31 Aralık 2016 Cumartesi

Her mutsuzluk depresyon değildir!

Psikolog Barış Gürkaş, her mutsuzluğun depresyon olmadığını belirtti. 

Depresyonun son zamanların en yaygın rahatsızlığı olduğunu ifade eden Gürkaş, “Halk arasında şikayetler o kadar sık dile getiriliyor ki sanarsınız herkes depresyonda. Söylenenlere göre, çevremize bakacak olursak depresyonda olmayan neredeyse hiç yok.
Aslında durum bundan biraz daha farklı, kişinin depresyonda olması için çeşitli kriterleri karşılaması gerekiyor. Bu kriterlere internette her kaynaktan ulaşılabildiği gibi, çeşitli testler vasıtasıyla da aslında depresyon seviyenizin ne düzeyde olduğunu görebiliyorsunuz. Ancak bunlar bize sağlıklı sonuçlar vermediği gibi birçok zaman yanlışta yönlendirebiliyor. Bunlar tanının koyulabilmesi için yeterli değil" dedi.
Uzmanların tanıları koyarken kişinin, depresyon ölçeklerinin sonucunda, seans esnasındaki gözlemlerini ve kişinin öyküsünü de göz önüne alarak sonuca ulaştıklarını kaydeden Gürkaş, "Kısacası bir kişinin depresyonda olduğunu söyleyebilmek için ciddi bir seans sürecinden geçmesi gerekiyor. Günlük hayatta karşılaştığımız çeşitli üzüntüler, kayıplar, mutsuzluklar kısa süreli de olsa kendimizi depresif hissetmemize sebep olabiliyor. Ancak bunların kısa süreli olması bizim depresyonda olduğumuz anlamına gelmez. Kişi depresyondadır diyebilmek için depresyon kriterlerini karşılıyor olması gerekir" ifadelerini kullandı.
Depresyon nedir?
Gürkaş, "Depresyon dünyada 350 milyon kişinin mücadele ettiği bir rahatsızlıktır. Depresyon şeker, kalp gibi ciddiye alınması gereken bir rahatsızlıktır. Ciddiye alınmadığı taktirde kişinin yaşam kalitesini ciddi oranda düşürür. Depresyon kişinin ruh halinin yanında fizyolojik olarak etkilenmesine de sebep olur. Depresyon kişinin günlük hayatında bozulmalara sebep olabileceği gibi, çevresinin de yaşam kalitesini doğrudan etkiler" şeklinde konuştu.

30 Aralık 2016 Cuma

Rektum kanseri hakkında bilmeniz gerekenler

Genel Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Bahadır Ege, rektum kanseri, belirtileri ve tedavisi hakkında bilinmesi gerekenleri anlattı.

Doç. Dr. Bahadır Ege'nin konu hakkında yaptığı açıklama şöyle:
Kalın bağırsağın son 10-12 santimetrelik bitiş bölümüne rektum adı verilir ve bu bölümden kaynaklanan kötü huylu tümörlere rektum kanseri denir. Rekrum kanseri tüm kanserler arasında kadın ve erkekte neredeyse eşit oranda görülen en yaygın kanserlerden biridir. Rektal kanser, kanser hücrelerinin rektum dokusundan kaynaklandığı bir hastalıktır. En sık görülen tipi adenokanserdir. Daha nadir lenfoma, karsinoid ve sarkom kanser türleri de bulunur. Genellikle sinsi bir seyri vardır. Özellikle rektal kanama şikayetinin hemoroid ile ilişkilendirilip endoskopik muayenenin ihmal edilmesi nedeni ile hastalık ancak ileri evrelerinde teşhis edilebilmektedir. Kolon kanseri yaygın olarak 50-75 yaşları arasında görülür.
Rektum kanserinin belirtileri nelerdir?
Kanama rektum kanserin en yaygın semptomudur ve hastaların yüzde 60'ında görülür. Bununla birlikte, birçok rektum kanseri belirti göstermez ve dijital veya proktoskopik tarama muayeneleri ile tespit edilir. Rektum kanserin diğer belirtileri ise bağırsak alışkanlıklarında diyare şeklinde değişiklik, gizli kanama, karın ağrısı, sırt ağrısı, üriner sistem belirtileri, pelvik ağrı, karaciğer metastazlarında ortaya çıkabilen perforasyondaki peritonit veya sarılık gibi acil durumlar olarak sayılabilir. Rektum kanserinin nedenleri ise ailevi faktörler yani kalıtım, ülseratif kolit ve crohn gibi iltihabi bağırsak hastalıkları, yağ oranı yüksek beslenme, posa açısından fakir beslenme gibi çevresel ve beslenmeye ait faktörler sayılabilir. Bu durumda sol kolon tutulumunda bağırsak tıkanması gelişebilir. Ayrıca her düzeyde tümörlerde makattan kanama ve kansızlık şikayeti ortaya çıkabilir.
Rektum kanserinde erken teşhis önemli
Kolon kanserinde erken teşhis ile sağ kalım oranı artar. Özellikle 40 yaş üzeri makattan kanama şikayeti olanların öncelikle kanser olmadığı kanıtlanmalıdır. Bu hastalara kolonoskopi yapılmalıdır. Kolonoskopi kalın bağırsağın kamera ile izlenmesi tekniğidir. Kanser taramasında kullanılan laboratuvar testlerinden faydalanılabilir. Hastanın ve hastalığın durumuna göre teşhis için tomografi ve ultrasonografi teknikleri de kullanılabilir.
Kolon kanseri tedavi edilebilir
Rektum kanseri tedavisinde hastalığın yerleşimine göre kalın bağırsağın bir bölümü geride tümör dokusu kalmayacak şekilde çıkartılır. Hastalığın erken evresi denilen polip evresinde ameliyat gerekmeksizin endoskopik olarak tedavi edilebilir. Kalın bağırsak kanserleri en çok karaciğere yayılır, karaciğerdeki yayılım sınırlı ise ameliyata karaciğer rezeksiyonuda eklenebilir. Yine hastalığın durumuna göre hastaya ameliyat sonrası kemoterapi de uygulanabilir.
Rektal kanserli hastaların optimal tedavisi için kolorektal cerrahi, medikal onkoloji ve radyasyon onkolojisini içeren çok disiplinli bir yaklaşım gereklidir. Cerrahi teknik, radyoterapi kullanımı ve kemoterapi uygulama yöntemi önemli faktörlerdir. Rektumun radikal rezeksiyonu tedavinin temel dayanağıdır. Cerrahi rezeksiyonun zamanlaması rektal karsinomanın büyüklüğü, yeri, yaygınlığı ve derecesine bağlıdır. Rektum kanserlerinde uygulanan total mezorektal eksizyon yöntemi ile uzun vadede tümör eradikasyonu ve uzun yaşam sürelerine ulaşılabilmektedir. Unutmayın kolon kanserinden korunmanın en önemli yolu bol posalı diyet ve düzenli aralıklarla yaptırılan kolonoskopidir. cnntürk

29 Aralık 2016 Perşembe

Kronik ağrı uyku düşmanı

Kronik ağrılar ve uyku ilişkisi hakkında açıklamalarda bulunan Algoloji-Ağrı Uzmanı Prof. Dr. Nurettin Lüleci, kronik ağrısı olanlara önerilerde bulundu.

Ağrıya bağlı uykusuzluk milyonlarca insanın yaşam kalitesini bozan önemli bir sorundur. Stres ve azalmış sağlık, ağrı ile bir arada olduğunda az uyuma ve uyku kalitesinde düşüşe neden olmaktadır. Kronik ağrısı olanların yüzde 60-90’ı uykusuzluk çekmektedirler. Uyusalar bile sık sık uyanırlar. Uykusuz uyku da denilebilir. Uykuda ağrılarda artışlar olur. Sabah kendilerini hiç uyumamış gibi hissederler. Yapılan bir araştırmada kronik ağrısı olanlar ortalama 42 dakikada uykuya dalarken akut ağrısı olanlar 14 dakikada uykuya dalabilmişlerdir. Ağrısı olmayanlar daha rahat uyumaktadırlar. Ağrısı olmayanlarda da uyku bozukluğu problemleri görülmektedir. Hiç ağrısı olmayanların bile ancak üçte biri rahat ve sorunsuz uyku uyuyabilmektedir.
Ağrı ve uyku
Normal bir gece boyunca hepimiz hafif uyku, derin uyku ve REM (hızlı göz hareketi) uykusu döngüleri yaşarız. Bu durum her gece üç beş kez tekrarlanır. Yeterince derin uykuyu almak, sabah kendini zinde hissetmek gereklidir. Kronik ağrı varlığında bu sağlıklı uyku döngüsü bozulur. Biz farkına varmadan uykumuz yeteri derinliğe erişmeden sık sık yüzeyelleşir, uyanmalar oluşur. Neticede uyuduğumuzu sansak bile gerçekte uyumamışızdır. Ağrılı uyku sizi asla zinde kılmaz.
Kronik ağrısı olanlarda görülen uyku bozukluğu ertesi gün kişinin diğer faaliyetlerinde, ilişkilerinde ve duygulanımlarında da zorluklar oluşturur. Yaşam kaliteleri bozulur. Kronik ağrısı olanların uykusu çevre koşullarından da etkilenir. Gürültü, oda ısısı, ışık, yatağın konforlu olması, oda havasının temiz olması gibi.
Çok uzun veya kısa uyku süreleri başka rahatsızlıkların belirtileri olabilir. Ortalama 8 saat yeterli bir uyku süresidir.
Ağrılar, akut dönemde uyku bozukluğuna daha az neden olur. Ağrı kronik hale gelmeye başladığı zaman her geçen sürede artan bir şekilde uyku bozukluklarına ve yaşam kalitesinde azalmalara neden olur.
Ağrılara bağlı uykusuzuluk önlenebilir mi?
Kronik ağrının bizzat kendisi bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Ve mutlaka tedavi edilmelidir. Kronik ağrı sorununda ilaç tedavisi ve fizik tedavi de dahil olmak üzere bir çok tedbir alınırken, ağrı doktorları (algolog) da girişimsel tedavi yöntemleri uygulamaktadırlar. Uykusuzluk kaynağı kronik ağrılar ise ağrıları tedavi edildiğinde sorun büyük oranda çözülmüş olur.
Kronik Ağrısı olanlar nelere dikkat etmelidir?
- Kafein tüketimini durdurun veya sınırlandırın
- Özellikle akşamları alkol alımını sınırlayın
- Ağrı kesici ve / veya uyku haplarının kullanımı etkili ancak bir doktorun gözetiminde
kullanılmalıdır.
- Derin nefes alma gibi gevşeme tekniklerini uygulayın.
Algoloji-Ağrı Uzmanı Prof. Dr. Nurettin Lüleci

28 Aralık 2016 Çarşamba

Dikkat: Grip kedinizden bulaşabilir

Malum tam hastalık sezonu ve eğer böyle bir zamanda hem grip olup hem de bir evcil hayvana sahipseniz, hiç şüphesiz ki onların üstüne öksürüp tıksıracaksınız. Hasta köpeğiniz ya da papağanınız da bunun aynısını size yapabilir elbette ki. Peki, aynı anda hem sizin hem de evcil hayvanınızın hasta olması sizce sadece bir tesadüf mü? Olmayabilir! Yeni bir araştırmaya göre bazı grip virüsleri bir canlı türünden diğerine geçebiliyor.

New York’ta bulunan bir hayvan barınağında yaşanan ilginç bir olay yetkilileri harekete geçirdi. Seeker’ın haberine göre, Manhattan’daki bir barınakta yaşanan grip salgınında 45 kedi hasta oldu ve ne yazık ki bir kedi bu sebepten hayatını kaybetti. Bu rakamı göz önüne alan Wisconsin Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi salgını araştırıp buna bir çeşit “düşük patojenik kuş gribi” (H7N2) virüsünün sebep olduğunu ileri sürdü. Bu salgın, böylesi bir virüsün kedileri de etkileyebileceğini gösteren ilk vaka.
Hastalanan birçok kedi iyileşse de salgında yaşlı bir kedinin öldüğünü ve bu hastalığın ateş, burun akıntısı ve öksürük gibi semptomlarının olduğunu vurgulayan Wisconsin Üniversitesi’nden Profesör Sandra Newbury, ayrıca Amerika’da iki insanın aynı tür virüse (H7N2) yakalandıklarını gösteren iki kayıtlı vaka olduğunu vurguladı. H7N2 virüsünün insanlara da bulaştığından haberdar olan New York Sağlık Departmanı salgının yaşandığı alandaki görevlilere önlem almaları konusunda tavsiyede bulundu.
New York Sağlık Departmanı’ndan Julien Martinez, virüs kapan kedilerin karantinaya alındığını ve bu barınaktan yakın tarihte kedi sahiplenenler ile iletişime geçip gerekli uyarıların yapıldığını kaydetti.

Bebeklerde vitamin takviyesi kullanımına dikkat!

