Kolda, bacakta, yüzde şişlikler oluyor ve tanısı çok zor koyulabiliyor. Bu hastalığa ve belirtilerine dikkat!
Ege Üniversitesi (EÜ) Tıp Fakültesi Başhekim Yardımcısı, Alerji ve İmmünoloji Uzmanı Prof. Dr. Okan Gülbahar, "hereditör anjioödem"in (HA) nadir rastlanan kalıtsal hastalık olduğunu belirterek, "Yakın zaman önce yapılan çalışmada hastaların tanı almadan önce bu yakınmaları için ortalama 5 farklı hekimi ziyaret ettikleri saptandı. Tanı almamış HA hastalarında ölüm riski, tanı almış hastalardan 30 kat daha yüksektir" dedi.
Türkiye Ulusal Alerji ve Klinik İmmünoloji Derneği Herediter Anjioödem Çalışma Grubu Kurucu Başkanı Gülbahar, HA'nın sıklıkla kol, bacak, yüz, ağız, bağırsak, cinsel organ ve üst hava yollarında şişliklerle ortaya çıktığını söyledi.
KARIN AĞRISINA NEDEN OLABİLİYOR
Bağırsak duvarındaki şişliklerin çok şiddetli karın ağrısına neden olduğunu, bu nedenle tanı almamış hastaların gereksiz yere ameliyat edilebildiğine dikkati çeken Gülbahar, "Hereditör anjioödem', nadir rastlanılan kalıtsal bir hastalıktır. Üst hava yollarındaki şişlik özellikle 'larinks ödemi' ise ölüme yol açabilir. Tanı almamış hastaların dörtte biri de larinks ödemi nedeniyle hayatlarını kaybetme riskiyle karşı karşıya" ifadesini kullandı.
Dünyadaki her 10 bin ila 50 bin kişiden birinin bu hastalığa yakalandığını, Türkiye'de en az bin 500 HA hastası bulunduğunu düşündüklerini anlatan Gülbahar, teşhis konulmuş hasta sayısının 420 civarında olduğu bilgisini paylaştı.
Türkiye'deki hastaların büyük çoğunluğunun teşhis konulmasını beklediğine işaret eden Gülbahar, anjioödem ataklarının alerjik hastalıklarla ya da "Ailevi Akdeniz Ateşi" ile karıştırıldığını dile getirdi.
"EN AZ 5 DOKTOR GEZİYORLAR"
"1970'lerin sonunda ABD'de şikayetlerin başlamasıyla tanının konulması arasında geçen süre 22 yıldı" diyen Gülbahar, şunları kaydetti:
"Avrupa'da bu süre hala ortalama 8,5 yıl. Yakın zaman önce yapılan bir çalışmada hastaların tanı almadan önce bu yakınmaları için ortalama 5 farklı hekimi ziyaret ettikleri saptandı. Ülkemizde ise tanı, klinik tablo ortaya çıktıktan ortalama 26 yıl sonra konabilmektedir. Bu durumun önde gelen nedeni hastalığın oldukça nadir görülmesi olabilir. Pek çok hekim, kariyeri boyunca hiçbir HA hastası görmeyebilir. Bu konunun diğer sebebi, pek çok tıp fakültesinde hastalığın anlatılmıyor olması."
GEREKSİZ AMELİYATLAR YAPILIYOR
Hastalığın önde gelen belirtilerinin el, kol, yüz ve genital bölgede tekrarlayan şişlikler olduğunu, atakların geçici işlev kaybına yol açabildiğini, karın ağrısı, bulantı ve kusmanın da belirtilere eşlik edebileceğini belirten Gülbahar, ataklara sıklıkla gereksiz ameliyatlarla müdahalede bulunulduğunu kaydetti.
TEŞHİS KOYULMAYAN HASTALARIN BİR KISMI AMELİYAT EDİLMİŞ OLUYOR
Teşhis konulmamış hastaların üçte birinin gereksiz ameliyat edildiğini belirlediklerini vurgulayan Gülbahar, "Atakların yüzde 1'inden azına solunum yolundaki şişlik eşlik edebilir. HA'lı hastaların en az yarısı, hayatlarında bir defa bu şekilde atak yaşayabilir. HA'de en korkulan atak şekli budur çünkü henüz tanı almamış hastaların yüzde 25 veya 30'u bu atak sırasında hayatını kaybedebilmektedir. Tanı almamış HA hastalarında ölüm riski, tanı almış hastalardan 30 kat daha yüksektir" bilgisini paylaştı.
HA belirtilerinin sıklıkla çocukluk çağlarında başladığına dikkati çeken Gülbahar, ergenlikle atak sıklığı ve şiddetinin arttığını, bir kez başladıktan sonra ömür boyu sürdüğünü aktardı.
Hastaların genellikle çocukluklarından beri HA ile mücadele ettikleri için özellikle el-kol gibi deri bölgesini etkileyen rahatsızlıklarda doktora başvurmama eğiliminde olduklarını anlatan Gülbahar, "Karın ağrısı ve solunum yolu atakları oldukça ciddidir ve hastane ortamında tedaviyi gerektirir" dedi.
16 MAYIS DÜNYA HA GÜNÜ
Türkiye Ulusal Alerji ve Klinik İmmünoloji Derneği Herediter Anjioödem Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Nihal Mete Gökmen de 16 Mayıs'ın dünyada "HA Günü" olarak kutlandığını söyledi.
sağlık bakanlığı ve Türkiye Ulusal Alerji ve Klinik İmmünoloji Derneği iş birliğiyle "Gezici Herediter Anjioödem Okulu Projesi"ni hayata geçirdiklerini belirten Gökmen, 15 Mayıs'ta gezici okulun Şanlıurfa'ya gideceğini, ikinci durağının da Gaziantep olacağını dile getirdi. Gökmen, il il gezerek hastalığı hekimlere anlatacaklarını sözlerine ekledi.
28 Nisan 2015 Salı
27 Nisan 2015 Pazartesi
Bebeğine kıyamayınca...
Merve öğretmenin bir karar vermesi gerekiyordu. Gebeliği riskli ilerliyordu ve bebeğinin böbreğinde sorun bulundu. 'Gebeliği sonlandıralım, zaten ölecek' önerisini ise kabul etmedi ve çok riskli bir ameliyatı göze aldı. Ameliyat başarılı oldu, ailenin ve doktorların yüzü güldü.
Konya'da yaşayan ve öğretmen olan Merve Selamoğlu, karnındaki bebeğin böbreklerinde sorun bulunması nedeniyle yapılan "Gebeliği sonlandıralım, zaten ölecek" önerisini kabul etmedi. Bebek 17 haftalık ve 250 gramken, nadir yapılan bir ameliyatla yaşatıldı.
Bir yıl önce evlenen öğretmen Merve (25) ile Serdar Selamoğlu (25) çifti, bebekleri olacağını öğrendiklerinde büyük mutluluk yaşadı. Ancak çiftin bu mutluluğu, bebeklerinin böbreklerinde sıkıntı olduğu haberiyle yarım kaldı. Çifte, bebeğin idrar torbasının şişmesi, böbreklerinde genişleme görülmesi ve etrafındaki suyun azalması nedeniyle "Gebeliği sonlandıralım, zaten ölecek" önerisinde bulunuldu. Merve öğretmen, eşinin de desteğiyle bu öneriyi kabul etmedi.
