeklerin direkt güneşe maruz kalmaması gerektiğini bildiren Bayramgürler, güneş koruyucu kullanılacaksa da güneş gören bölgelere az miktarda kullanılması tavsiyesinde bulundu. ntv
Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı Prof. Dr. Dilek Bayramgürler, güneş ışınlarının deri için genetik özelliklerden sonra bilinen en güçlü yaşlandırıcı faktör olduğunu belirtti.
Bayramgürler, güneşin içerdiği ultraviyole ışınların ciltte D vitamini üretimine yol açtığını belirterek D vitamini ve kalsiyumun da kemik yapımında ve sağlığında çok önemli role sahip olduğunu aktardı.
Derinin bağışıklık sistemi açısından önemli görevleri bulunduğunu, bunda D vitaminin de önemli role sahip olduğunu anlatan Bayramgürler, şöyle devam etti:
"Güneş ışınları, derimiz için genetik özelliklerimizden sonra bilinen en güçlü yaşlandırıcı faktördür. Benzer şekilde deri kanserlerinde de değiştirmemiz mümkün olmayan genetik faktörlerimizden sonra en temel rolü olan etkendir. Dolayısıyla hedefimiz, bilinçli bir şekilde güneşlenerek güneşten maksimum düzeyde yararlanmak ve minimum düzeyde zarar görmek olmalıdır."
"30 VE ÜZERİ KORUMA FAKTÖRLÜ ÜRÜNLER KULLANIN"
Koruyucu ürünlerdeki koruma faktörlerinin, güneşe maruz kalındığı zaman ortaya çıkan cilt kızarma reaksiyonuna göre özel bir formülle belirlendiğini ifade eden Bayramgürler, Türkiye'de genel olarak 30 ve üzeri koruma faktörlerinin kullanılması gerektiğini vurguladı.
Bayramgürler, güneşten koruyucu ürünlerin dışarıya çıkmadan en az 20 dakika önce sürülmesi ve her 2-3 saatte bir tekrarlanması gerektiğine işaret ederek güneş koruyucu ürün seçerken bir dermatoloji uzmanına danışılması gerektiğini vurguladı.
"BEBEKLER GÜNEŞ IŞIĞINA MARUZ KALMAMALI"
Altı aydan küçük bebeklerin direkt güneşe maruz kalmaması gerektiğini bildiren Bayramgürler, güneş koruyucu kullanılacaksa da güneş gören bölgelere az miktarda kullanılması tavsiyesinde bulundu. ntv
Hamileler ne kadar kahve içmeli?
Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, kafeinin fetüse olası zararları konusunda önemli uyarılarda bulundu.
Yaz aylarında da soğuk olarak tükettiğimiz kahve, çay, kola, soğuk çay gibi içeceklerin ihtiva ettiği kafeinin aslında bir ilaç olduğunu belirten Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, önemli bilgiler verdi. Kefeinin kolayca fetüse ulaştığını ve etkilerini gösterdiğini belirten Görgen, hangi miktardan sonra zarar verdiğinin önemli bir konu olduğunu belirtti.
RİSKLİ NEREDE BAŞLIYOR?
“Çoğu kadın doğum uzmanı düşük olasılığını artırdığı için anne adaylarına kafein içeren içecekleri tümden yasaklıyor. Evet bunu destekleyen çalışmalarda düşük ve ölü doğum riskinde artış olduğu gösterilmiştir ama bu tüketilen miktarla ilişkili bir durumdur.
2002'de yapılan bir çalışma 800 mg ve üstünde (8 fincan ve üstü) kafein alımının erken dönemde ölü doğum riskini artırdığını göstermiştir.
Diğer bir çalışmada ise 600 mg ve üstü (6 fincan ve üstü) kafein tüketiminde düşük yapma riskinin arttığını belirtilmektedir.
Kaliforniya'da yapılan bir çalışmada riskli miktar 300mg (3 fincan) olarak belirlenmiştir.
2016 da yapılan bir çalışmada ise gebelik oluşmadan önce her gün en az iki kafeinli içecek tüketenlerde, potansiyel düşük riskinde artış bulunmuştur.
4 FİNCANDAN FAZLASI LÖSEMİYE NEDEN OLUYOR
Yakın zamanda Amerika Kadın Hastalıkları ve Doğum Dergisi'nde (AJOG – American Journal of Obstetrics and Gynecology) yayınlanan bir çalışmada anneleri günde iki fincandan fazla kahve tüketen bebeklerde çocukluk çağı lösemilerinin daha sık gözlendiği belirtilmektedir. Çalışmada; 300mg'dan (4 fincan) fazla kafein tüketiminin riski %60, 600mg (8 fincan) üstündeki tüketimin ise %72 oranında çocukluk çağı lösemilerini artırdığı belirtilmektedir.
Kafeinin fetal DNA'yı değiştirerek bebeği lösemiye yatkın hale getirdiği düşünülmektedir.