Uzmanlar, doktor tavsiyesi dışında çocuklarına vitamin takviyesi yapmamaları konusunda anne-babaları uyarıyor. Zira gereksiz ve yanlış vitamin kullanımı, bebeğe yarardan çok zarar veriyor.

“Bebeğin bir eksiği olmasın” düşüncesi aileleri gereksiz ve yanlış vitamin kullanımına itebiliyor. Bilhassa anne sütüyle beslenen ve tüm vitamin ve mineral ihtiyacını anne sütünden karşılayan bebeklerde gereksiz vitamin takviyeleri, çeşitli sıkıntıların yaşanmasına neden olabiliyor.
Erişkinlerin ve bebeklerin alacağı vitamin ve mineraller arasında herhangi bir fark bulunmadığını belirten Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Süha Ünüvar, bebeklerin bazı mineralleri mutlaka alması gerektiğini söyledi.
Bunların başında kalsiyum, magnezyum, sodyum ve potasyum geldiğini belirten Dr. Ünüvar, "Bu mineraller anne sütü veya biberon maması alan bebekler tarafından otomatik olarak kazanılır. Bu nedenle normal beslenen bebeklerde mineral eksikliği söz konusu değildir. Fakat şiddetli ishal gibi durumlarda böyle eksiklikler ortaya çıkabilir ve bu eksikliklerin giderilmesi gerekir. İshal gibi problemlerin dışında normal beslenme koşullarına sahip bebeklerde bu minerallerin eksikliğine sık rastlanmaz. Ancak yalnızca anne sütü alan bebeklere, anne sütünün demir bakımından fakir olması nedeniyle mutlaka dışarıdan demir takviyesi yapılmalıdır. Bu genellikle biberon mamalarına demir eklenerek yapılır. Anne sütü alan bebeklere ayrıca Sağlık Bakanlığı tarafından da idame dozunda demir verilir" dedi.
"SADECE D VİTAMİNİ TAKVİYESİ YAPILMALI"
0-1 yaş gurubu olarak adlandırılan bebekler için vitamin ihtiyacına karşılık olarak doktor onayı ile yalnızca D vitamini verilmesinin yeterli olduğunu söyleyen Ünüvar, çünkü bebeklerin, diğer tüm vitaminleri yine beslenmesi sırasında doğal olarak aldıktalırın aktardı, "Diğer vitaminlerin hepsi, hasta takibi sırasında bir eksikliğinin olduğu düşünüldüğünde ve saptandığında verilir. Örneğin; B vitamini komplekslerinin eksikliğinde bebeğin ihtiyacı belirlenir ve bu eksikliği düzeltecek kadar vitamin takviyesine başlanır" ifadesini kullandı.
HER VİTAMİNİN BİR GÖREVİ VAR
Vitaminlerin hepsi kendi başlarına önemli işlevlere sahip. D vitamini, kemik yapılarının tam ve normal olarak gelişmesi için gerekli. B grubundaki vitaminler, vücudun, sinir sisteminin, hematolojik sistemin gelişmesi için elzem. C vitamini, vücutta birçok işlev için gerekli olduğu gibi, eksikliğinde skorbüt hastalığı oluşabilir. K vitamini, kanama sürecinde kan pıhtılaşmasına karşın gerekli. A vitamini, göz ve cilt sağlığı için olmazsa olmazlardan. E vitamini ise vücutta birçok kimyasal olayın yanı sıra üreme işlevi için önemli.
AŞIRI DOZ VİTAMİN TOKSİK ETKİ YAPABİLİR
Vücut, gereğinden fazla kullanılan vitamini idrar ve dışkı ile vücuttan dışarı atar. Bu nedenle vitaminler vücutta herhangi bir birikime yol açmaz. Fakat yağda eriyen A, E, D, K gibi vitaminler fazla veya aşırı dozda alındığında vücutta birikerek toksik etkiler gösterebilir.
Bu nedenle vitaminlerin yalnızca gerçekten ihtiyaç duyulduğunda ve vücutta eksiklikler tespit edildiğinde kullanılması gerektiğine vurgu yapan Dr. Ünüvar, "Gerekenden daha fazla verilen vitamin çocukları daha iyi duruma getirmez, aksine çocukların çeşitli sıkıntılar yaşamasına neden olur" uyarısında bulundu.
VİTAMİN VE MİNERALLER HANGİ BESİNLERDE BULUNUR?
Uzm. Dr. Süha Ünüvar'ın verdiği bilgiye göre, D vitamini için en büyük kaynak güneş. Bu nedenle çocuklar, D vitamininden faydalanabilmeleri için güneşin zararsız olduğu saatlerde dışarı çıkarılmalı. D vitamini ayrıca, yağda eriyen bir vitamin olmakla birlikte balık, süt ve yumurtada da bulunuyor. B vitamin grubunu, tahıllar, yağsız et, böbrek, yürek, beyin, karaciğer, yer fıstığı, tavuk, ceviz, yumurta, kepek ekmeği ve yağlı tohumlar içeriyor. C vitamini bilhassa meyve ve sebzelerde, K vitamini, koyu yeşil yapraklı sebzelerde bolca yer alıyor. E vitamini ise kuru yemişlerin sahip olduğu yağlarda mevcut. ntvmsnc

Et mi tok tutar bakliyat mı?

Bakliyat, her gün soframızda olması gerekli temel besin maddesi gruplarından biridir. Bir gün çorbası, bir gün yemeğini yiyebilir, nohut, fasulye, mercimek çeşitlerini deneyebiliriz. Yeşili, sarısı, beneklisi, siyahı, beyazı fark etmez hepsi yararlıdır. 

Yakınlarda yapılan bir araştırma bakliyatın et kadar doyurucu olduğunu ve tok tuttuğunu gösterdi. Minesota üniversitesi doktorları, iki gruptan birine etten yapılmış rulo köfte, diğerine aynı kaloride nohut/fasulye karışımı rulo köfte yedirdiler. Her iki köftenin de yağ miktarının ve ağırlığının aynı olmasına dikkat ettiler. Etten yapılmış rulo köftenin bir porsiyonu 26 gram protein 3 gram lif lif ihtiva ederken fasülye-nohut köftesi 17 gram protein, 12 gram lif ihtiva ediyor. Katılımcıların yemekten ne kadar sonra acıktıklarına ve bir sonraki yemekte ne kadar yediklerine bakıldı ve bakliyat köftelerinin etle eşik doygunluk verdiği tespit edildi.
Bir başka çalışmada araştırmacılar 43 katılımcıya et yemekleri, bakliyat yemekleri ve yeşil sebze ağırlıklı düşük proteinli yemekler yedirdikten sonra doyma ve tatmin derecelerini ölçtüler. Bakliyat ve yeşillik yiyenlerin en az et yiyenler kadar doyduğu ve daha iyi tatmin olduğu görüldü.
Bitkisel gıdaların uzun süre tok tutmasının nedeninin içeriğindeki lif (fiber) olduğu düşünülüyor. Bildiğiniz gibi kırmızı ette hiç lif bulunmuyor ve başta kalın bağırsak kanseri ve kalp krizi olmak üzere pek çok hastalığı tetikleyebiliyor. Et yemeden doymam diyenlere duyurulur.
(Cnnturk.com / Murat Kınıkoğlu)

Metabolizmayı hızlandırmanın10 püf noktası!

Kış mevsiminde birçok insanın ortak sorunu, kilo almak. Bunun önemli nedeni ise metabolizma hızının düşmesi. Dolayısıyla kışın ideal kiloda kalmanın yolu öncelikle metabolizma hızını artırmaktan geçiyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Özge Güneş, kış mevsiminde metabolizmayı hızlandırmanın püf noktalarını anlattı:
1- Uyandıktan 1 saat sonra kahvaltı edin: Hızlı bir metabolizma için düzenli beslenmek ilk kurallardan birini oluşturuyor. Uyandıktan sonra 1 saat içinde kahvaltı ederek metabolizma hızınızı yüzde 30 oranında artırabilirsiniz. Kahvaltıda yağlı gıdalardan ve şekerli besinlerden uzak durmanız gerektiğini unutmayın. Kahvaltınızın dengeli ve doyurucu olması için protein (yumurta, peynir, süt), kaliteli karbonhidrat (tam tahıllı ürünleri, yulaf) mevsim yeşillikleri ve mevsim meyveleri içermesi gerekiyor.
2- Ara öğünleri asla atlamayın: Metabolizma hızının azalmasının en büyük sebeplerinden biri de, düzensiz beslenme alışkanlığı. Özellikle ana öğünleri (kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği) düzenli olarak tüketmek, besinlerin vücutta yağ olarak depolanmasının önüne geçiyor. İki ana öğünün arasında 4-5 saat gibi zaman dilimi olmasına da özen gösterin.
3- Günde 10 bardak su için: Havaların soğumasıyla birlikte unutmaya başladığınız su ihtiyacınızı yeniden hatırlayın. Vücudunuzun yüzde 70’ni oluşturan suyu günde 10 bardak içmeniz metabolizma hızınızı arttırarak, aldığınız enerjinin vücutta yağ olarak depolanmasını engelleyecektir.
4- 1 fincan tarçınlı, limonlu zencefil çayı: Zencefil ve tarçın vücut sıcaklığını yükselterek metabolizma hızını arttırıyor. Bunların yanına bir de C vitamininden zengin olan limonu eklediğinizde hem metabolizmanızı hızlandırmış hem de bağışıklık sisteminizi güçlendirmiş olacaksınız. 1 büyük bardak kaynamış suya 1 dilim taze zencefil, 1 tane çubuk tarçın, 2 dilim limon ilave edip,karışımı10 dakika kadar demlenmeye bırakarak çayınızı hazırlayabilirsiniz. Çayınızı tatlandırmak isterseniz 1 çay kaşığı kadar üzüm pekmezi ilave edebilirsiniz.
5- Şekerli gıdalar ve hamur işlerine ambargo koyun: Yaşadığınız açlık krizlerinde belki de ilk aklınıza gelen şekerli gıdalar ve hamur işleri oluyor. Ancak unutmayın ki karbonhidrat içerikleri ve kalori yükleri yüksek olan bu besinlerin tamamına yakını vücudunuzda yağ olarak depolanıyor. Aralarda yaşanan açlıklarda bu besinler yerine mevsim meyvelerinden 1 porsiyon (1 orta boy elma veya portakal veya 1 tane kivi vb.) seçmeniz kilo kontrolünü sağlamayı kolaylaştırır.
6- Yeşil yapraklı sebzeler sofraya: Değişen hava koşullarına uyum sağlamak için vücut direncinizi arttırmanız gerekiyor. C vitamini vücut direncinizin artmasında ve güçlü bir bağışıklık sistemiyle vücut ısınızın korunmasında en önemli vitaminlerden biri. Bunun için de C vitamininden zengin olan, ıspanak,pazı, brokoli ve karnabahar gibi yeşil yapraklı sebze yemeklerini hafta da en az 3-4 kere tüketin. Yeşil yapraklı sebzelerin yanında C vitamininden zengin olan turunçgillerin tüketimi de bağışıklık sistemini destekliyor. Her gün 1 adet portakal veya greyfurt yemek de vücut direncinizi arttırmanın bir diğer yolunu oluşturuyor.
7- Badem yemekten korkmayın: Riboflavin, magnezyum, bakır ve yağ asidinden zengin olan bademin sindirilmesi için vücudun daha fazla enerji harcaması gerekiyor. Bunun sonucunda metabolizma hızınız artıyor. Badem ayrıca midede kalış süresi de uzun olması nedeniyle kendinizi daha uzun süre tok hissetmenizi sağlıyor. Tüm bu özelliklerini düşündüğümüzde günlük 8-10 tane kadar çiğ badem metabolizma hızlandırıcı ve tok tutucu bir ara öğün olacaktır.
8- Günde 1 fincan yeşil çay: Yeşil çayın içerisinde bulunan kafein ve ‘epiogallocatechin-3-gallat’ adındaki bileşen sinir sistemi ile beyni etkileyerek kalp atış hızını ve metabolizmayı hızlandırıyor. İçerisindeki polinefol bileşenleri de iştahın baskılanmasına yardımcı oluyor. Ancak yeşil çayın bu etkileri için onu doğru demlemek gerekiyor. Yeşil çayı kesinlikle kaynatmayın. Bir kupa kaynamış suyu ocaktan aldıktan sonra içine 1 çay kaşığı kadar yeşil çay ilave edip 3-4 dakika kadar demleyin, ardından süzün. Sonrasında çayınızı isterseniz soğuk isterseniz sıcak olarak içebilirsiniz.
9- Tadına bakmadan tuz ilave etmeyin: Tuzda bulunan sodyumun fazla alımı vücudunuzun su tutmasına, bunun sonucunda da ödem yapmasına neden oluyor. Sonuç; kendinizi, özellikle sabahları uyandığınızda şişkin ve kilolu hissetmek. Günlük tuz tüketiminizi 5 gram ( 1 çay kaşığı) ile sınırlandırmaya özen gösterin.
10- Fiziksel aktivitelere devam: Havaların soğuması spora ara vermeniz için bir neden olmasın. Eğer herhangi bir spor dalıyla ilgilenmiyorsanız günlük 30-40 dakikalık yürüyüşler yaparak harcadığınız enerjiyi arttırabilirsiniz. Böylelikle yavaşlayan metabolizma hızınızın da dengesini sağlamış olursunuz. ntvmsnc

Taşikardinin belirtileri neler?