Yaptıkları araştırmada, bu tür bebeklere anne karnında müdahale edilebildiğini öğrenen çift, vakit kaybetmeden Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Acar'a başvurdu. Acar ve ekibinin gerçekleştirdiği operasyonla, 17 haftalık ve 250 gram ağırlığındaki bebek, idrar torbası ile sıvı etrafındaki bölgeye yerleştirilen şantla böbrekleri rahatlatılarak yaşatıldı.
"İNŞALLAH MEYVESİ GÜZEL OLACAK"
Merve Selamoğlu, bebeklerinin böbreklerindeki sıkıntıyı öğrendikleri günden bu yana çok zor günler yaşadıklarını söyledi. Gebeliğin sonlandırılması fikrine ilk günden bu yana hiç sıcak bakmadığını belirten Selamoğlu, bu nedenle tedavi yöntemini seçtiğini dile getirdi.
Psikolojik anlamda yıpransalar da ümitlerini hiç kaybetmediklerini vurgulayan Selamoğlu, "İnşallah meyvesi güzel olacak. Bebeğimizi kurtarmak adına bir şeyler yaptık. Vicdanımız rahat. Sonuç inşallah iyi olur. Evladımızı kucağımıza alacağımız günü sabırsızlıkla bekliyoruz" diye konuştu.
Selamoğlu, zorlu günleri eşinin desteğiyle atlatmaya çalıştığını bildirdi.
"NADİR YAPILAN BİR AMELİYAT"
Prof. Dr. Acar, genellikle böbrek rahatsızlığı bulunan bebeklerde, gebeliğin sonlandırıldığını aktardı.
Bu bebeklerin ya anne karnında ya da doğduktan sonra böbrek yetmezliğinden öldüğünü anlatan Acar, şöyle devam etti:
"Anne, gebeliğin devam etmesini istiyordu. Biz de 17 haftalık olan 250 gramlık bebeğin, böbreğine yerleştirdiğimiz şantla yaşamasını sağladık. Şantın bir ucu çocuğun idrar torbasında kalacak şekilde, diğer ucu da karnın dışında, rahmin etrafındaki boşluğa yerleştirdik. Bu sayede böbrekte idrar birikmeden anne karnındaki sıvıyı oluşturmuş olduk. Çocuğun yaşamasını sağlayan bu sıvı oldukça önemli. Gebelik şu an iyi gidiyor. İşlemi yapmamış olsaydık 4,5 aylık bebeği kaybedecektik."
Acar, bu bebeklere müdahale edildiğinde dahi yaşama şansının yaklaşık yüzde 50 olduğunu kaydetti.
(hürriyet.com.tr)
Konya'da yaşayan ve öğretmen olan Merve Selamoğlu, karnındaki bebeğin böbreklerinde sorun bulunması nedeniyle yapılan "Gebeliği sonlandıralım, zaten ölecek" önerisini kabul etmedi. Bebek 17 haftalık ve 250 gramken, nadir yapılan bir ameliyatla yaşatıldı.
Bir yıl önce evlenen öğretmen Merve (25) ile Serdar Selamoğlu (25) çifti, bebekleri olacağını öğrendiklerinde büyük mutluluk yaşadı. Ancak çiftin bu mutluluğu, bebeklerinin böbreklerinde sıkıntı olduğu haberiyle yarım kaldı. Çifte, bebeğin idrar torbasının şişmesi, böbreklerinde genişleme görülmesi ve etrafındaki suyun azalması nedeniyle "Gebeliği sonlandıralım, zaten ölecek" önerisinde bulunuldu. Merve öğretmen, eşinin de desteğiyle bu öneriyi kabul etmedi.
Yaptıkları araştırmada, bu tür bebeklere anne karnında müdahale edilebildiğini öğrenen çift, vakit kaybetmeden Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Acar'a başvurdu. Acar ve ekibinin gerçekleştirdiği operasyonla, 17 haftalık ve 250 gram ağırlığındaki bebek, idrar torbası ile sıvı etrafındaki bölgeye yerleştirilen şantla böbrekleri rahatlatılarak yaşatıldı.
"İNŞALLAH MEYVESİ GÜZEL OLACAK"
Merve Selamoğlu, bebeklerinin böbreklerindeki sıkıntıyı öğrendikleri günden bu yana çok zor günler yaşadıklarını söyledi. Gebeliğin sonlandırılması fikrine ilk günden bu yana hiç sıcak bakmadığını belirten Selamoğlu, bu nedenle tedavi yöntemini seçtiğini dile getirdi.
Psikolojik anlamda yıpransalar da ümitlerini hiç kaybetmediklerini vurgulayan Selamoğlu, "İnşallah meyvesi güzel olacak. Bebeğimizi kurtarmak adına bir şeyler yaptık. Vicdanımız rahat. Sonuç inşallah iyi olur. Evladımızı kucağımıza alacağımız günü sabırsızlıkla bekliyoruz" diye konuştu.
Selamoğlu, zorlu günleri eşinin desteğiyle atlatmaya çalıştığını bildirdi.
"NADİR YAPILAN BİR AMELİYAT"
Prof. Dr. Acar, genellikle böbrek rahatsızlığı bulunan bebeklerde, gebeliğin sonlandırıldığını aktardı.
Bu bebeklerin ya anne karnında ya da doğduktan sonra böbrek yetmezliğinden öldüğünü anlatan Acar, şöyle devam etti:
"Anne, gebeliğin devam etmesini istiyordu. Biz de 17 haftalık olan 250 gramlık bebeğin, böbreğine yerleştirdiğimiz şantla yaşamasını sağladık. Şantın bir ucu çocuğun idrar torbasında kalacak şekilde, diğer ucu da karnın dışında, rahmin etrafındaki boşluğa yerleştirdik. Bu sayede böbrekte idrar birikmeden anne karnındaki sıvıyı oluşturmuş olduk. Çocuğun yaşamasını sağlayan bu sıvı oldukça önemli. Gebelik şu an iyi gidiyor. İşlemi yapmamış olsaydık 4,5 aylık bebeği kaybedecektik."
Acar, bu bebeklere müdahale edildiğinde dahi yaşama şansının yaklaşık yüzde 50 olduğunu kaydetti.
(hürriyet.com.tr)
"Evde doğum çok tehlikeli"
Özgü Namal'ın evde 'hipnozla doğum' yapması üzerine herkes bu yöntemi merak etmeye başladı. Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Tıp Fakültesi Perinatoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Selçuk Özden, hipnozla doğumun alternatif yöntem gibi sunulmasının yanlış olduğunu belirterek, "Hipnoz, ağrısız doğum gibi algılanmamalı yani hipnozla ameliyat yapılmaz, cerrahi kesinin ağrısı giderilemez, böyle bir şey yok. Bunlar güncel tıp bilimine uygun değil" dedi.
"EVDE DOĞUM ÇOK TEHLİKELİ"
Özden, evde doğumun hem anne hem de bebek için çok tehlikeli olduğunu, kesinlikle yapılmaması gerektiğini söyledi.
Doğumun hastane ortamında yapılmasının en sağlıklı yöntem olduğunu vurgulayan Özden, "Sağlıklı doğum için kan desteği, yardımcı personel ve steril ortam lazım. Evde bu koşulları sağlamak kolay değil. Doğum sırasında hasta litrelerce kan kaybedip, şoka girebilir. Ölümüne kadar giden sonuca ulaşabilir. Bu tür vakalara ev koşullarında müdahale edebilmek, hastaneye yetiştirmek mümkün dahi olmaz" diye konuştu.