KAFEİN OBEZİTEYE NEDEN OLUR MU?
Yine son zamanlarda yapılan bir çalışmada hamilelikteki aşırı kafein tüketiminin çocukluk çağı obezitesiyle bağlantılı olduğu belirtilmektedir.
Uluslar arası Obezite Dergisi'nde yayımlanan ve 15 yıllık incelemeyi kapsayan araştırmada, gebelikleri boyunca yoğun kafein alan annelerin çocuklarında, almayanlara göre %89 daha fazla obeziteye rastlanmıştır.
HAMİLELER GÜNDE KAÇ FİNCAN KAHVE İÇMELİ?
Amerikan Obstetrik ve Jinekoloji Derneği'ne göre, sağlıklı bir bebek sahibi olmak için annenin 200mg ve altında kafein tüketmesi gerekir. Dünya Sağlık Örgütü ise sınır değeri günde 300mg olarak belirlemiştir.
Bu rakamları daha iyi kavramak açısından örneklemek gerekirse kahve zincirlerinde satılan küçük boy (237 ml'lik) Americano 75mg, Latte 75mg, Macciato 150mg, Kapuçino 75mg, Espresso 75 mg kafein içerir.
1 fincan Türk kahvesi ise 50 mg kafein içeriyor.
Yaz aylarında da soğuk olarak tükettiğimiz kahve, çay, kola, soğuk çay gibi içeceklerin ihtiva ettiği kafeinin aslında bir ilaç olduğunu belirten Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, önemli bilgiler verdi. Kefeinin kolayca fetüse ulaştığını ve etkilerini gösterdiğini belirten Görgen, hangi miktardan sonra zarar verdiğinin önemli bir konu olduğunu belirtti.
RİSKLİ NEREDE BAŞLIYOR?
“Çoğu kadın doğum uzmanı düşük olasılığını artırdığı için anne adaylarına kafein içeren içecekleri tümden yasaklıyor. Evet bunu destekleyen çalışmalarda düşük ve ölü doğum riskinde artış olduğu gösterilmiştir ama bu tüketilen miktarla ilişkili bir durumdur.
2002'de yapılan bir çalışma 800 mg ve üstünde (8 fincan ve üstü) kafein alımının erken dönemde ölü doğum riskini artırdığını göstermiştir.
Diğer bir çalışmada ise 600 mg ve üstü (6 fincan ve üstü) kafein tüketiminde düşük yapma riskinin arttığını belirtilmektedir.
Kaliforniya'da yapılan bir çalışmada riskli miktar 300mg (3 fincan) olarak belirlenmiştir.
2016 da yapılan bir çalışmada ise gebelik oluşmadan önce her gün en az iki kafeinli içecek tüketenlerde, potansiyel düşük riskinde artış bulunmuştur.
4 FİNCANDAN FAZLASI LÖSEMİYE NEDEN OLUYOR
Yakın zamanda Amerika Kadın Hastalıkları ve Doğum Dergisi'nde (AJOG – American Journal of Obstetrics and Gynecology) yayınlanan bir çalışmada anneleri günde iki fincandan fazla kahve tüketen bebeklerde çocukluk çağı lösemilerinin daha sık gözlendiği belirtilmektedir. Çalışmada; 300mg'dan (4 fincan) fazla kafein tüketiminin riski %60, 600mg (8 fincan) üstündeki tüketimin ise %72 oranında çocukluk çağı lösemilerini artırdığı belirtilmektedir.
Kafeinin fetal DNA'yı değiştirerek bebeği lösemiye yatkın hale getirdiği düşünülmektedir.
KAFEİN OBEZİTEYE NEDEN OLUR MU?
Yine son zamanlarda yapılan bir çalışmada hamilelikteki aşırı kafein tüketiminin çocukluk çağı obezitesiyle bağlantılı olduğu belirtilmektedir.
Uluslar arası Obezite Dergisi'nde yayımlanan ve 15 yıllık incelemeyi kapsayan araştırmada, gebelikleri boyunca yoğun kafein alan annelerin çocuklarında, almayanlara göre %89 daha fazla obeziteye rastlanmıştır.
HAMİLELER GÜNDE KAÇ FİNCAN KAHVE İÇMELİ?
Amerikan Obstetrik ve Jinekoloji Derneği'ne göre, sağlıklı bir bebek sahibi olmak için annenin 200mg ve altında kafein tüketmesi gerekir. Dünya Sağlık Örgütü ise sınır değeri günde 300mg olarak belirlemiştir.
Bu rakamları daha iyi kavramak açısından örneklemek gerekirse kahve zincirlerinde satılan küçük boy (237 ml'lik) Americano 75mg, Latte 75mg, Macciato 150mg, Kapuçino 75mg, Espresso 75 mg kafein içerir.
1 fincan Türk kahvesi ise 50 mg kafein içeriyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)