Günün saatine ve o anki ihtiyaçlara göre değişen kalp atışı normalde 50-100 arası, uykuda 40 civarındadır. Ancak eğer istirahat halinde 90’ın üzerine çıkıyorsa taşikardiye işaret edebilir. Peki taşikardi neden kadınlarda daha çok görülüyor? Prof. Dr. Ertan Ökmen cevapladı...

“Taşikardilerin çoğu basit düzeydedir ve hayati bir tehlike yaratmazlar. Ancak altta yatan bir kalp hastalığının olduğu aritmi tarzındaki taşikardiler için dikkatli olmakta fayda var” açıklamasını yapan Anadolu Sağlık Merkezi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ertan Ökmen, taşikardinin ortaya çıkmasına sebep olan etkenleri ve alınabilecek önlemleri anlattı. Kadınların kalbinin daha hassas olduğunu belirten Ökmen, çarpıntısı olanların uzak durması gereken 3 şeyi sıraladı.
MERDİVEN ÇIKMIYORKEN BİLE KALP ATIŞINIZ YÜKSEKSE…
Gün içinde yaşadığımız kalp çarpıntılarının, aslında en yalın tabiriyle kalp atışının hızlanması olduğunu belirten Anadolu Sağlık Merkezi Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ertan Ökmen “Spor yaparken, yürürken, merdiven çıkarken, herhangi bir heyecan yaşarken, hatta âşık olurken kalp atış hızımız doğal olarak hızlanabiliyor. Ancak normalin üstünde bir hızlanma söz konusu ise ve istirahat halindeyken dahi, yani ortada görünür bir sebep yokken kalp atış hızı yükselme eğilimindeyse taşikardiye dikkat etmek gerekiyor. Aritmi dediğimiz, ritim bozuklukları şeklinde ilerleyen taşikardiler ise spor, yürüyüş, koşu, çay ya da kahve içimi gibi geçici sebeplerin dışında bireysel yatkınlıklarla ilgili olabiliyor. Kalbin ritmini düzenleyen organik pil, bazı insanlarda aktiftir ve daha çabuk reaksiyon gösterebilir. Yani ortada bir sebep yokken nabız fazla atıyorsa bunun organik bir kaynağı olabiliyor. Kalp yetmezlikleri, kalp kapakçıklarındaki bozukluklar ya da kalbin elektrik sistemi ile ilgili durumları bunlar arasında yer alıyor. Taşikardilerin çoğu masumken, özellikle kadınlarda taşikardiye daha sık rastlanıyor” dedi.
KADINLARIN KALBİ DAHA HASSAS
Taşikardinin en çok kadınlarda görülmesinin sebebinin anemi ve tiroit sorunlarının kadınlarda daha sık görüldüğünü belirten Prof. Dr. Ertan Ökmen “Kansızlık sorunu ve tiroit bezinin hızlı çalışması, kalbin daha çok çalışmasını gerektiren sorunlar olduğu için, adeta taşikardiyi çağırıyor” açıklamasında bulundu.
NELER TAŞİKARDİYE SEBEP OLUYOR?
Taşikardilerin çoğunun basit düzeyde olduğunu ve hayati bir tehlike yaratmadığının altını çizen Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Ertan Ökmen sözlerini şöyle sürdürdü: “Altta yatan bir kalp hastalığı olmadığı sürece aritmi tarzındaki taşikardiler de hayati risk taşımaz, çoğu masumdur. Bu tip taşikardiler bazen hiç ilaç vermeden, sadece düzenli takip ve kontrollerle bazen de basit ritim düzenleyici ilaçlarla tedavi edilebilir. Eğer taşikardinin sebepleri kalp dışında, yaşam tarzıyla ilgiliyse (sigara kullanımı, çay-kahve tüketimi, stresli ortamlar, ağır egzersizler, hareketsizlik sebebi fazla kilolar gibi), bunların ortadan kaldırılması da tedavi için son derece önemli. Kalp krizileri sonrası ya da kalp yetmezliği gibi kalbin yapısal problemlerinden kaynaklanan aritmiler ise ciddi tedavi edilmesi gereken önemli aritmlierdir.”
KESİN TANI NASIL KONUYOR?
Hasta muayenesinde aritmi ya da taşikardiden şüphelenildiğinde “ritim holteri” adlı bir kayıt cihazı kullanılarak kesin tanının konabildiğinin altını çizen Prof. Dr. Ökmen “Bu cihaz bir cep telefonu büyüklüğünde olup hastanın üzerine takılıyor ve gün boyunca hastanın kalp atışlarını ölçüp kaydediyor. Elde edilen rakamlar eğer ortalama kalp atış hızının üstündeyse taşikardi teşhisi konabiliyor. Ancak basit sebeplerle açıklanamayan bir taşikardi varsa, bu kez daha ileri tetkiklere ihtiyaç duyulabiliyor. Bu noktada da ekokardiyografi dediğimiz kalp ultrasonuna bakılarak, olası bir kalp hastalığı olup olmadığının incelenmesi gerekiyor. Aritmi tarzında bir taşikardi tespit edildiğinde, multidisipliner bir bakışla, kardiyolojinin bir alt disiplini olan elektrofizyoloji de devreye giriyor. Elektrofizyologların da hedefi, anjiyo yapar gibi kalbin içine girerek aritminin kaynağını bulup, sorunu ortadan kaldırmak” dedi.
NASIL ÖNLEM ALINMALI?
Herhangi bir kalp sorununuz olmasa da yaşa göre egzersizler tercih edilmeli. Örneğin zorlamadan yapılacak yürüyüş, bisiklete binme ve yüzme en ideal hafif egzersizler kategorisinde olup her yaş için uygun. Böylece hem kalp damar sağlığınızı korur hem de nabzınızı daha iyi kontrol altında tutarak kondisyon dengelemiş olur. Bilinen bir kalp hastalığı olanlar hastalığın ciddiyetine göre hekimleri uygun egzersiz düzeyini belirlemeli.
Taşikardinin sık rastlanan sebeplerinden biri de kondisyonsuz olmak, yani düzenli egzersiz yapmamak. 30-40 dakika, terletmeyen, zorlamayan egzersizler, kondisyonunuzu dengeleyerek taşikardinin de daha iyi kontrol edilmesini sağlar.
ÇARPINTINIZ VARSA…
Kalp atış hızınız genellikle normalin üstündeyse (çarpıntınız varsa) gecikmeden bir kardiyoloji uzmanına görünün ve aşağıdaki içeceklerden mümkün olduğunca uzak durun:
*Sigara
*Çay
*Kahve
Sözcü

Menisküsün tek çaresi ameliyat mı?

Dizlerde ilerleyen yaş ve kiloya bağlı olarak ortaya çıkabilen hastalıklar arasında en sık görülen menisküs yırtıkları bazen egzersiz uygulamaları ve ilaç kullanımı ile iyileşebiliyor…

Memorial Kayseri Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Halıcı, sık rastlanan diz sorunlarının başında gelen menisküs yırtıkları ve tedavi yolları hakkında bilgi verdi.
MENİSKÜS NEDEN OLUŞUR?
Menisküs yırtığı, yaralanmanın mekanizmasına bağlı olarak farklı şekilde oluşabilir. Sık karşılaşılan yırtıkların başında ise uzunlamasına, enine ve yere paralel şekilde yırtıklar gelmektedir. Kaza ya da darbeler sonucu dizin normal hareket yönünden farklı bir yönde hareketi ile yapı olarak sağlam bir menisküs de yırtılabilir. Sağlıklı bir yapıya sahip olmayan, yaşlılığa bağlı ya da tekrarlayan küçük yıpranmalarla yapısı bozulmuş bir menisküs daha kolay yırtılabilir. Bu tür yırtıklar yaşlılarda ise zamanla saçaklanarak giderek bozulur.
MENİSKÜSÜN BELİRTİLERİ
Menisküs, genç hastalarda daha çok spor yaralanmalarıyla meydana gelmektedir. Özellikle halı sahaların yaygın olması ve birçoğunun uygun şartlarda yapılmaması, bilinçsiz, yeterince ısınmadan spora başlanılması, başta menisküs olmak üzere birçok spor yaralanmasına neden olmaktadır. Yaşlılarda ise zamanla menisküs dokusundaki olumsuz değişikliklerin yanı sıra fazla kiloya ve dizdeki kireçlenmeye bağlı yırtılmalar gözlenmektedir. Diz çökme, ayakta uzun süre durma ya da merdiven çıkma esnasında ağrı olması, dizdeki takılma ve kilitlenmeler menisküs belirtisidir.
TEDAVİSİ NASILDIR?
Menisküs tanısı konulduktan sonra zaman kaybetmeden tedaviye geçilmelidir. Menisküs yırtığı, tanısı ortopedi uzmanının muayenesi ve sonrasında çekilen MR ile konulur. Menisküs tedavisinde önceleri açık cerrahi uygulanırken, günümüzde ise modern tedavi yöntemi olan kapalı ameliyatlar yani artroskopi yapılmaktadır. Diz eklemine yaklaşık 5 mm çaplı optik sistemle (kamera) girilir. Diz içinin görüntüsü ekrana yansıtılıp diz içindeki bağ ve diğer yapıların muayenesi yapılır. Menisküs yırtıklarının çoğunda yırtık bölümü çıkarmak tedavi için yeterlidir.
EGZERSİZ NE ZAMAN ÇÖZÜM OLABİLİR?
Menisküs yırtığı tedavisinde ameliyat ya da “ilaç- egzersiz- istirahat” birleşimi yöntem uygulanmalıdır. MR ile tespit edilen takılma ve kilitlenmeler gibi mekanik belirtileri olan yırtıklarda doğrudan artroskopi denilen kapalı ameliyat yöntemi tercih edilmelidir. Eğer hastanın tam ayrılmamış düşük dereceli yırtığı varsa hastanın şikayetleri ilaçlarla ve doktor tarafından verilecek özel egzersizlerle tedavi edilmektedir. Egzersiz yöntemi en az 1,5 ay uygulandıktan sonra şikayetlerde azalma görülmezse cerrahi yöntem uygulanabilir. Sözcü

27 Aralık 2016 Salı

Göğüs estetiğinde yağ enjeksiyonu ve silikon arasındaki 10 fark

Estetik cerrahi kapsamında sıkça uygulanan ameliyatlardan biri olan meme büyütme ameliyatı, kadınların en çok ilgi gösterdiği operasyonlar arasında yer alıyor. Birden çok meme büyütme yöntemi bulunduğunu belirten Dr. Defne Erkara bu yöntemlerin farklarını hakkında bilgi verdi.

Ülkemizde göğüsleri küçük pek çok kadın var diyen Dr. Defne Erkara, “Bazılarının memeleri neredeyse normal bir erkek memesi şeklinde. Bir başka grup kadında ise doğum ve emzirme dönemleri sonrasında zaten küçük olan memelerde sarkma ya da daha da küçülme oluşabiliyor. Ne yazık ki kadının öz güvenini son derece kötü yönde etkileyen bu durumun ameliyat dışı bir tedavisi yok. Çok az olan meme dokusu yağ ya da krem sürülerek, sprey sıkılarak büyütülmüyor. Piyasada bu amaçla satılan birçok ürün mevcut. Bunları kullanan kişilerden edindiğim bilgilere göre olsa olsa sadece adet dönemine benzer bir şişlik oluşuyormuş. O da işlem bırakıldığında tamamen kayboluyormuş” şeklinde konuştu.
Yağ enjeksiyonu hakkında bilgi veren Dr. Erkara, ”Biz plastik cerrahların vücut ve yüze şekil verme amaçlı çok severek kullandığımız bir yöntem. Göğüs büyütme amaçlı da kullanım mümkün meme bezi ile göğüs kası arasına seviye seviye verilen yağ dokusu ile memeye şekil vermek mümkün oluyor. Ancak ne yazık ki memeye takılan meme silikonlar kadar başarılı sonuçları elde etmek mümkün olmuyor. Ama yine de bazı şekil bozukluklarını ve eşitsizlikleri eşitlemek için kesinlikle güvenle kullandığımız bir cerrahi işlem” ifadelerini kullandı.
Dr. Erkara, meme silikonu ve yağ enjeksiyonu ile meme büyütme işlemleri hakkında karşılaştırma yaparak şu bilgileri veriyor:
”Yağ enjeksiyonu yönteminde kişinin kendi dokusu kullanılıyor. Ameliyat uzun sürüyor. Aynı anda yağ alınan bölgede incelmeye oluyor. Çok büyütme mümkün olmuyor. Birkaç kez tekrar gerektirebildiği için pahalı bir operasyon. Doğal görünüm sağlıyor. Memedeki şekil bozukluğunun düzeltilmesinde etkili. Zayıf kişilerde yeterli yağ olmadığı için başarı oranı düşük oluyor. Bundan dolayı meme dokusu şart.”
”Meme silikonu yönteminde ise, slikon implant yönteminde ise yabancı cisim kullanılıyor. Ameliyat süresi yağ enjeksiyonu yöntemine göre daha kısa. Yağ alınan bölgede incelme olmuyor. Meme istenen boyuta getirilebiliyor. Tek seferde yapılıyor ve ömür boyu gidiyor. Daha dik, sarkmayan görünüm elde edilebiliyor. Memede şekil bozukluğu varsa ek olarak yağ enjeksiyonuna ihtiyaç duyulabiliyor. Tek operasyonda bittiği için yağ enjeksiyonuna göre daha ucuz. Kişilerin kilosu ile bağımsız, herkese yapılabiliyor. Göğüs dümdüz olsa bile uygulanabiliyor.”