"EVDE DOĞUM ÖZENDİRİLMEMELİ"
Özden, anne ve bebek açısından hastane ortamında yapılmayan doğumun özendirilmemesi gerektiğine işaret etti.
"BEBEK VE ANNE ÖLÜMLERİ GELİŞMİŞLİK SEVİYESİNİ GÖSTERİR"
"Bebek veya anne ölümleri bir ülkenin gelişmişlik seviyesini gösterir" diyen Özden, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Evde doğum insanlara özendirilirse ve önlenebilir nedenlere bağlı ölümler olursa bu, hepimizi üzer. Hipnoz, ağrısız doğum gibi algılanmamalı yani hipnozla ameliyat yapılmaz, cerrahi kesinin ağrısı giderilemez, böyle bir şey yok. Bunlar güncel tıp bilimine uygun değil. Bunu iddia edenler var ama ağrı kontrolünü anestezi uzmanları yapar. Bu nedenle hipnozla doğumun alternatif olarak sunulması doğru değil. Hastanın yanında refakatçinin olması, sağlık personelinin telkinde bulunması hastayı rahatlatır, ağrı hissini azaltır ve paniğini geçirir."
Özden, Türkiye'de anne ölümlerinin önlenmesi konusunda dünya standartlarının yakalandığını, ölümleri arttıracak yöntemlere yönelinmemesi gerektiği uyarısında bulundu.
Özgü Namal ve oğlu Nefes
"HİPNOZUN TIBBİ ALTYAPISI YOK"
SAÜ Tıp Fakültesi Anesteziyoloji Reanimasyon Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali Fuat Erdem de hipnozun tıbbi altyapısının bulunmadığını ve bu yöntemle doğuma olumlu bakmadığını dile getirdi.
Bazı ünlülerin evinde hipnozla doğum yaptığına işaret eden Erdem, "İnsanlar, ağrıdan çekiniyorlarsa pozitif tıbbın öngördüğü doğumları tercih etsin. Hipnoz yerine pozitif bilimin önem verdiği anesteziyi bölgesel veya genel şekilde uygulamanın daha doğru olduğuna inanıyorum. Doğum anı ağrılı bir süreç. Ağrısız doğum yöntemlerimiz var. Anestezistler, ağrısız doğum yaptırıyor" ifadesini kullandı.
(hürriyet.com.tr)
"EVDE DOĞUM ÇOK TEHLİKELİ"
Özden, evde doğumun hem anne hem de bebek için çok tehlikeli olduğunu, kesinlikle yapılmaması gerektiğini söyledi.
Doğumun hastane ortamında yapılmasının en sağlıklı yöntem olduğunu vurgulayan Özden, "Sağlıklı doğum için kan desteği, yardımcı personel ve steril ortam lazım. Evde bu koşulları sağlamak kolay değil. Doğum sırasında hasta litrelerce kan kaybedip, şoka girebilir. Ölümüne kadar giden sonuca ulaşabilir. Bu tür vakalara ev koşullarında müdahale edebilmek, hastaneye yetiştirmek mümkün dahi olmaz" diye konuştu.
"EVDE DOĞUM ÖZENDİRİLMEMELİ"
Özden, anne ve bebek açısından hastane ortamında yapılmayan doğumun özendirilmemesi gerektiğine işaret etti.
"BEBEK VE ANNE ÖLÜMLERİ GELİŞMİŞLİK SEVİYESİNİ GÖSTERİR"
"Bebek veya anne ölümleri bir ülkenin gelişmişlik seviyesini gösterir" diyen Özden, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Evde doğum insanlara özendirilirse ve önlenebilir nedenlere bağlı ölümler olursa bu, hepimizi üzer. Hipnoz, ağrısız doğum gibi algılanmamalı yani hipnozla ameliyat yapılmaz, cerrahi kesinin ağrısı giderilemez, böyle bir şey yok. Bunlar güncel tıp bilimine uygun değil. Bunu iddia edenler var ama ağrı kontrolünü anestezi uzmanları yapar. Bu nedenle hipnozla doğumun alternatif olarak sunulması doğru değil. Hastanın yanında refakatçinin olması, sağlık personelinin telkinde bulunması hastayı rahatlatır, ağrı hissini azaltır ve paniğini geçirir."
Özden, Türkiye'de anne ölümlerinin önlenmesi konusunda dünya standartlarının yakalandığını, ölümleri arttıracak yöntemlere yönelinmemesi gerektiği uyarısında bulundu.
Özgü Namal ve oğlu Nefes
"HİPNOZUN TIBBİ ALTYAPISI YOK"
SAÜ Tıp Fakültesi Anesteziyoloji Reanimasyon Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ali Fuat Erdem de hipnozun tıbbi altyapısının bulunmadığını ve bu yöntemle doğuma olumlu bakmadığını dile getirdi.
Bazı ünlülerin evinde hipnozla doğum yaptığına işaret eden Erdem, "İnsanlar, ağrıdan çekiniyorlarsa pozitif tıbbın öngördüğü doğumları tercih etsin. Hipnoz yerine pozitif bilimin önem verdiği anesteziyi bölgesel veya genel şekilde uygulamanın daha doğru olduğuna inanıyorum. Doğum anı ağrılı bir süreç. Ağrısız doğum yöntemlerimiz var. Anestezistler, ağrısız doğum yaptırıyor" ifadesini kullandı.
(hürriyet.com.tr)
Etiketler:
bebek,
doğum,
gebelik,
hamile,
normal doğum,
sağlık,
sağlık bakanlığı
24 Nisan 2015 Cuma
Evde doğum enfeksiyon riskini artırıyor
Uzmanlar, son günlerin yeni trendi 'Evde Doğum' modasının enfeksiyon riskini de beraberinde getirdiğini söyleyerek "ev güvenli değil" diyorlar.
Ünlü oyuncu Özgü Namal'ın geçtiğimiz hafta içinde oğlu Nefes'i hipnoz yöntemiyle evinde dünyaya getirmesiyle konu gündeme gelmiş, anne adayları kadar tıp dünyasında da bu doğum yöntemi tartışılır hale gelmişti.
Son yıllarda yurt dışında başlayan, ülkemizde de özellikle sosoyete arasında hızla yaygınlaşan evde doğum modasının temelinde "Ev-Sığınak-Güven" bilinçaltı kodlamasının yattığını vurgulayan uzmanlar, buna karşın güven ararken steril olmayan ev ortamlarında enfeksiyon riskinin de beraberinde geldiğinin altını çiziyorlar.
Helpa Akademi Kurucusu Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan da, doğumun altında güven duygusunun yattığını belirterek, steril ortamdan uzak kalmanın sakıncalarına da dikkat çekiyor. Ve ekliyor: "Evde doğum özellikle sosyete arasında hızla yayılıyor. Ancak hipnodoğum veya doğum koçundan yardım alarak hastanede güvenli ellerde doğum, en doğrusu" diyor.