Ağız kokusunun nedeni bunlar olabilir!

Op. Dr. Nurten Küçük, ağız kokusu ve alınması gereken önlemler hakkında bilgi verdi.

cnntürk'ün haberine göre; Ağız hijyeni ile birlikte diş ve dil temizliğine özen gösterilmesi oluşan ağız kokusunun giderilmesinde önemli yer tutmaktadır. Ağız ve diş sağlığından kaynaklanmayan ağız kokuları ise; bademcik, sinüzit gibi hastalıkları akla getirebilir.
Sinüzit ağız kokusunun yanı sıra kişinin kendisini halsiz hissetmesine, baş ağrılarına, burun akıntısına neden olmaktadır. Özellikle kronik sinüzitte ağız kokusu hastaların pek çok çoğunda başlıca şikayetler arasındadır. Bademcik taşları da ağız kokusunun önemli nedenlerinden biridir.
Bademcik taşları, bademciklerin gözeneklerini dolduran ölü dokuların, salgı ve yemek kalıntılarının birikmesi nedeniyle olmaktadır. İçeriğinde kalsiyum ve magnezyum bulunabilir. Ağızda çürük yumurtaya benzer bir koku olmasının nedeni ise bademcik taşlarını kaplayan bakterilerdir.
Üst solunum yolu hastalıklarından sinüzit, farenjit, kronik tonsillit, burun tıkanıklıkları veya solunum yolunda ortaya çıkan tümörler ağız kokusuna neden olabilmektedir.
Ağız kokusunun sadece sabah saatlerinde yaşandığı durumlar genellikle uyku sırasında tükürük akımının azalmasından kaynaklanmaktadır. Uyku sırasında ağzın açık kalmasıyla oluşan kuruluk, bakteri ve buna bağlı olarak gaz oranının yükselmesine neden olmaktadır.
Gün içinde genellikle azalan bu tür ağız kokularını gidermek için bol su içerek ağzın nemli kalması sağlanmalıdır. Ağız kuruluğuna neden olan burun eğriliği, burun eti büyüklüğü ya da alerji gibi durumlar giderilmelidir. Tükürük salgısını arttırması için limon yemek ya da şekersiz sakız çiğnemek sabahları oluşan ağız kokusunu gidermek için etkilidir.
Ağız kuruluğu, diş ve diş eti enfeksiyonları, sigara, alkol tüketimi gibi faktörlerin tetiklemesiyle dil üstü yapıda fonksiyon bozukluğu görülebilmektedir.
Dil üzerinde biriken bakterilerin tükürükten ve besinlerden gelen proteinleri uçucu kükürtlü bileşiklere çevirmesi rahatsız edici ağız kokuları oluşturabilmektedir. Beslenme düzeninde daha çok bitkisel ürünler bulunan kişilere göre et ağırlıklı beklenen kişilerde protein yıkımı daha fazla olduğu için rahatsız edici ağız kokusu gelişebilmektedir.
*Diş ve dil üzeri günlük düzenli fırçalanmalı,
*Diş araları diş ipi ile temizlenmeli,
*Sigara ve alkol kullanılmamalı,
*Ağız içinin nemli tutulması için bol su tüketilerek şekersiz sakız çiğnenmeli,
*Sarımsak, soğan, pırasa, lahana gibi ağız kokusunu arttıran yiyecekler daha az tüketilmeli,
*Gece geç saatte yemek yemek gibi reflü şikayetlerini arttıran durumlardan uzak durulmalı,
*Şikayetler geçmiyorsa mutlaka uzmana başvurulmalıdır.

Kanser hastalarına beslenme önerileri

Tedavi süresince doğru beslenmek, kemoterapinin etkilerini ve yan etkilerini azaltmada etkili oluyor. Dyt. Ayşe Korkmaz, kanser hastalarına özel beslenme tüyoları verdi.

Metal çatal-kaşık yerine plastik olanları kullanmak bile kanser hastalarının rahatlamasında büyük etkisi oluyor. Kemoterapi sonrasında ağızda oluşabilecek kötü tada karşı ağız yemekten önce karbonatlı karışımla çalkalama, ağızdaki acı ve metalik tadı şekersiz, limonlu ve naneli sakızlar çiğneyerek giderme gibi önemli tüyolar veren Dyt. Ayşe Korkmaz, mucize besinlerin olmadığı konusunda uyardı.
Sağlıklı beslenmek; hastalıklardan korunmanın yanı sıra iyileşme döneminde de vücudun savunma mekanizmalarını güçlendiriyor. Tedavisinde yan etkilerle karşılaşılan kanserle de doğru beslenme desteği sayesinde daha kolay mücadele edilebiliyor. “Hayatımızın her döneminde olduğu gibi kanser tedavisi görülen dönemde de yeterli ve dengeli bir beslenme programı uygulamak önemli” diyen Bayındır İçerenköy Hastanesi Dyt. Ayşe Korkmaz; kanser hastalarına, tedavi döneminde uygulayabilecekleri beslenme önerilerinde bulundu:
Kanser tedavisi sürecinde yeterli ve dengeli bir beslenme planı uygulamak, hastanın kendini daha iyi hissetmesine ve tedaviye bağlı oluşabilecek yan etkilere karşı daha dayanıklı olmasına yardımcı olur.
Ancak kanserde uygulanan tedavi şekilleri her kişide ayrı yan etkilere neden olabilir. Hastalarda, aldıkları tedaviye bağlı olarak farklı yan etkiler ortaya çıkabilir. Örneğin, verilen bazı kemoterapi ilaçları iştahsızlık, bazıları ise bulantı ve kusmaya yol açabilir. Bu nedenle gerek kemoterapi tedavisi sırasında gerekse sonrasında uygulanacak beslenme tedavisinin kişiye özel olması gerekir.
KİŞİYE ÖZEL BESLENME
Tedavi gören kişinin besin alımının yakından takip edilmesi, besin alımında istenilen düzeylere ulaşılamadığı durumlarda, doktorunun da bilgisi doğrultusunda özel beslenme destek ürünleri kullanılması önem taşır.
MUCİZE BESİN YOK
Zaman zaman medyada bazı besinlerle ilgili ‘kansere çözüm' gibi abartılı haberler yapılsa da kanser tedavisinde tek bir besinin bu tip mucizevi bir etkisi olamaz. Bilgi kirliliğinin bu kadar çok olduğu bir ortamda, kanser tedavisi sırasında ve sonrasında beslenme konusunda en doğru bilgi doktor ve diyetisyenlerden alınabilir.
Özellikle kemoterapi sırasında alınan ilaç tedavisini olumsuz yönde etkileyebileceği için doktor/diyetisyen kontrolü dışında hiçbir ilaç ya da bitkisel destek ürünü kullanılmaması büyük önem taşır.
AĞIZDAKİ KÖTÜ TADA VE BULANTIYA KARŞI TAVSİYELER
KARBONATLI KARIŞIM: Kemoterapi sonrasında ağızda oluşabilecek kötü tadı uzaklaştırmak için ağız yemekten önce bir tatlı kaşığı karbonat, 3/4 tatlı kaşığı tuz ve bir bardak ılık sudan oluşan karışımla çalkalanmalı.
ŞEKERSİZ NANELİ SAKIZ: Bulantıyı hafifletmek ve ağızda oluşacak acı ve metalik tadı azaltmak için; şekersiz, limonlu, naneli şeker ve sakızlar tüketilebilir.
METAL KAŞIK YERİNE PLASTİK: Bulantıyı hafifletmek için metal çatal – bıçak yerine plastik malzemeler kullanılabilir.
SIVI KAYBINA KARŞI KOMPOSTO: Çok miktarda kusma varsa dehidratasyon (vücuttan elektrolit ve sıvı kaybetme) önemli bir sorun haline gelebilir. Bu sürede zor da olsa bol sıvı almaya çalışılmalı. Kustuktan sonra ağız su ile çalkalanmalı. Bir süre bekledikten sonra elma suyu, ılık tavuk suyu çorba, komposto gibi içecekler tercih edilebilir. Eğer yeterli miktarda sıvı alınamıyorsa mutlaka doktora danışılmalı.
SICAK GIDA BULANTIYI ARTIRIR: Aşırı tatlı, yağlı, baharatlı gıdalar bulantıları arttırabilir. Bu nedenle baharatlı, acılı ve sıcak yemekler yerine yumuşak, oda ısısında veya ılık yenebilen gıdalar tercih edilmeli. Gün boyu meyve suları ve tuzsuz ayran içilebilir.
RENGARENK SOFRA HAZIRLAYIN YAĞLI ET VE ŞEKERDEN UZAK DURUN
Kemoterapi sırasında ve sonrasında, yeterli ve dengeli beslenme planı uygulamak ve besin çeşitliliğine dikkat etmek çok önemlidir. Günde en az beş porsiyon her renkten sebze ve meyvelerden tüketilmeye özen gösterilmeli. Örneğin; turunçgiller, koyu yeşil yapraklı sebzeler ve sarı kök sebzeleri gibi. Farklı renklerdeki sebze ve meyveler fitokimyasallar olarak bilinen sağlığı geliştirici ögeler içerir.
Tedavi süresince ve sonrasında yağ tüketimi azaltılmalı ve yağlı etlerden mümkün olduğunca uzak durmaya dikkat edilmeli. Bu nedenle bazı günlerinde et ürünleri yerine nohut, mercimek, kuru fasulye gibi kuru baklagiller tercih edilebilir. Ancak bazı tedavilerde gaz, şişkinlik görülebilir veya tedavi öncesinde geçirilmiş operasyonlar nedeniyle hassasiyet olabilir. Bu durumda kuru baklagillerden kaçınmak gerekebilir.
Şeker tüketiminin kansere neden olduğuna dair net bir veri olmamakla birlikte; bunun istediğimiz kadar şeker tüketeceğimiz anlamına da gelmez. Fazla şeker alımı obezite, diyabet gibi hastalılara zemin hazırlar. Bu hastalıklarla kanser arasında da doğru orantılı bir ilişki bulunmaktadır.
KURU SARIMSAK VE SOĞANI ÇİĞ TÜKETİN
Yeterli ve dengeli beslenmeli, öğünlerde dört besin grubundan yiyecek lerin yer aldığı dengeli menüler hazırlanmalı.
Rafine tahıllar ve saf şeker yerine tam taneli tahıllar tercih edilmeli.
Yağ alımının azaltılması için yemekler az yağ ile pişirilmeli, et yemekleri yağ eklenmeden kendi yağları ile pişirilmeli, kızartma, kavurma gibi pişirme yöntem leri yerine haşlama, ızgara, fırında pişirme yöntemleri tercih edilmeli.
Hazır ve işlenmiş gıdalardan uzak durulmalı.
Karnabahar, brokoli, lahana, brüksel lahanası tüketilmeli.
Sarımsak ve soğan özellikle çiğ olarak tüketilmeli.
Alkol tüketimi haftada 1 -2 kadeh ile sınırlandırılmalı. Sözcü

26 Aralık 2016 Pazartesi

Prematüre doğumların sonu geliyor

ABD'li araştırmacılar prematüre doğumların önüne geçecek bir aşı geliştirdiğini duyurdu. Araştırma ekibi, şu an prematüre doğumların üçte birini engelleyeceklerini, yüzde yüz için de çalıştıklarını açıkladı.

Wayne State Universitesi’ndeki bilim insanları, kadın rahminden alınan bir protein sayesinde prematüre doğumu engelleyecek bir aşı geliştirdiklerini duyurdu. Bu proteinin erken doğumu tetikleyen bağışıklık sistemini durdurduğunu açıklayan araştırma ekibinden, Prof. Kang Cben, “Bu aşı sayesinde prematüre doğumların üçte birini engelleyeceğiz. Çalışmalanmızı yüzde yüz başarıyı yakalamak için devam ettiriyoruz” diye konuştu.

24 Aralık 2016 Cumartesi

Depresyon nedenlerine dikkat!

Nişantaşı Psikiyatri Merkezinden Psikatrist Yrd. Doç. Dr. Rıdvan Üney, insanların zaman zaman hayattan zevk almadığı, konsantrasyon bozukluğu yaşadığı, uykusuzluk çektiği, suçluluk hissettiği, kendini değersiz gördüğü, kararsız, karamsar olduğu, enerjisinin azaldığı dönemler yaşadığını belirterek, "Ancak bu durumlar; iki haftadan uzun sürerse ve bununla birlikte aile, arkadaş ilişkileri ya da işte sorunlar ortaya çıkarsa, buna depresyon denir. Depresyonun birçok nedeni vardır. Yaşamdaki olumsuzluklar bu durumun sebebi olabileceği gibi, olumlu olaylarda kişide depresyon oluşmasına neden olabilir. Bunun dışında herhangi bir neden olmaksızın oluşan içsel depresyonlar da vardır" dedi.

Dr. Üney, depresyonun nedenlerini şöyle sıraladı:
"1. Ekonomik sorunlar: Yaşam mücadelesinde; kazanç ile gideri arasında denge kurulamıyorsa ya da kişi uygunsuz harcamalar yapıyorsa, depresyon için bir neden olabilir.
2. Eş ve aile çatışmaları: Ailesiyle yaşayanlarda veya evlilerde; evdeki tartışmalar, aşırı eleştirmeler, hayal kırıklıkları depresyona sebep olabilir.
3. İşsizlik ya da aşırı yoğun iş temposu: İş kaybı yaşayanlarda, uzun süre iş bulamayanlarda depresyon gelişebileceği gibi, zor şartlarda yoğun ve yorucu tempoda çalışanlar için de risk vardır.
4. Mükemmeliyetçilik: Mükemmeliyetçi yapıdaki kişilerde; işlerin yolunda gitmediği dönemler, oldukça riskli dönemlerdir.
5. Eşten veya sevgiliden ayrılma: Birçok kişi bu durumlarda, olan düzeninin bozulması sonucu sıkıntı yaşar. Alışkanlıkları ve beraber yapılan bir sürü etkinliği ve belki de en önemlisi bir kişinin sevgisini kaybetmek kişi için zorluk yaratır.
6. Mevsim değişiklikleri: Özellikle sonbaharın gelişi insanlarda hüznü de beraberinde getirir. Gün ışığının azalması, havanın erken kararması, havanın serinlemesi bu dönemin özelliklerindendir. Mevsimin özelliklerine uymak yorucu olabilir. Birçok hastalık için de riskli olan bu dönem depresyon içinde risklidir.
7. Kayıplar: Bir yakının kaybı, kişiyi ölüm gerçeğiyle yüzleştirir. Hem gidenin boşluğu hem de ölümle yüzleşme insanlar için depresyon nedenlerinden olabilir.
8. Sağlık sorunları: Yaşam boyu süren; romatizmal hastalıklar, tansiyon, diyabet(şeker), böbrek yetmezliği gibi durumlar kişinin baş etme gücünü zorlaştırır. Bununla birlikte kanser gibi ölüm gerçeği olan durumlar da, kişi için depresyon sebebi olabilir.
9. Yalnız yaşama: Günümüzün en büyük sorunlarından biri, büyük kentlerde yalnız yaşayan insanlardır. Bir kısmı aile ve arkadaş desteğinden yoksundurlar. Ayrıca; eşini yitirmiş, çocuklarından uzak, yalnız yaşayan yaşlılar için de risk vardır.
10. Düzensiz yaşa: Uykuya ve dinlenmeye özen göstermeyen, aşırı alkol veya uyuşturucu madde kullanan kişilerde de depresyon sık görülür.
11. Doğum: Doğum sonrasında kadının vücudundaki hormonlardaki değişiklik ve bebeğin bakımı ile ilgili kaygılar, doğum sonu depresyonu için bir neden olabilir.
12. Büyük felaketler: Deprem, savaş, savaş sonrası göç, hem kişileri hem de toplumları derinden etkiler. Bununla birlikte taciz, tecavüz, saldırıya uğrama gibi durumlarda depresyonun oluşmasına neden olabilir.
13. Üniversiteye başlama: Günümüzde eğitim nedeni ile, birçok öğrenci şehir değiştirir. Bu öğrencilerin yeni kente, yeni arkadaşlıklara uyumu çok kolay değildir. Ayrıca aile desteğinin kaybı da, kişinin yaşantısını zorlaştırmaktadır.
14. Yeni bir iş veya yeni bir ev: Yaşamımızda her yenilik, bize olumlu katkı sağlamaz. İş değişikliği ya da ev değişikliği kişinin bir sürü alışkanlığını tamamen farklılaştırır. Bu duruma uymak her zaman kolay olmayabilir
15. Psikolojik Sorunlar: Birçok psikiyatrik hastalık (panik bozukluk, endişe bozukluğu, takıntı hastalığı gibi) uzun sürdüğünde ek olarak depresyon oluşabilir". (cnntürk)

23 Aralık 2016 Cuma

Göbek bağı hemen kesilmemeli

Amerikalı uzmanlar, yeni doğan bebeklerde görülen kansızlık ve demir eksikliğini gidermek için devrim nitelğinde bir yöntem önerdi. Bebeklerin sağlığını güçlendirmek için tek yapılması gereken göbek bağını kesmek için sadece birkaç saniye beklemek.

“Bebeğinizin göbek bağını doğar doğmaz kestirmeyin.”
Bu çağrı Amerikalı bebek ve çocuk sağlığı uzmanlarına ait.
Maryland'deki Bethesda Sağlık Enstitüsü uzmanları, göbek bağının doğumdan hemen sonra değil, en az 30 saniye bekledikten sonra kesilmesi gerektiğini açıkladı.
Doktorların amacı, göbek bağında bulunan kanın bebeğin vücuduna ulaşmasını sağlamak.
Araştırmalar, göbek bağları geç kesilen bebeklerin tansiyonlarının normal olduğunu ve güçlendiklerini gösteriyor.
KANSIZLIK VE DEMİR EKSİKLİĞİNİ ÖNLÜYOR
Kanla birlikte bolca demir içeren plazma da bebeğin vücuduna ulaştığı için kansızlık ve demir eksikliği de görülmüyor.
30 saniye beklemenin bile bebek ağırlığını 100 gram arttırdığını belirten uzmanlar, bunun, 100 mililitre kan anlamına geldiğini, bunun küçük bir bebek için muazzam bir miktar olduğunu belirtiyor.
BİRKAÇ SANİYE BEBEĞİN HAYATINI ETKİLİYOR
Uzmanlar doğumdan sonra göbek bağının kesilmesi için 30 saniye ile bir dakika beklenmesi gerektiğini söylüyor.
Bu teknik erken doğumlarda da uygulanabiliyor. Doktorlar, sadece birkaç saniyenin bebeklerin sağlığı üzerinde çok büyük etkisi olduğunun altını çiziyor. ntvmsnc

22 Aralık 2016 Perşembe

Kolesterol düşmanı 13 besin

Tüm dünyada ölümle sonuçlanan hastalıkların başında kalp damar hastalıkları geliyor. Kalp hastalıklarında yüksek kolesterol, riski çok daha fazla artırıyor. Kalp damar hastalığı riski olanlar ya da hastalar için hayati önem taşıyan doğru beslenme biçimini Diyetisyen Emre Uzun anlattı.

Baklagil, avokado, badem, yağlı balık gibi 13 besin kolesterolün baş düşmanı. Diyetisyen Emre Uzun, yediklerinizin kolesterol üstünde büyük bir etkisi olduğunu ifade etti ve kolesterolünüzü düşürecek ve diğer hastalıkların da riskini azaltacak 13 besini açıkladı.
Bitkisel Protein Kaynağı ‘'Baklagiller''
Baklagiller fasülye, bezelye ve mercimekgilleri içinde bulunduran büyük bir gruptur. Yüksek miktarlarda lif, mineraller ve iyi oranda protein içerirler. Diyetinizde bulunan işlenmiş et ve tahıl grubunu baklagillerle değiştirmeniz kalp hastalıklarına yakalanma riskini azaltmaya yardımcı olur. Yapılan araştırmalarla baklagil tüketmeyenlere oranla günde yarım kap (118 ml) baklagil tüketiminin LDL kolesterolü düşürücü etkisi bulunduğu ortaya konulmuştur. Ayrıca kolestrolü ortalama olarak 6.6 mg/dl kadar düşürdüğü de belirlenmiştir. Baklagiller (bezelye, fasülye ve mercimekgiller gibi) LDL kolestrolü düşürmede etkili olup ayrıca iyi bir bitkisel protein kaynağıdır.
Kolesterol Düşmanı ‘'Avokado ‘'
Avokado besin açısından yoğun meyvelerdir. Tekli doymamış yağ asitleri ve lif açısından zengindir ve LDL'yi düşürüp HDL'yi yükseltir. Klinik çalışmalar da avokadonun kolesterol düşürücü etkisini destekler niteliktedir. LDL kolesterolü yüksek olan obez ve fazla kilolu yetişkinlerle yapılan bir çalışmada, günde 1 adet avokado yiyen bireylerde yemeyenlere göre LDL kolesterolün düştüğü gözlemlenmiştir. Yapılan 10 araştırmada, avokadonun diğer yağlara göre daha düşük oranda total kolesterol, LDL ve trigliserit içerdiği bulunmuştur. Avokado tekli doymamış yağ asitleri ve lif içerdiği için kalp sağlığı açısından önemli bir besin olup kolesterol düşürücü etkisi bulunmaktadır.
Magnezyum Deposu ‘'Yağlı tohumlar, Badem ve Ceviz''
Yağlı tohumlar da besin açısından yoğun gıdalardandır. Özellikle tekli doymamış yağ asitleri açısından zengindirler. Aynı zamanda çoklu doymamış yağ asitlerinden olan bitkisel kaynaklı omega 3 bakımından da zengindir. Protein içeriği olan yağlı tohumlar, kan basıncını ayarlamaya yardımcı olmaktadır. Yağlı tohumların içeriğinde bulunan fitosterol, kolesterolün düşürülmesinde etkilidir. Mikrobesin ögelerinden olan kalsiyum, magnezyum ve potasyum da yağlı tohumların içinde bulunmaktadır. Bu minerallerin kolesterolü düşürücü ve kan basıncını dengeleyici özellikleri kalp sağlığını korumaya yardımcı olur. Yapılan 25 çalışmada, günde 2-3 porsiyon yağlı tohum yemenin LDL kolesterolünü ortalama 10.2 mg/dl kadar düşürdüğü gözlemlenmiştir. Günde 1 porsiyon yenen yağlı tohum yüzde 28 oranında ölümcül ve ölümcül olmayan kalp hastalıklarını ve LDL kolesterolünü azaltmaktadır. Yağlı tohumlar düşük kolesterollü yağlar, lifler ve minerallerden zengindir ve bu özelliğiyle kalp hastalığı riskini azaltır.
Kalp dostu ‘'Yağlı balık''
Uskumru, somon ve alabalık gibi yağlı balıklar uzun zincirli yağ asitlerinden yani omega-3'ten zengin en iyi kaynaklardır. Omega-3, HDL kolesterolü arttırır, enfeksiyonu ve felç riskini azaltarak kalp sağlığını korumaya yardımcı olur. Kızarmış balık tüketimi olan kişilerde, metabolik sendrom gelişme riski, kan basıncı yükselmesi ve HDL kolesterol (iyi kolesterol) seviyesinin düşme riski fazladır. Yapılan araştırmalara göre haftada en az bir kere tonbalığı, fırın ya da haşlama balık tüketen kişilerde felç geçirme riski yüzde 27 daha düşüktür. Uzmanlara göre en sağlıklı balık tüketme şekli fırın, ızgara, haşlama ya da çiğ tüketimdir. Kızarmış balık tüketmek ise kalp hastalıkları ve felç riskini arttırır.
Lif zengini “Yulaf ve arpa”
Yapılan araştırmalar, tam tahıllı ürünlerin kalp hastalıkları riskini azalttığını gösterir. Günlük 3 porsiyon tam tahıllı besin tüketildiğinde kalp hastalıkları ve felç riski yüzde 20 oranında azalır. Yulafın içeriğinde bulunan beta-glukan içeriğinden dolayı kolesterolü düşürmede etkilidir. Arpa ise yulaf gibi beta-glukandan zengin olup LDL kolesterolü düşürmede etkilidir.
Lezzetli savunucular “Meyveler”
Sağlıklı bir kalp için meyveler mükemmel kaynaklardır. Birçok meyve çözünür lif içerdiğinden dolayı kolesterolü düşürmede etkilidir. Elma, üzüm, turunçgiller ve çilekte bulunan pektin, kolesterolü düşürmede yüzde 10 oranında etkilidir. Meyveler aynı zamanda biyoaktif özelliklerinden dolayı antioksidan ve antinflamatuar özelliklere sayesinde kalp hastalıklarından ve diğer hastalıklardan korunmaya yardımcı olurlar. Böğürtlen cinsi ve üzüm gibi meyveler tüketmek ise HDL kolesterolü yükseltirken LDL kolesterolü azaltır. İçerdikleri antioksidan ve lifler sayesinde kolesterolü düşürür ve kalp hastalıklarını önlerler.
Hem tatlı hem sağlıklı “Çikolata”
Kakao, bitter çikolatanın ana içeriğidir. Bitter çikolata ve kakao, LDL kolesterolü düşürmede en etkili besin kaynaklarındandır. Yapılan araştırmalar günde iki defa kakaolu içecek tüketmenin LDL kolesterolünü düşürdüğünü ve HDL kolesterolünü ise artırdığını göstermiştir. Fakat çikolata tüketirken içeriğindeki şeker göz ardı edilmemelidir. Çünkü şeker kalp hastalıkları riskini artırır. Çikolata tüketirken bitter olanı seçmeye dikkat edilmelidir.
Kan basıncına “Sarımsak”
Yüzyıllar boyunca içeriğinde bulunan allicin sayesinde sağlık açısından en etkili besinlerden biri olan sarımsak, yüksek kan basıncını düşürür. Fakat etkisinin görülmesi için çok fazla tüketilmesi gereken sarımsağın supleman olarak takviye edilmesi uzmanlar tarafından tavsiye edilir.
Kalp savunucusu “Soya”
Soya içerikli besinlerin de kalp sağlığı üzerinden yadsınamaz bir etkisi vardır. Yapılan çalışmalar, soya içerikli besinlerin özellikle de soya fasulyesinin yüksek kolesterolü olan hastalarda kalp hastalıkları riskini azalttığını göstermiştir.
Mutfağın baş tacı “Sebzeler”
Sağlıklı bir kalp için sebzeler önemli bir rol oynamaktadır. Sebzeler liften ve antioksidandan zengin kaloriden düşük besinlerdir. Özellikle patlıcan, bamya, havuç ve patates gibi sebzeler pektin bakımından zenginlerdir ve kalp hastalıkları riskini azaltmada önemli rol oynarlar.
Özellikle koyu yeşil yapraklı sebzeler de kalbin dostudur. Karalahana ve ıspanak gibi sebzeler lutein ve diğer karotenoidleri içermektedir. Bu da kalp hastalıkları riskini azaltmaktadır. Aynı zamanda koyu yeşil yapraklı sebzeler safra asitlerine bağlanarak vücudun daha fazla kolesterol atmasını sağlarlar ve kolesterol seviyesini düşürürler.
Çay
Kahvaltının vazgeçilmesi, yemek sonrasının olmazsa olmazı çayın da kolesterolü düşürücü etkisi olduğunu biliyor muydunuz? Sadece yeşil çay değil, siyah ve beyaz çay da içerdikleri kateşinler sayesinde kalp sağlığı üzerinde etkilidir. Kan basıncı için önemli olan nitrik oksidi aktive etmeye yardım eder. Aynı zamanda kolesterol üretimini ve emilimini azaltarak kanın pıhtılaşmasını engeller. İçeriğinde bulunan kuarsetin ise enfeksiyonu azaltarak kan damar fonksiyonunu geliştirir. Çay tüketimi kolesterol seviyelerini düşürürken kalp hastalıkları riskini azaltır.
Felç riskine “Saf zeytinyağı”
Bazen salatanın üzerinde bazen en lezzetli yemeklerin içinde karşımıza çıkan zeytinyağı Akdeniz diyetinin vazgeçilmezi olduğu kadar kalp sağlığının da en önemli koruyucusudur. Yapılan araştırmalar günde 4 yemek kaşığı saf zeytinyağı tüketen kişilerin, diğerlerine göre kalp krizi ve felç geçirme risklerinin yüzde 30 azaldığını ortaya koymuştur. Zeytinyağı tekli doymamış yağ asitlerinden zengin bir kaynaktır ve HDL kolesterolü yükseltici LDL kolesterolü düşürücü etkisi bulunur. Aynı zamanda polifenol kaynağıdır, enfeksiyon azaltıcı etkisiyle kalp hastalıkları riskini düşürür.
Keçiboynuzu
Keçiboynuzu antioksidan özelliği ile kış aylarında hastalıklara karşı immün sistemi destekleyici etkiye sahiptir. Keçiboynuzu karbonhidrat, lif ve mineraller açısından zengindir. Keçiboynuzu içeriğinin LDL seviyesini (kötü kolesterol) azaltıcı ve HDL kolesterol seviyesini normal değerler arasında kalmasını sağlar. Sözcü