Doğumlarda sezaryanın pek çok kişiyi ameliyat psikolojisine sokarak, doğumdan korktuğunu, sancı korkusunun sezaryene, ameliyat korkusunun evde doğuma yönlendirebildiğini vurgulayan Psikolog Gülşah Sam Orhan, buna karşın geçmişte ninelerimizin "Tarlada doğurur, sonra işine devam eder" mantığının günümüz şartlarında geçerli olmadığının da altını çiziyor.
Uzun süredir hipnodoğum ve doğum koçluğu hizmeti veren Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan, evde doğum modasının önümüzdeki günlerde çok sayıda kişi tarafından tercih edileceğini tahmin ettiklerini, bunun altında yatan en önemli sebeplerden birininde doğum yapacak olan annelerin genellikle ameliyat odalarını "Ölüm soğukluğu"na benzetmelerinden kaynaklandığını vurguluyor.
"Burada zihnimizin bizi korkulara itmesinin en büyük sebeplerinden biri "Anesteziden uyanamama" korkusudur. Kişiler anestezi altına girdiklerinde kontrollerini kaybedeceklerini ve bir daha uyanamayacaklarını düşünürler" diyen Orhan, ev ortamının bu tarzda düşünenlere daha güvenli geldiğini de söyleyerek; "Bu nedenle yurt dışında çok sayıda kadın bu güvenli ortamın bebek ve anne sağlığı açısından daha iyi olacağını düşünerek evde doğuma yöneliyor. Ancak hijyen olmadan doğum anında ölen kadınların hikayeleri azımsanmayacak kadar çok" diyor.
Bunların en büyük sorumlusunun doğumların işi ehli olmayan kişilerce yapılmasından dolayı doğum anında ve sonrasında annenin enfeksiyonlara açık hale geldiğini, hatta bazen bu enfeksiyonların hayatı tehdit edici noktalara ulaştığını vurgulayan Psikolog Gülşah Sam, doğumun sezaryen veya normal doğum olmasına bakılmaksızın hastanenin steril ortamında yapılması durumunda, bu tarz komplikasyonların engellenebileceğinin önemine değiniyor.
Hastanede korkusuz doğumun hipnodoğum ve doğum koçluğu olmak üzere iki yolu olduğunun vurgusunu da yapan Gülşah Sam, konuyla ilgili yaptığı açıklamasında: "Hipnodoğum kişinin bilinçaltı kodlamalarını silme tekniğiyle doğum korkusundan arınarak doğuma girmesidir. Bu teknik ameliyat korkusu olan bireylerde de rahatça kullanılır. Size güç ve motivasyon veren bir doğum koçunuzun olması ise her zaman kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Doğum koçunuz doğumda ve sonrasında emzirmeyi de kapsayan süreçte annenin yanında olacak ve kendisine yapması gerekenleri öğretecek. Böylece anne, doğum stresine girmeden rahat bir doğum geçirebilecek."
Ünlü oyuncu Özgü Namal'ın geçtiğimiz hafta içinde oğlu Nefes'i hipnoz yöntemiyle evinde dünyaya getirmesiyle konu gündeme gelmiş, anne adayları kadar tıp dünyasında da bu doğum yöntemi tartışılır hale gelmişti.
Son yıllarda yurt dışında başlayan, ülkemizde de özellikle sosoyete arasında hızla yaygınlaşan evde doğum modasının temelinde "Ev-Sığınak-Güven" bilinçaltı kodlamasının yattığını vurgulayan uzmanlar, buna karşın güven ararken steril olmayan ev ortamlarında enfeksiyon riskinin de beraberinde geldiğinin altını çiziyorlar.
Helpa Akademi Kurucusu Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan da, doğumun altında güven duygusunun yattığını belirterek, steril ortamdan uzak kalmanın sakıncalarına da dikkat çekiyor. Ve ekliyor: "Evde doğum özellikle sosyete arasında hızla yayılıyor. Ancak hipnodoğum veya doğum koçundan yardım alarak hastanede güvenli ellerde doğum, en doğrusu" diyor.
Doğumlarda sezaryanın pek çok kişiyi ameliyat psikolojisine sokarak, doğumdan korktuğunu, sancı korkusunun sezaryene, ameliyat korkusunun evde doğuma yönlendirebildiğini vurgulayan Psikolog Gülşah Sam Orhan, buna karşın geçmişte ninelerimizin "Tarlada doğurur, sonra işine devam eder" mantığının günümüz şartlarında geçerli olmadığının da altını çiziyor.
Uzun süredir hipnodoğum ve doğum koçluğu hizmeti veren Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan, evde doğum modasının önümüzdeki günlerde çok sayıda kişi tarafından tercih edileceğini tahmin ettiklerini, bunun altında yatan en önemli sebeplerden birininde doğum yapacak olan annelerin genellikle ameliyat odalarını "Ölüm soğukluğu"na benzetmelerinden kaynaklandığını vurguluyor.
"Burada zihnimizin bizi korkulara itmesinin en büyük sebeplerinden biri "Anesteziden uyanamama" korkusudur. Kişiler anestezi altına girdiklerinde kontrollerini kaybedeceklerini ve bir daha uyanamayacaklarını düşünürler" diyen Orhan, ev ortamının bu tarzda düşünenlere daha güvenli geldiğini de söyleyerek; "Bu nedenle yurt dışında çok sayıda kadın bu güvenli ortamın bebek ve anne sağlığı açısından daha iyi olacağını düşünerek evde doğuma yöneliyor. Ancak hijyen olmadan doğum anında ölen kadınların hikayeleri azımsanmayacak kadar çok" diyor.
Bunların en büyük sorumlusunun doğumların işi ehli olmayan kişilerce yapılmasından dolayı doğum anında ve sonrasında annenin enfeksiyonlara açık hale geldiğini, hatta bazen bu enfeksiyonların hayatı tehdit edici noktalara ulaştığını vurgulayan Psikolog Gülşah Sam, doğumun sezaryen veya normal doğum olmasına bakılmaksızın hastanenin steril ortamında yapılması durumunda, bu tarz komplikasyonların engellenebileceğinin önemine değiniyor.
Hastanede korkusuz doğumun hipnodoğum ve doğum koçluğu olmak üzere iki yolu olduğunun vurgusunu da yapan Gülşah Sam, konuyla ilgili yaptığı açıklamasında: "Hipnodoğum kişinin bilinçaltı kodlamalarını silme tekniğiyle doğum korkusundan arınarak doğuma girmesidir. Bu teknik ameliyat korkusu olan bireylerde de rahatça kullanılır. Size güç ve motivasyon veren bir doğum koçunuzun olması ise her zaman kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Doğum koçunuz doğumda ve sonrasında emzirmeyi de kapsayan süreçte annenin yanında olacak ve kendisine yapması gerekenleri öğretecek. Böylece anne, doğum stresine girmeden rahat bir doğum geçirebilecek."
milliyet.com.tr
Tüp bebek tedavisinde yeni yöntem
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Özörnek, vücudun bebeği daha kolay kabul etmesini sağlayan serumun tüp bebek tedavisinde başarıyı artırdığını söyledi.
Kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Hakan Özörnek, bağışıklık sistemini dengeleyerek vücudun bebeği daha kolay kabul etmesini sağlayan serumun tüp bebek tedavisinde başarıyı artırdığını söyledi.
Özörnek, düzenlediği basın toplantısında, tüp bebek tedavisinde uygulanan yeni yöntemlerle ilgili bilgi verdi.
Kadınların belirli bir yumurta rezervine sahip olmaları nedeniyle çocuk sahibi olma işini yaşları ilerlemeden halletmesi gerektiğinin altını çizen Özörnek, "Kadınlar eğitim, kariyer derken 40'lı yaşlarda ilk çocuklarını düşünmeye başlıyor. Bu artık sık karşılaşılan bir durum" dedi.
Özörnek, tedavide son yıllarda uygulanmaya başlanan "doğal tüp bebek" ile tek bir iğneyle yumurta toplandığını ve yan etkisinin bulunmadığını kaydederek, embriyoların dondurulmasında kullanılan yeni teknolojilerle de artık daha olumlu sonuçlar alındığını bildirdi.
Bu teknikle dondurulan yumurtaların yüzde 98'inin başarıyla kullanıldığını anlatan Özörnek, "Yeni tekniklerle artık donmuş embriyo ile donmamış arasında fark yok. Bu bir ilerleme. Dondurma işlemi elektrik de gerektirmiyor çünkü fıçılarda saklanıyor" bilgisini aktardı.
Gen teknolojisindeki gelişmelerle ilgili de bilgi aktaran Özörnek, "Artık embriyo hücresindeki tüm kromozomlara bakılabiliyor. Embriyo anne rahmine yerleştirilmeden genetik olarak tüm kromozomları inceleme şansımız var. Gebe kalınamayan durumlarda, tekrarlayan başarısızlıklarda ve ilerleyen yaşlarda bu genetik tanılardan yararlanılabiliyor" şeklinde konuştu.
İntralipid serumlar
Tüp bebek tedavisinde başarı şansını artıran "intralipid serum"la ilgili de bilgi veren Özörnek, gebelikte bağışıklık sisteminin büyük önem taşıdığını, tekrarlayan tüp bebek başarısızlıklarında bağışıklık sistemini güçlendiren serumların kullanılmaya başlandığını bildirdi.
Özörnek, "Bağışıklık sistemini dengeleyerek vücudun bebeği daha kolay kabul etmesini sağlayan serum tüp bebek tedavisinde başarıyı artırıyor" dedi.
(pembenar.com.tr)
Kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Hakan Özörnek, bağışıklık sistemini dengeleyerek vücudun bebeği daha kolay kabul etmesini sağlayan serumun tüp bebek tedavisinde başarıyı artırdığını söyledi.
Özörnek, düzenlediği basın toplantısında, tüp bebek tedavisinde uygulanan yeni yöntemlerle ilgili bilgi verdi.
Kadınların belirli bir yumurta rezervine sahip olmaları nedeniyle çocuk sahibi olma işini yaşları ilerlemeden halletmesi gerektiğinin altını çizen Özörnek, "Kadınlar eğitim, kariyer derken 40'lı yaşlarda ilk çocuklarını düşünmeye başlıyor. Bu artık sık karşılaşılan bir durum" dedi.
Özörnek, tedavide son yıllarda uygulanmaya başlanan "doğal tüp bebek" ile tek bir iğneyle yumurta toplandığını ve yan etkisinin bulunmadığını kaydederek, embriyoların dondurulmasında kullanılan yeni teknolojilerle de artık daha olumlu sonuçlar alındığını bildirdi.
Bu teknikle dondurulan yumurtaların yüzde 98'inin başarıyla kullanıldığını anlatan Özörnek, "Yeni tekniklerle artık donmuş embriyo ile donmamış arasında fark yok. Bu bir ilerleme. Dondurma işlemi elektrik de gerektirmiyor çünkü fıçılarda saklanıyor" bilgisini aktardı.
Gen teknolojisindeki gelişmelerle ilgili de bilgi aktaran Özörnek, "Artık embriyo hücresindeki tüm kromozomlara bakılabiliyor. Embriyo anne rahmine yerleştirilmeden genetik olarak tüm kromozomları inceleme şansımız var. Gebe kalınamayan durumlarda, tekrarlayan başarısızlıklarda ve ilerleyen yaşlarda bu genetik tanılardan yararlanılabiliyor" şeklinde konuştu.
İntralipid serumlar
Tüp bebek tedavisinde başarı şansını artıran "intralipid serum"la ilgili de bilgi veren Özörnek, gebelikte bağışıklık sisteminin büyük önem taşıdığını, tekrarlayan tüp bebek başarısızlıklarında bağışıklık sistemini güçlendiren serumların kullanılmaya başlandığını bildirdi.
Özörnek, "Bağışıklık sistemini dengeleyerek vücudun bebeği daha kolay kabul etmesini sağlayan serum tüp bebek tedavisinde başarıyı artırıyor" dedi.
(pembenar.com.tr)
Sütü kesilen anne bebeğini yeniden emzirebilir
"Relaktasyon" yöntemi ile sütü kesilen annelerin yeniden emzirebileceğini belirtildi.
Sağlık Bakanlığı anne sütü denetimcisi Öztürk, bebeğin süt kanallarını uyarması ile yeniden süt üretimine olanak sağlayan "Relaktasyon" yöntemi ile sütü kesilen annelerin yeniden emzirebileceğini belirtti.
Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları eğitim ve Araştırma Hastanesinde hemşire olarak görev yapan sağlık Bakanlığı anne sütü denetimcisi Seval Öztürk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, doğum sonrası anne ve bebek buluşmasının hemen olmasının ve tensel temasın önemine işaret etti.
Çabalara rağmen anne sütünün kesilebildiğini aktaran Öztürk, "Annenin çeşitli nedenlere bağlı yaşadığı stres de sütün kesilmesine neden olan etkenlerden biridir. Yeni doğum yapan annelerin en büyük korkularından biri de strese bağlı sütün kesilmesidir" dedi.
Öztürk, bu tür talihsizlikler yaşayan annelerin sütünün tekrar oluşturulmasının artık mümkün olduğunu, bunun için "Relaktasyon" adı verilen yönteme başvurulduğunu belirterek, şu bilgileri aktardı:
"Sütü kesilen annenin bebeğini yeniden emzirebilmesi mümkün. Ama bunun için uzmanların tavsiyesine harfiyen uyması, işbirliği yapması ve sabırlı davranması gerekiyor. Aslında yöntemle bebeği annenin göğsünü emmesi için kandırıyoruz. Silikon beslenme sondasını annesinin göğüs ucuna bağlıyoruz. Enjektörle üstten mama veriyoruz. Bebek sütün annesinin göğsünden geldiğini sanarak emmeye başlıyor. Böylece süt kanalları uyarılıyor ve yeniden süt üretimi başlıyor. Bunu 1 hafta süreyle bebeğin beslenmesi gereken her 3 saatte bir tekrarlıyoruz. 2-3 gün sonra damla damla, 3'üncü gün sonunda her iki göğüsten süt gelmeye başlıyor. Bir hafta, 10 gün içinde her şey normale dönüyor."
Bu yöntemle sütü kesildikten sonra bebeğini tekrar emzirmeye başlayan çok sayıda anne olduğunu kaydeden Öztürk, bu tür sorun yaşayan annelerin umutsuzluğa kapılmamaları gerektiğini vurguladı.
Sağlık Bakanlığı anne sütü denetimcisi Öztürk, bebeğin süt kanallarını uyarması ile yeniden süt üretimine olanak sağlayan "Relaktasyon" yöntemi ile sütü kesilen annelerin yeniden emzirebileceğini belirtti.
Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları eğitim ve Araştırma Hastanesinde hemşire olarak görev yapan sağlık Bakanlığı anne sütü denetimcisi Seval Öztürk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, doğum sonrası anne ve bebek buluşmasının hemen olmasının ve tensel temasın önemine işaret etti.
Çabalara rağmen anne sütünün kesilebildiğini aktaran Öztürk, "Annenin çeşitli nedenlere bağlı yaşadığı stres de sütün kesilmesine neden olan etkenlerden biridir. Yeni doğum yapan annelerin en büyük korkularından biri de strese bağlı sütün kesilmesidir" dedi.
Öztürk, bu tür talihsizlikler yaşayan annelerin sütünün tekrar oluşturulmasının artık mümkün olduğunu, bunun için "Relaktasyon" adı verilen yönteme başvurulduğunu belirterek, şu bilgileri aktardı:
"Sütü kesilen annenin bebeğini yeniden emzirebilmesi mümkün. Ama bunun için uzmanların tavsiyesine harfiyen uyması, işbirliği yapması ve sabırlı davranması gerekiyor. Aslında yöntemle bebeği annenin göğsünü emmesi için kandırıyoruz. Silikon beslenme sondasını annesinin göğüs ucuna bağlıyoruz. Enjektörle üstten mama veriyoruz. Bebek sütün annesinin göğsünden geldiğini sanarak emmeye başlıyor. Böylece süt kanalları uyarılıyor ve yeniden süt üretimi başlıyor. Bunu 1 hafta süreyle bebeğin beslenmesi gereken her 3 saatte bir tekrarlıyoruz. 2-3 gün sonra damla damla, 3'üncü gün sonunda her iki göğüsten süt gelmeye başlıyor. Bir hafta, 10 gün içinde her şey normale dönüyor."
Bu yöntemle sütü kesildikten sonra bebeğini tekrar emzirmeye başlayan çok sayıda anne olduğunu kaydeden Öztürk, bu tür sorun yaşayan annelerin umutsuzluğa kapılmamaları gerektiğini vurguladı.
(miliyet.com.tr)
Menopozu işaret eden 10 belirti
Bu belirtileri göz ardı etmeyin. İşte menopozun eşiğinde olduğunuzu gösteren 10 belirti...
Menopoz öncesinde bazı belirtiler yaşanır ve bunlar vücudun alarm sinyalleridir. İşte menopozun bilmeniz gereken belirtileri...
Sıcak basması
Duygusal değişimler
Göğüs ağrısı
Hamile kalmada sorun yaşama
Kilo değişimleri
Libidonun düşmesi
Düzensiz adet görme
Vajinal kuruluk
Eklem ağrıları
İdrar yolu enfeksiyonları
Menopoz öncesinde bazı belirtiler yaşanır ve bunlar vücudun alarm sinyalleridir. İşte menopozun bilmeniz gereken belirtileri...
Sıcak basması
Duygusal değişimler
Göğüs ağrısı
Hamile kalmada sorun yaşama
Kilo değişimleri
Libidonun düşmesi
Düzensiz adet görme
Vajinal kuruluk
Eklem ağrıları
İdrar yolu enfeksiyonları
Kocasına alerjisi var!
28 yaşındaki kadının hastalığı duyanları şok ediyor. Oldukça garip gelse de 28 yaşındaki kadının kocasının tükürüğüne karşı olan alerjisi nedeniyle öpüşemiyor.
Daily Mail'in haberine göre İngiliz 28 yaşındaki Kerrie Armitage'ın suya karşı alerjisi var. vücudunun herhangi bir yerine su desdiğinde( içmeyle ilgili sorunu yok) reaksiyon gösteriyor.
2 yıl önce yağmura yakalandığında vücudunda yaralar çıkmasıyla teşhisi konan hastalık sebebiyle Kerrie, kocasıyla da öpüşemiyor. Eşinin tükürüğünün de hastalığını tetiklediği Kerrie, öpüştüğünde veya başka bir şekilde vücuduna su değdiğinde kurdeşen döküyor ve dayanılmaz bir ağrı yaşıyor.
4 yıldır kocasıyla öpüşemediğini belirten Kerrie, " Eşim Peter'in dudakları ıslak olduğundan öpüşemiyoruz. Ancak iyice kuruladıktan sonra dudağıma ufak bir öpücük kondurabiliyor. Her seferinde vücudum tepki vermiyor. Ancak reaksiyon gösterdiğinde öyle çok canım yanıyor ki çoğu zaman bu riski alamıyoruz" dedi.
Ağlamasının bile yasak olduğu Kerrie ve ailesi için hayat çok zor olsa da bununla yaşamayı öğrenmiş.
Banyo yapmanın bile işkenceye döndüğü Kerrie, sıcak suyun reaksiyonu azalttığını keşfetmiş. 10 dakikadan fazla banyoda kalamayan Kerrie, "Su vücut sıcaklığıma ne kadar yakınsa o kadar hızlı tepki gösteriyorum. Nefes alamıyorum ve hayat işkenceye dönüyor. Bu nedenle çok sıcak suyla yıkanmaya çalışıyorum. Çünkü soğuk suyu içmekte bile zorlanıyorum" diyor.
(kaynak:pembenar.com.tr)
Daily Mail'in haberine göre İngiliz 28 yaşındaki Kerrie Armitage'ın suya karşı alerjisi var. vücudunun herhangi bir yerine su desdiğinde( içmeyle ilgili sorunu yok) reaksiyon gösteriyor.
2 yıl önce yağmura yakalandığında vücudunda yaralar çıkmasıyla teşhisi konan hastalık sebebiyle Kerrie, kocasıyla da öpüşemiyor. Eşinin tükürüğünün de hastalığını tetiklediği Kerrie, öpüştüğünde veya başka bir şekilde vücuduna su değdiğinde kurdeşen döküyor ve dayanılmaz bir ağrı yaşıyor.
4 yıldır kocasıyla öpüşemediğini belirten Kerrie, " Eşim Peter'in dudakları ıslak olduğundan öpüşemiyoruz. Ancak iyice kuruladıktan sonra dudağıma ufak bir öpücük kondurabiliyor. Her seferinde vücudum tepki vermiyor. Ancak reaksiyon gösterdiğinde öyle çok canım yanıyor ki çoğu zaman bu riski alamıyoruz" dedi.
Ağlamasının bile yasak olduğu Kerrie ve ailesi için hayat çok zor olsa da bununla yaşamayı öğrenmiş.
Banyo yapmanın bile işkenceye döndüğü Kerrie, sıcak suyun reaksiyonu azalttığını keşfetmiş. 10 dakikadan fazla banyoda kalamayan Kerrie, "Su vücut sıcaklığıma ne kadar yakınsa o kadar hızlı tepki gösteriyorum. Nefes alamıyorum ve hayat işkenceye dönüyor. Bu nedenle çok sıcak suyla yıkanmaya çalışıyorum. Çünkü soğuk suyu içmekte bile zorlanıyorum" diyor.