21 Aralık 2016 Çarşamba

Kanser anne karnındaki bebeğe geçer mi?

Gebelik sırasında kanser hastalığının teşhisinin çok zor olduğunu belirten Prof. Dr. Ulun Uluğ, hastalığın bebeğin sağlığını nasıl etkilediğine yönelik önemli açıklamalarda bulundu. Her 2 bin hamileden birinde kansere rastlandığını söyleyen Uluğ, vücutta görülen değişikliklerin bu hastalığı saklayabildiğini belirtti.

Gebelik sırasında yakalanan kanserin anneyi ve bebeği nasıl etkilediğini anlatan İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ulun Uluğ, önemli uyarılarda bulundu.
Her 2 bin gebede bir kanser hastalığı görüldüğünü ifade eden Prof. Dr. Ulun Uluğ, “Burada en büyük sıkıntı hamilelik sürecinde kanseri teşhis etmekte bazen zorlanmamız. Gebelik birçok değişiklik getirdiği için kanseri saklayabiliyor. Mesela gebelerin ateşlenmeleri olurken kanser hastalarının ise vücut ısıları artar. Kanser olan insanlarda kilo kaybı olur, gebede ise kilo alımı olduğu için onu baskılayabilir” diye konuştu.
Gebelik sırasında en fazla görülen kanser türünün meme kanseri olduğunu belirten Ulun Uluğ, diğer sık görülen kanser türlerinin ise hematolojik rahatsızlıklar, lenfoma kanseri ve rahim ağzı kanseri olduğunu söyledi.
“GEBELER VÜCUTLARINI ÇOK İYİ TAKİP ETMELİ”
“Anne adayının kanser olduğu bazen doğumdan sonra anlaşılıyor” diyen Uluğ aynı zamanda, “Burada en önemli şey hekimlerden çok hastalara düşüyor. Vücutlarını çok iyi takip etmeleri ve vücutlarında meydana gelen değişiklikleri doktorlarına söylemeleri gerekiyor. Özellikle hastaların kendi kendilerini meme muayenesi yapmaları ve memede herhangi bir değişiklik olduğu zaman muhakkak doktorlarına bildirmeleri gerekiyor. Yumurtalıkta bir kitle varsa zaten biz bunu ultrason sırasında anlayabiliyoruz. Rahim ağzı kanserinde ise gebelik sırasında kanamalar, akıntılar görülebilir. Bu da bizde şüphe uyandıran belirtiler arasındadır. Hematolojik dediğimiz kan ile ilgili problemlerde ise hastaların kan tahlillerindeki kan profillerinde bazı hücrelerin çok fazla arttığını ya da azaldığını görüyoruz. Bunlar da bizi kanser konusunda şüphelendiren diğer belirtilerdir” dedi.
KANSER BEBEĞE GEÇER Mİ?
Gebe kalmayı planlayan anne adaylarının bu sorunlarla karşılaşmaması için smear testi yaptırmaları gerektiğine dikkat çeken Uluğ, kanserin anne karnındaki bebeği nasıl etkilediğini değerlendirdi. Uluğ, “Bazı cilt kanserleri türlerinde kanser hücreleri prezanteden geçip bebeğe geçebilir. Ama bunlar çok istisnai durumlar. Boşu boşuna insanları tedirgin etmeye gerek yok” şeklinde konuştu.
Kanser hastası gebeye uygulanabilecek tedavi yöntemlerinin kanserin türü ve hastalığın ilerleme aşamasına göre değişiklik gösterdiğini ifade eden Uluğ, “Burada kanseri tedavi etmek için cerrahi bir yöntem uygulayabiliriz. Gerekli kontroller yapıldığı zaman ne bebeğe ne anneye zarar vermeden hatta erken doğuma bile yol açmadan cerrahi işlem gerçekleştirebiliriz. Ama asıl sıkıntı cerrahi işlemden sonra bazı olgularda kemoterapi ya da radyo terapi vermemizin gerekmesi. Radyo terapi maalesef veremiyoruz çünkü bütün vücuda verileceği için bebeği etkileyebilir. Dolayısıyla bunu kapsam dışı bırakıyoruz. Kemoterapi ise henüz şüpheli bir durum. Bazı araştırmalarda gebelik sırasında kemoterapi alanların bebekleri üzerinde olumsuz etki olmadığı görülmüş. Fakat bu çok sınırlı olan çalışma şu an için çok güvenli değil. Ama belki 5 yıl 10 yıl sonra farklı şeyler söyleyebiliriz. Burada yapılması gereken şey cerrahi işlemden sonra kemoterapiye başlamak için bazı kanser türlerine bir boşluk, bir faz bırakmak. Bu fazı mümkün olduğunca uzun tutup, hamileliğin ilerlemesini beklemek ve bebek dışarıda yaşayabilecek kapasiteye geldiği zamanda bilerek erken doğurtarak annenin hemen kemoterapiye başlatmak. Bu da tamamıyla geniş bir ekibin beraberce stratejik olarak vermesi gereken bir karardır” ifadelerini kullandı. Sözcü

20 Aralık 2016 Salı

Şekere bağımlı çocuk alkol bağımlılığına da aday!

Sağlık açısından kötü bir sicile sahip olan şeker ile ilgili farklı bir tespitte bulunan Psikiyatrist Yrd. Doç. Noyan, çocukluğunda şekere bağımlı olanların ileride alkol kullanım bozukluğuna aday kişiler arasında bulunduğunu söyledi.

Psikiyatride tanı ve tedavinin geldiği son nokta, yeni yaklaşımlar psikiyatri dünyasının önde gelen isimleri ile 10. Ulusal Alkol ve Madde Bağımlılığı Kongresinde masaya yatırılıyor.
Üsküdar Üniversitesi Bağımlılık Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Bağımlılık Psikiyatrisi Derneği’nin düzenlediği kongrede “şeker bağımlılığı ve alkol kullanım bozukluğu” arasındaki ilginç ilişki de tartışıldı.
ŞEKER BAĞIMLISI KİŞİYE ALKOL TEDAVİSİNDE KULLANILAN İLAÇLAR ETKİ EDİYOR
Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Onur Noyan, çocukluğunda şekere bağımlı olanların ileride alkol kullanım bozukluğuna aday olduğunu söyledi. Noyan şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bağımlılık tedavisinde ilaçlara karar verirken dönem dönem hangi hastaya hangi ilaçla devam edeceğimize dair kararsızlıklar yaşayabiliyoruz. Özellikle alkol kullanım bozukluğu olan hastalarda bazı ilaçlar var, ilacın fayda etmesi için kritik incelikler söz konusu oluyor. Uzun soluklu olarak yapılan genetik analizler ve başka incelemeler mümkün ancak pratik bir yöntemle geçmiş döneminde yani çocukluğunda şeker bağımlılığı olan, şekere yatkınlığı olan, şeker yemeyi çok seven ve ondan haz alan kişiler, alkol kullanım bozukluğu ya da alkol bağımlısı olduklarında bu tedavide kullanılan ilaçlardan fayda görüyor.”
ŞEKER BAĞIMLILIK YAPIYOR
Şekerin kendisinin de aslında bir bağımlılık oluşturduğuna dikkat çeken Noyan, çocukluğundan itibaren şeker tüketmeye alışkın olan bir kişinin beyninin, uyuşturucu madde kullanıyormuş gibi ödül ceza sistemini aktive edip, dopamin salgıladığını söyledi. Sonrasında bu kişinin şekere ya da maddeye bağımlı hale geldiğini kaydeden Noyan, şeker bağımlılığının aynı zamanda yeme bağımlılığının farklı bir boyutu olduğunu kaydetti.
ŞEKER BAĞIMLISI ÇOCUĞU BEKLEYEN RİSKLER
Çocukluk döneminde şeker bağımlılığı ya da şekere yatkınlığı olan çocukların daha dürtüsel olduklarını da vurgulayan Yrd. Doç. Dr. Noyan, bu kişilerin başka hastalıklara da aday olduklarını ifade ederek şunları söyledi:
“Çocukluk döneminde şeker bağımlılığı ya da şekere yatkınlığı olan çocukların, dürtüsel olmakla birlikte, dikkat eksikliği hiperaktive bozukluğuna yakalanma riski de artıyor. Sonraki hayatlarında bu kişilerin alkol kullanım bozukluğuna yakalanma ihtimali de artıyor. Çocukluğunda şekere bağımlı olanlar ileri yaşlarda bağımlılığa da aday.”
DAVRANIŞSAL BAĞIMLILIKLARA DA ADAYLAR!
“Yediğimiz şekere karşı verdiğimiz cevap bedenimizin ödül-ceza merkezinin verdiği bir tepkidir” diyen Noyan, “Bu çocukluğumuzdan ve biyolojik, genetik olarak aktarılıyor. Sonradan edinilmiş bir şey değil. Genetik yapımız buna müsait ise şekerden keyif alıyoruz. Ödül eksikliği sendromu dediğimiz yani beynimizde dopaminerjik yolakları eksi olan kişiler stresle baş etmeye yetersiz olduklarında ya da hayattan keyif alamadıklarında alkol, madde nikotin gibi maddeleri kullanır, yemek karbonhidrat, şeker ve benzeri şeyleri yemeye daha yatkın oluyor. Bu kişiler seks, kumar ve oyun gibi davranışsal bağımlılıklara da aday oluyorlar” diye konuştu.
Bu davranışlarda bulunduklarında keyif aldıklarını gören kişilerin davranışlarını devam ettirdiklerini vurgulayan Noyan, şeker ve maddenin beyinde aynı etkiyi yaptığını belirterek sözlerini şöyle tamamladı:
“Şeker yendiği ve madde kullanıldığında beynimizde olanlar birbirine yakın yolaklarda oluyor. Belki madde kadar beyindeki o dopaminerjik yolaklara ya da ödül merkezi aktive olmuyor ama alkol kullanım bozukluğunda kullanacağımız ilaçların fayda sağlayacağının işaretini veriyor. Yurt dışında yapılan çalışmalar, ailelerinde alkol bağımlılığı olan kişilerin çocuklarının şeker bağımlısı olduğu görülmüş. Şeker bağımlılığı olan çocuklu ailelerde alkol bağımlısı çok fazla olduğu tespit edilmiş.” ntvmsnc