(kaynak:pembenar.com.tr)
22 Nisan 2015 Çarşamba
Evde doğumun sakıncaları
Uzmanlar Özge Namal ile gündeme gelen son günlerin trendi evde doğumun altında güven duygusunun yattığını belirtirken steril ortamdan uzak kalmanın sakıncasına da dikkati çekiyorlar
Helpa Akademi kurucusu Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan:
“Evde doğum özellikle sosyete arasında hızla yayılıyor. Ancak hipnodoğum veya doğum koçundan yardım alarak Hastanede güvenli ellerde doğum, en doğrusu"
Son dönemde yurt dışında başlayan, ülkemizde de özellikle sosyete arasında hızla yaygınlaşan evde doğum modasının temelinde “ev=sığınak=güven” bilinçaltı kodlamasının yattığı, buna karşın güven ararken steril olmayan ev ortamlarında enfeksiyon riskinin de beraberinde geldiği belirtildi.
Uzun süredir hipnodoğum ve doğum koçluğu hizmeti veren Helpa Akademi’nin kurucusu Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan, ünlüler ve cemiyet hayatının medyaya da yansıyan evde doğum modasının önümüzdeki günlerde çok sayıda kişi tarafından tercih edileceğini tahmin ettiklerini kaydetti.
Doğumlarda sezaryanın pek çok kişiyi ameliyat psikolojisine sokarak, doğumdan korkuttuğunu, sancı korkusunun sezaryene, ameliyat korkusunun evde doğuma yönlendirebildiğinin vurgulayan Orhan, buna karşın geçmişte ninelerimizin “tarlada doğurur, sonra işine devam eder” mantığının günümüz şartlarında geçerli olmadığının altını çizdi.
- Ev güvenli değil
Orhan, ameliyata girmeden önce psikolojik yardım alan danışanlarının ameliyat odalarını genellikle “ölüm soğukluğu”na benzettiklerini kaydederek, şunları söyledi:
“Burada zihnimizin bizi korkulara itmesinin en büyük sebeplerinden biri ‘anesteziden uyanamama’ korkusudur. Kişiler anestezi altına girdiklerinde kontrollerini kaybedeceklerini ve bir daha uyanamayacaklarını düşünürler. Ev ortamı bu tarzda düşünenler için her zaman daha güvenli gelir. Çünkü bilinçaltı kodlamalarımızda ev=sığınak=güven manası taşımaktadır.
Bu nedenle yurt dışında çok sayıda kadın bu güvenli ortamın bebek ve anne sağlığı açısından daha iyi olacağını düşünerek evde doğuma yöneliyor. Ancak hafızalarımızı tazelersek eskiden doğum anında ölen kadınların hikayeleri azımsanmayacak kadar çok.
Bunların en büyük sorumlusu doğumların işin ehli olmayan kişilerce yapılması. Doğum anında ve sonrasında anne enfeksiyonlara açık hale gelir. Bazen bu enfeksiyonlar hayatı tehdit edici boyutta olabilir.
Doğumun hastanenin steril ortamında yapılması durumunda, bu tarz komplikasyonlar engellenebilir. Evde hastane ortamında yer alan sıhhi teçhizat olmayabilir. Ani durumlar için aslında ev güvenli bir ortam değildir. Dolayısıyla doğumun sezaryen veya normal doğum olmasına bakılmaksızın hastane ortamında yapılması gerekir.”
- Hastanede korkusuz doğum nasıl yapılır?
Klinik Psikolog Gülşah Sam Orhan, hastanede korkusuz doğumun hipnodoğum ve doğum koçluğu olmak üzere iki yolu olduğunu belirterek, “Hipnodoğum kişinin bilinçaltı kodlamalarını silme tekniğiyle doğum korkusundan arınarak doğuma girmesidir. Hipnodoğum uzmanı kişiyi korkularından özgürleştirir ve güvenle doğuma girmesini sağlar. Bu terapide kullanılan hipnotekniği ameliyat korkusu olan bireylerde de rahatça kullanılır.
Size güç ve motivasyon veren bir doğum koçunuzun olması ise her zaman kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Doğum koçunuz doğumda ve sonrasında emzirmeyi de kapsayan süreçte sizin yanınızda olacak ve size yapmanız gerekenleri öğretecektir. Böylece doğum stresine girmeden rahat bir doğum geçirebileceksiniz” dedi. (milliyet.com.tr)
Vücudu yüzde 18 yakan epilasyona 1500 lira ceza
Diyarbakır’da erkek müşterisi, 28 yaşındaki Ş.K.’ye epilasyon işlemi yaparken vücudunda ikinci derece yanıklara yol açan S.Ö.’ye, 1500 TL para cezası verildi.
Diyarbakır’da bir kamu kuruluşunda çalışan Ş.K., 2014 yılında vücudundaki istenmeyen tüylerden kurtulmak için bir güzellik salonuna gitti. Güzellik salonu yetkilileri ile görüşen Ş.K.’ya 10 seansta istenmeyen tüylerden kurtulabileceği belirtilirken karşılığında 700 TL alındı. Düzenli olarak epilasyon seanslarına giren Ş.K.’ya lazer yöntemi uygulandı.
ŞİKAYETE RAĞMEN DEVAM EDİLDİ
5 seans sonunda sırt bölgesi, göğüs ve kollarında acı duyan Ş.K., durumu merkezin uzmanlarına bildirdi. Şikayetini bildirmesine rağmen aynı dozda lazer uygulanan Ş.K.’ye hissettiği acının normal olduğu ve bir süre sonra geçeceği söylendi. Epilasyon yapılan bölgelerindeki yanmanın dayanılmayacak düzeye gelmesi üzerine Ş.K., Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Yanık Ünitesi’ne başvurdu. Ş.K.’nın muayenesinde vücudunun epilasyon yapılan bölgelerinde 2’nci derece yanık oluştuğu tespit edildi. Yapılan tedaviden sonra hastaneden ayrılan Ş.K., polis merkezine giderek epilasyon merkezi hakkında şikayette bulundu.
VÜCUDU YÜZDE 18 ORANINDA YANDI
Şikayet üzerine güzellik merkezinde epilasyon uygulamasını yapan S.Ö. hakkında ’Taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olmak’ iddiasıyla 3 aydan 1 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianamede, Ş.K.’nin vücudunun yüzde 18 olarak hesaplanan ikinci derecede yanık olduğu belirtildi. Yaraların basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek düzeyde olduğunu vurgulayan Cumhuriyet Savcısı, şüpheli S.Ö.’nün cezalandırılmasını istedi.
1500 LİRA PARA CEZASINA ÇARPTIRILDI
S.Ö., Diyarbakır 11’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Ş.K., ifadesinde sırt, göğüs ve her iki koluma epilasyon işlemi uygulandığını anlatırken, "Bu sırada acı hissettim ve görevliye bunu bildirdim. Buna rağmen aynı dozda uygulamaya devam edildi. Bu acının bir müddet sonra geçeceği söylendi. Bir gün sonra vücudumdaki yanıklar dayanılmayacak düzeyde acımaya başladı. Muayeneye giderek tedavi oldum" dedi. İfadesinde suçlamaları reddeden epilasyon merkezinin güzellik uzmanı S.Ö., "Olay günü müşterimiz bana hiç bir şikayetini söylemedi. İşlem bittikten sonra bir şikayeti olmadan işyerimizden ayrıldı" diye konuştu.