Mesanesinden 1000'den fazla taş çıktı

Ordu'da karın ağrısı şikayetiyle doktora giden adamın mesanesinden çıkan 1000'den fazla taş doktorları da şaşırttı.
Ordu'da karnındaki ağrı nedeniyle hastaneye giden hastanın mesanesinden çıkarılan binin üzerinde taş, doktorları şaşırttı. Ünye ilçesinde yaşayan ve bir süredir karın ağrısı şikayeti bulunan Ahmet Aşçı (60), ağrısının şiddetlenmesi üzerine Ordu Devlet Hastanesine başvurdu.
Üroloji servisinde tedavi altına alınan Aşçı'nın mesane bölgesinde taş olduğunun tespit edilmesi üzerine doktorlar hastanın ameliyat edilmesine karar verdi. Yaklaşık bir saat süren operasyonun ardından Aşçı'nın mesanesindeki taşlar temizlendi. Hastanın mesanesinden binin üzerinde taş çıkartıldı.
Doktorlar da şaşırdı
Ordu Devlet Hastanesi Üroloji Uzmanı Mustafa Münir Tercan, gazetecilere yaptığı açıklamada, oldukça şaşkın olduğunu belirterek "Ben bu kadar yıldır ameliyat yapıyorum ama bu kadar taşı bir hastanın mesanesinden ilk defa çıkardım. Çıkarılan taş binin üzerinde. Bu kadar sayıda taşı biz de hiç görmemiştik. Bizim için de sürpriz oldu. Açıkçası biz de çok şaşkınız." dedi.
Sağlık durumu iyi
Taşların irili ufaklı olduğunu, adeta ırmak çakılını andırdığını aktaran Tercan, hastanın sağlığına kavuşmaya başladığını, taşlarından kurtulduğu için kendisini çok iyi hissettiğini anlattı.
Üroloji Uzmanı Mustafa Gökhan Köse ise bir hekim olarak ilk defa bir ameliyatı şaşkın halde tamamladığına işaret ederek "Daha önce hiçbir hastada böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Bizim için de çok büyük sürpriz oldu." diye konuştu. Tedavisi devam eden Ahmet Aşçı ise kendisinden bu kadar fazla taş çıkmasını tahmin etmediğini söyledi.
Şu anda sağlık durumumun gayet iyi olduğunu dile getiren Aşçı, "Doktorlarımızdan Allah razı olsun. Onların sayesinde eski sağlığıma kavuşacağım." ifadesini kullandı.

Çağın hastalığı: Dağınık beyin sendromu

Çalışırken her taraftan yeni bir pencere açılıyor, mailler ve mesajlar yağıyor, yaptığınız iş kesintiye uğruyor ve sonunda da kolayca dikkatiniz mi dağılıyor? Yalnız değilsiniz. Çünkü bu çağın hastalığı: Dağınık beyin sendromu. Uzmanlar bu sendromdan uzak durmak için yapılması gerekenleri de sıralıyor.
Birçok araştırmacı aynı anda birçok iş yapmaya çalışmanın verimi düşürdüğünü söylüyor. Bir tek iş üzerinde yoğunlaştığımızda daha fazla iş yapıyoruz. Çünkü beynimiz bir anda bir iş yapacak şekilde donanımlı. BBC Türkçe'nin haberine göre aynı anda birçok işi yaptığımızı düşünsek de aslında böyle olmuyor, beynimiz sürekli bu işler arasında gidip geliyor.
Bu ise beyni yorarak bilişsel becerisini düşürüyor. 2007'de yapılan bir araştırma, çalışmaların üç dakikada bir e-posta vb. vesilelerle sürekli kesintiye uğradığını ortaya koydu. Bu şekilde kaybedilen zaman, yaratıcılık azalması, hata ve yorgunluk ise 50 bin çalışanı olan bir şirkete yılda 1 milyar dolara mal oluyor.
Texas Üniversitesinde Beyin Sağlığı Merkezi'nin kurucusu Dr Sandra Bond Chapman'a göre, aynı anda birçok işi yapmaya çalışmak yüzeysel düşünmeye, yaratıcılık eksikliğine, hatalara ve gereksiz bilgiyi eleyememeye neden oluyor. Çünkü beyin bir anda birçok iş yapacak şekilde donanımlı değil ve bunu uzun süre yapmaya çalışmak stresi artırdığı gibi depresyona ve entelektüel kapasitenin azalmasına da yol açıyor.
Fakat aynı anda birçok iş yapmaya çalışmanın etkili olmadığına dair oldukça fazla veri olsa da eski alışkanlıklar yeni teknolojilerle birleştiğinde birçok işyerinde bu yöntem hakim olmaya devam ediyor. California Üniversitesi'nden Dr Christine Carter bu yöntemin insanda sürekli meşgul ve üretken olma hissi yarattığı için tercih edildiğini düşünüyor. "Ofiste ne kadar çok zaman harcarsanız o kadar iyi işçisiniz gibi yanlış bir inanç hakim" diyor. Carter bu inancın kaynağını, fabrika ve ofise giriş-çıkışın kart basma yöntemiyle yapıldığı sanayileşme döneminin dorukta olduğu günlere bağlıyor. O zamanlar insanlar eve dönünce işle bağlantıları kesilirdi. "Laptop ve e-postanın ortaya çıkmasıyla bu durum alt üst oldu" diyor Carter.
Chapman'a göre ise "teknoloji beynimizi sürekli kesintiye uğramaya alıştırıyor, yeni bir e-posta ya da sosyal medya mesajı geldiğine işaret eden sinyali bekler oluyoruz". Yani diğer bütün bağımlılıklar gibi, kesintilerin bize zararı olduğunu bildiğimiz halde kafamızı kurcalamaya devam ediyor.
Ancak Carter bile bilmesine rağmen, aşırı çalışma nedeniyle hastaneye düşünceye kadar aynı anda birçok iş yapma çabasına son verememiş.
"Toplum olarak dağınık beyin sendromundan mustaribiz" diyor 'Singletasking' (Tek İş Üzerinde Yoğunlaşma) kitabının yazarı Devora Zack. "Hem iş hayatımızda hem özel hayatımızda bu durum yaygın."
Dikkat dağıtan etkenleri ortadan kaldırma ve daha fazla iş yapmanın yolları:
- Odaklanmayı sağlayacak bir ortam yaratın. Kapısını kapatabileceğiniz bir mekân bulun ve e-posta ve diğer mesaj uyarılarını kapatın.
- Toplantı karmaşasından kaçının. Telefon ve diğer cihazları ulaşamayacağınız bir yerde bırakın.
- Toplantıya sadece kalem, kağıt ve gündem tutanaklarıyla girin.
- Zaman alan ve dikkat dağıtan işleri kümeleyin.
- E-postaları ve sesli mesajları kontrol edip cevaplamak için belli bir saat ayırın ki gün boyunca dikkatinizi dağıtmasın.
- İnsanlar size hangi saatlerde ulaşabileceğini bilsin. Kesintiye uğratılmak istemediğiniz zamanları da açıklayın.

ALS hastaları nefessiz kalmayacak!

ALS hastaları için düzenlenen “Yaşatmak İçin Adım At” projesi hayata geçti. Proje kapsamında ALS hastaları için jeneratör ve hasta taşıma lifti alın

ALS-MNH Derneği, 38. İstanbul Maratonuyla başlattıkları “Yaşatmak İçin Adım At” projesini tamamladı. Yaklaşık iki ay süren kampanya ile ALS hastaları için jeneratör ve hasta taşıma lifti alındı. Cihazların teslim töreni, kampanyanın her aşamasında destek ve emeklerini esirgemeyen koşucu ve destekçilerle birlikte gerçekleştirildi.
ALS Derneği Başkanı İsmail Göçek, hastaların ilerleyen safalarda solunum cihazlarına bağlandığını ve elektrik kesintilerinin ALS hastaları için ölümcül olabildiğini hatırlattı. Göçek, “Yaşamak İçin Bir Adım At” projesi kapsamında kendilerine destek veren 215 koşucu ve 639 bağışçı ile 53 bin TL’lik bağış topladıklarını söyledi. Bağışlarla, 20 jeneratör ve 10 taşıma lifti alındığını belirtti. Göçek, kampanyaya ve kendilerine destek veren herkese teşekkür etti.

ALS MNH Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Nilüfer Şeftalicioğlu, hastaların yaşam kalitesini arttırmak için çalıştıklarını, hedeflerinin bir bakım merkezi kurmak olduğunu söyledi. Şeftalicioğlu derneklerinin, anne-babası ALS hastası olan çocuklara burs verdiğini de belirtti.
Törende, Çekmece Kamu Hastaneleri Birliği; İstanbul Fizik, Tedavi, Rehabilitasyon Eğitim Araştırma Hastanesi; İstanbul Sağlık Bilimleri Üniversitesi; Kanuni Sultan Süleyman Eğitim Araştırma Hastanesi; Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu (AHEF), Bağcılar Belediyesi; Kemerburgaz Üniversitesi; Küçükçekmece Rehberlik ve Araştırma Merkezi; Mehmet Akif Ersoy Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi; Gaziosmanpaşa Belediyesi; Başakşehir Devlet Hastanesi; Maltepe Beledeyisi; Kartal Belediyesi, Kadıköy Belediyesi ve Unilever temsilcilerine ALS Hastaları adına koştukları için teşekkür edilerek plaketleri ve madalyaları teslim edildi.
ALS Nedir?
Kaslarda erime ve güç kaybına neden olan ALS, Stephen Hawking hastalığı olarak da biliniyor. Birkaç yıl “Ice Bucket Challenge” adlı buz dökme kampanyasıyla hastalığın tüm dünyada bilinirliliği arttı. Hastalığın kökeninde, beyin sapı ve omurilikte bozulma yatıyor. Hastalık, bir süre sonra kaslarda erime ve güç kaybına neden oluyor. ALS hastaları tek başlarına hareket etmekte güçlük çekiyor, yatarak ya da tekerlekli sandalyede yaşamlarını sürdürüyorlar. Hastalığın ilerleyen aşamasında solunum kasları güçsüzleşiyor. Nefes alıp vermede güçlük çeken hastalar, aynı zamanda yeterli şekilde beslenemiyor. Solunum cihazlarına bağlı yaşayan hastalar için elektrik kesintileri hayati önem taşıyor.

18 Aralık 2016 Pazar

Panik atak nasıl tedavi edilir?

Panik atağın bir anda ortaya çıkan, kişide hayati tehlike duygusu oluşturan bir durum olduğunu belirten Psikoterapist Üney, çeşitli yöntemlerin kullanıldığı panik atak tedavisinde %70 başarı sağlandığını söyledi.

Sadece panik ataklarla devam eden hastalığa panik bozukluk deniyor. Panik bozuklukta; iyi hissedilen zamanlarda, tekrar panik atak gelecek korkusu yoğun olarak yaşanıyor.
Bu durumdaki kişiler için panik atakların hayatın önemli bir parçası olduğunu belirten Psikoterapist Yrd. Doç. Dr. Rıdvan Üney, panik atak esnasında kişinin yaşadığı sorunları şöyle aktarıyor:
"Şiddetli kalp çarpıntısı, nefes almada güçlük, boğulma hissi, terleme, titreme, uyuşma, nefesinden kesilme hissi yaşar. Bunun dışında delirme korkusu, kontrolünü yitirme duygusu meydana gelir. Bayılma hissi, etrafın yabancılaşması ve kendine yabancılaşma olabilir. Bunlar kişiyi dehşete düşürür, çaresiz bırakır. Tedavi için kişi, birçok defa acil servise başvurur. En son olarak psikiyatriste gelir. Hastalar için en zor olan, ilaçları kullanma kısmıdır. İlaçların da panik atak oluşturma ihtimalini düşünerek, ilaç kullanmak istemezler.”
PANİK ATAK TEDAVİSİNDE ETKİLİ OLAN 6 YAKLAŞIM
Panik bozukluk tedavisinde yüzde 70 oranında başarılar sağlandığını dile getiren Üney, tedavi yöntemleri hakkında şunları söyledi:
İlaç Tedavisi: Bir kısım panik bozukluk hastası için ilaç kullanmak zorunludur. İlaçlarla ilgili, birçok yanlış bilgi vardır. Hepsinin bağımlılık yaratacağı düşünülür. Oysaki az bir kısım ilaçta bağımlılık riski vardır. İlaçların panik atakları artırma riski yoktur. Sadece ilaçların etkisi 2-3 haftadan erken başlamadığı için; bu dönemde kişi, gene panik ataklar yaşayabilmektedirler.
Psikoterapi: Panik bozukluk hastalarında uygulanan psikoterapi (konuşma tedavisi) oldukça faydalı olabilmektedir. Bir kısım psikoterapilerde, psikoterapist hastaya ödevler verebilir.
Nefes egzersizleri: Panik ataklar esnasında nefes egzersizleri oldukça etkindir. Ancak daha önce hiçbir egzersiz yapmamış, sadece atak esnasında yaparsa çoğunlukla başarısız olur. Bu nedenle atak dışında da egzersiz yapılmalıdır. Nefes egzersizinde kişi derin nefes alıp içinde 5 saniye tutup tüm nefesini boşaltır. Nefes burundan alınıp ağızdan verilir. En az 10 kez yapılır.
Bilgilenmek: Kişiye panik atağın ne olduğu öğretilir. Bu atakların ona zarar vermeyeceği, ölmeyeceği, çıldırmayacağı ya da kontrolü kaybetmeyeceği anlatılır. Bunun yanında; tedavinin başlarında, her şeye rağmen panik ataklar gelebileceği konusunda bilgi verilir.
Alkol ve uyuşturucu maddelerden uzak durmak: Bir kısım hastanın panik atağı, uyuşturucu kullanırken oluşmakta ya da artmaktadır. Bu nedenle uyuşturucu kullanmak panik atakları artırır. Alkol kullanımı sonrasında; özellikle bir gün sonra, kişide panik atak oluşabilir.
Fiziksel egzersiz: Haftada 5 gün, en az 30 dakika orta şiddette egzersiz (koşma, bisiklete binme, yüzme) faydalı olmaktadır. Orta şiddette egzersiz; nabzın 120’nin üzerine çıkması gereken egzersizlerdir. En az 10 hafta, bu egzersiz yapılmalıdır. (ntvmsnc)

17 Aralık 2016 Cumartesi

İnsan ömrü %30 uzayacak

ABD'de geliştirilen yeni bir tedavi yöntemi, insan ömrünü ortalama 108 yaşına kadar uzatmayı hedefliyor. Uzmanlar, yeni tedavi yönteminin genç görünmeyi sağladığını belirtirken, kardiyovasküler ve diğer organ fonksiyonları üzerinde pozitif etkisi olduğunu vurguladı.

ABD'de yer alan Salk Biyolojik Araştırmalar Enstitüsü tarafından geliştirilen yeni tedavi yöntemi, insan ömrünü %30 oranında artırabiliyor. Bilim insanları tarafından geliştirilen yeni hücre tedavisi; hücrelerin yaşlanma sürecini yeniden programlayarak sona erdirmeyi hedefliyor.

Bugüne kadar yalnızca fareler üzerinde denenen yeni tedavi yönteminin sonuçları, bilim insanlarını oldukça heyecanlandırdı. Yapılan denemeler sonunda, farelerin daha genç göründükleri, kalp işlevlerinin daha sağlıklı hale geldiği ve %30 daha uzun yaşadıkları tespit edildi.

Türkiye'de yaşam süresi 78

Eğer denemeler sonuç verirse, insan ömrünün ortalama 108 yaşına kadar uzaması hedefleniyor. Yaşam süresi, İngiltere'de 81 olan yaşam süresi Türkiye ve ABD'de 78'de kalıyor.

Uzmanlar, yeni tedavi yönteminin kardiyovasküler ve diğer organ fonksiyonları üzerinde pozitif etkisi olduğunu belirtirken, kanserle ilgili henüz böyle bir sonuca ulaşamadıklarını açıkladı. Şu an üzerinde incelemelerin sürdüğü tedavi yönteminin 10 yıl içerisinde uygulamaya alınması hedefleniyor.

Nurofen'e 4,4 milyon dolar para cezası!

Federal mahkeme, ağrı kesici ibuprofen içeren Nurofen'in üreticisi Reckitt Benckiser'e, tüketicileri yanılttığı gerekçesiyle verdiği para cezasını artırdı

Avustralya'da federal mahkeme, ağrı kesici ibuprofen içeren Nurofen'in üreticisi Reckitt Benckiser'e, tüketicileri yanılttığı gerekçesiyle verdiği para cezasını artırdı.
Avustralya Rekabet ve Tüketici Komisyonu (ACCC), federal mahkemenin Reckitt Benckiser firmasına tüketicileri yanılttığı gerekçesiyle nisan ayında verdiği 1,25 milyon dolarlık cezayı 4.4 milyon dolara yükselttiğini duyurdu.
ACCC Yönetim Kurulu Başkanı Rod Sims, konuyla ilgili olarak, "Bu, Avustralya Tüketici Kanunu uyarınca yanıltıcı davranışlar nedeniyle verilen en yüksek kurumsal ceza" açıklamasını yaptı.

Federal mahkeme ACCC'in Nurofen bel ağrısı, Nurofen migren ağrısı, Nurofen baş ağrısı ve Nurofen adet ağrısı gibi ağrı kesici hapların, aslında birbirinden farklı olmadığını ileri sürerek açtığı davayı 28 Nisan 2016’da karara bağlamış ve üretici firma Reckitt Benckiser'i 1,25 milyon dolar para cezasına çarptırmıştı.
Cezayı yetersiz bulan ACCC'in itirazı üzerine dava yeniden görülmüştü.

İngiltere'de 3 ebeveynden bebeğe onay

İngiltere'de bağımsız olarak faaliyet gösteren ve doğumla ilgili yönetmelikleri belirleyen komisyon, "iki anne ve bir babadan olacak" tüp bebekleri onayladı.

İngiltere'de 3 ebeveynden dünyaya gelecek tüp bebeklere onay verdi. Tarihi olduğu kadar tartışma da yaratan bu kararla, bebeklerin, ölümcül genetik hastalıklarla doğmasının önüne geçilmesi amaçlanıyor. Uzun süredir konu ile ilgili klinik çalışmalar yürüten Newcastle'daki tüp bebek uzmanı bir grup doktor, onaylanan prosedürü uygulamak için başvurdu.

BBC Türkçe'nin haberine göre; "3 ebeveyinli" ilk çocuğun 2017 sonunda doğması bekleniyor. Tedavi edilemez mitokondriyal hastalıklar nedeniyle birden fazla bebeklerini kaybeden aileler bu tarihi adımın merkezinde bulunuyor.

Bu tür vakalarda hastalık yalnızca anne aracılığı ile geçiyor ve geliştirilen teknik de burada devreye giriyor. Bir vericiden alınacak yumurta, annenin yumurtası ve babanın spermi ile toplam 3 kişiden sağlıklı bir bebek oluşturuluyor.

Geliştirilen bu teknikle, donörden sağlıklı mitokondrinin alınması amaçlanıyor. Annenin hastalık taşıyan mitokondrileri, vericiden alınan sağlıklı mitokondrilerle değiştiriliyor. Ancak mitokondrilerin kendi DNA'sı bulunuyor.

Dolayısıyla, bu birleşim sonucu ortaya çıkan çocukta, öz anne ve babasının yanında eser miktarda da donör DNA'sı bulunuyor. Tartışmalı tekniği onaylayan, Human Fertilisation and Embryology Authority (HFEA) isimli bağımsız kuruluşun başı olan Sally Cheshire, "tarihi öneme sahip bir karar" açıklamasını yaptı.

Ancak tekniğin etik yanını sorgulayan bilim insanları, bu adımın, genetik olarak geliştirilmiş "tasarım" bebeklerin kapısını açabileceği eleştirisini yapıyor.

HFEA ise bu tekniği uygulamak isteyen her kliniğe, "vakaya göre" onay vereceğini açıkladı.
İznin, ancak, bebeğin mitokondriyal hastalık geliştirme ihtimalinin çok yüksek olması durumunda onaylanacağı ifade ediliyor. cnntürk

Parfümdeki gizli tehlike

Tıp dilinde endokrin bozucular olarak adlandırılan fitalat maddesi, parfümden içecek kutularına kadar birçok yerde karşımıza çıkıyor. Peki bu endokrin bozucular vücudumuza ne yapıyor? 

Günlük hayatımızda çokça kullandığımız parfüm, içecek kutuları, ayakkabılar ve deterjanlar gibi pek çok üründe sağlığımızı tehdit eden ortak bir madde var: Fitalat Op. Dr. Seval Taşdemir,  “Tıp dilinde 'endokrin bozucular' olarak adlandırılan Fitalat maddesi kısırlığı tetikliyor, doğurganlığı olumsuz etkiliyor.” dedi.

Ferti-Jin Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, fitalatların kısırlığa neden yol açtığı hakkında bilgi verdi: “Fitalatlar, polivinil klorür (PVC) yapımında plastiklerin esnekleştirilmesinde kullanılmaktadır. Dünyada 75 yıldır kullanılıyor olmasına rağmen, son yıllarda insan sağlığına olan olumsuz etkileri tartışılmaktadır. Sanayide birçok alanda kullanılan fitalat maddesi oyuncaklarda, kozmetik ürünlerinde, tıbbi cihazlarda, alışveriş torbalarında, eldivenlerde, ayakkabı malzemesinde, inşaat malzemelerinde, kablo ve çatı izolasyonunda, alüminyum folyolarda, deterjanlarda ve kırtasiye ürünlerinde yaygınca kullanılmaktadır. Bu sebeple insanlara bulaşması solunum, ağız yolu ya da cilt teması ile olabilir. Fitalatlar; endokrin sistemi bozarak, kısırlığın artmasına ve doğurganlığın azalmasına sebep oluyor.”

GELİŞEN BLASTOSİSTLERİN KALİTESİNİ BOZUYOR

Ferti-Jin Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, yurt dışında bu konuda yapılmış bir çalışmayı da paylaştı: “Amerika'daki Massachusetts Üniversitesi'nde yapılan bir çalışmada gıdalarda ve hijyen ürünlerinde bulunan kimyasal maddelerden fitalatın gelecekte baba olacak kişiler üzerindeki etkisi değerlendirilmek üzere 50 çift takip edilmiş. Tüp bebek tedavisi altındaki 50 çiftin sperm ve yumurtalarında ve aynı gün idrarlarında bu maddelerin varlığı tespit edilmiş. Toplanan 761 yumurtadan 5. veya 6. günde gelişen blastosistlerin kalitesinde de belirgin bir azalma olduğu gözlenmiştir.”

ERKEKLERDE ÜREME YETENEĞİ AZALIYOR

Ferti-Jin Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, “Bu çalışmada çevresel faktörlerin üreme sisteminin sağlıklı çalışmasını nasıl olumsuz etkileyebileceği ortaya konmuştur. Yapılabilecek farklı analizler ile normal hayatta maruz kaldığımız birçok masum gibi görünen kimyasalın, aslında insan üreme sağlığını nasıl olumsuz etkileyebileceği de böylelikle ortaya konulabilecektir. Endokrin bozucular, vücuda alındıklarında hormonları taklit ederek veya engelleyerek vücudun normal işleyişini bozan sentetik veya doğal kimyasal maddelerdir. Üreme ve gelişimsel süreçlerin dengesi için gerekli hormonların sentez, salgı, taşınma ve atılımını etkileyen ajanlardır. Bu ajanlar küçük, genellikle fenol yapısında dokulardaki estrojen reseptörlerine bağlanan, immünojenik olmayan maddelerdir. Fitalatlar vücutta estrojen reseptörlerine bağlandığı için erkeklerde üreme yeteneğinin azalmasına, meme bezinin büyümesi nedeniyle fiziksel açıdan karşı cinse benzeme gibi birtakım etkilere neden olabilen bir maddedir. Ayrıca dikkat eksikliği, astım ve kanserlere yol açabilir” diyerek durumun önemini bir kez daha vurguladı. Sözcü