TAKSİRLE ADAM YARALAMA SUÇUNDAN PARA CEZASI
Mahkeme, sanık S.Ö.’ye ’Taksirle yaralamaya sebep olmak’ suçundan 90 gün adli para cezası verdi. Sanığın duruşmadaki iyi hali göz önüne alınarak cezası 75 günlük adli para cezasına indirildi. Mahkeme yaptığı hesaplamada sanığın 1500 TL ceza ödeyeceğini bildirdi. Mahkeme sanık S.Ö.’nün mağdurun zararını gidermemesinden dolayı cezasında erteleme kararı vermedi.
10 BİN LİRA TAZMİNAT TALEP ETTİ
Ş.K. aynı zamanda haksız fiile uğradığı gerekçesiyle epilasyon merkezi hakkında da 10 bin lira manevi tazminat davası açtı. Diyarbakır Asliye Hukuk Mahkemesi’nce kabul edilen tazminat davasının da devam ettiği ifade edildi.
Felat BOZARSLAN/DİYARBAKIR, (DHA)
Diyarbakır’da bir kamu kuruluşunda çalışan Ş.K., 2014 yılında vücudundaki istenmeyen tüylerden kurtulmak için bir güzellik salonuna gitti. Güzellik salonu yetkilileri ile görüşen Ş.K.’ya 10 seansta istenmeyen tüylerden kurtulabileceği belirtilirken karşılığında 700 TL alındı. Düzenli olarak epilasyon seanslarına giren Ş.K.’ya lazer yöntemi uygulandı.
ŞİKAYETE RAĞMEN DEVAM EDİLDİ
5 seans sonunda sırt bölgesi, göğüs ve kollarında acı duyan Ş.K., durumu merkezin uzmanlarına bildirdi. Şikayetini bildirmesine rağmen aynı dozda lazer uygulanan Ş.K.’ye hissettiği acının normal olduğu ve bir süre sonra geçeceği söylendi. Epilasyon yapılan bölgelerindeki yanmanın dayanılmayacak düzeye gelmesi üzerine Ş.K., Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Yanık Ünitesi’ne başvurdu. Ş.K.’nın muayenesinde vücudunun epilasyon yapılan bölgelerinde 2’nci derece yanık oluştuğu tespit edildi. Yapılan tedaviden sonra hastaneden ayrılan Ş.K., polis merkezine giderek epilasyon merkezi hakkında şikayette bulundu.
VÜCUDU YÜZDE 18 ORANINDA YANDI
Şikayet üzerine güzellik merkezinde epilasyon uygulamasını yapan S.Ö. hakkında ’Taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olmak’ iddiasıyla 3 aydan 1 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iddianamede, Ş.K.’nin vücudunun yüzde 18 olarak hesaplanan ikinci derecede yanık olduğu belirtildi. Yaraların basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek düzeyde olduğunu vurgulayan Cumhuriyet Savcısı, şüpheli S.Ö.’nün cezalandırılmasını istedi.
1500 LİRA PARA CEZASINA ÇARPTIRILDI
S.Ö., Diyarbakır 11’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Ş.K., ifadesinde sırt, göğüs ve her iki koluma epilasyon işlemi uygulandığını anlatırken, "Bu sırada acı hissettim ve görevliye bunu bildirdim. Buna rağmen aynı dozda uygulamaya devam edildi. Bu acının bir müddet sonra geçeceği söylendi. Bir gün sonra vücudumdaki yanıklar dayanılmayacak düzeyde acımaya başladı. Muayeneye giderek tedavi oldum" dedi. İfadesinde suçlamaları reddeden epilasyon merkezinin güzellik uzmanı S.Ö., "Olay günü müşterimiz bana hiç bir şikayetini söylemedi. İşlem bittikten sonra bir şikayeti olmadan işyerimizden ayrıldı" diye konuştu.
TAKSİRLE ADAM YARALAMA SUÇUNDAN PARA CEZASI
Mahkeme, sanık S.Ö.’ye ’Taksirle yaralamaya sebep olmak’ suçundan 90 gün adli para cezası verdi. Sanığın duruşmadaki iyi hali göz önüne alınarak cezası 75 günlük adli para cezasına indirildi. Mahkeme yaptığı hesaplamada sanığın 1500 TL ceza ödeyeceğini bildirdi. Mahkeme sanık S.Ö.’nün mağdurun zararını gidermemesinden dolayı cezasında erteleme kararı vermedi.
10 BİN LİRA TAZMİNAT TALEP ETTİ
Ş.K. aynı zamanda haksız fiile uğradığı gerekçesiyle epilasyon merkezi hakkında da 10 bin lira manevi tazminat davası açtı. Diyarbakır Asliye Hukuk Mahkemesi’nce kabul edilen tazminat davasının da devam ettiği ifade edildi.
Felat BOZARSLAN/DİYARBAKIR, (DHA)
21 Nisan 2015 Salı
Her 3 gebelikten ikisinde görülüyor
Hamilelikte değişen hormon seviyeleri tüm sistemleri etkilediği gibi ellerde de bir takım şikayetlere yol açıyor.
Özellikle “Karpal Tünel Sendromu” adı verilen ve elleri ciddi anlamda yoran bir süreç başlıyor. Gebeliğin son aylarında ve lohusalık döneminde sıklıkla karşılaşılan bu durum uzun vadede de kalıcı etkiler bırakabilir.
Güçsüzlük, hissizlik
Zaman zaman ellerde uyuşma, karıncalanma, yanma, Ağrı, sızlama gibi belirtilerle kendini gösteren Karpal Tünel Sendromu, ilerleyen durumlarda güçsüzlük, hissizlik gibi şikayetlere de zemin hazırlıyor. Özellikle başparmak, 1. ve 2. parmak ile 3. parmağın yarısında bu şikayetlerden yakınan anne adayları bir eşyayı tutarken zorlandığını hatta elinden düşürdüğünü söyler.
5. aydan sonra görülüyor
Karpal Tünel Sendromu‘nda esas sıkıntı median sinirin altından geçtiği bağın aşırı kalınlaşması sonucu sinire bası yapmasıdır. Fakat yapılan araştırmalarda hamilelerde bağın kalınlığının normal olduğu gösterilmiştir. Ama tünelin içinde oluşan ödem yani dokular arasındaki şişlik ve hormonal değişiklikler sinire bası yaparak karpal tünel bulguları yaratır. Gebelikte özellikle 5. aydan sonra görülür çünkü bu aylardan sonra vücutta kilo artması, su tutulması, şişme (ödem) artar.
Her 3 gebelikten ikisinde görülüyor
Okan Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa’nın verdiği bilgiye göre, son 50 yılda yapılan 120’ye yakın bilimsel çalışmanın verileri bir araya getirildiğinde her üç gebelikten ikisinde karpal tünel hastalığının gözlendiği tespit edilmiş. Hiç de küçümsenmeyecek bir çoğunlukta rastlanan bu sendrom, doğumdan sonra 3 yıl geçmiş olmasına rağmen %85 ‘lik bir popülasyonda da etkilerini devam ettiriyor.
Doğum sonrasındaki ilk iki haftada kilo kaybı ve ödemin çözülmesine bağlı olarak her dört hastadan üçünde (% 75) ağrı ve diğer bulgular azalıyor. Bu nedenle tedavinin ilk aşamasında hedef doğum sürecine kadar hastanın şikâyetlerinin azaltılması ve rahatlamasını sağlamaya yöneliktir.
Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa, bu amaçla uygulanabilecek en etkili yöntemin manuel terapi olduğunu söylüyor. Yrd. Doç. Dr. Şenbursa, hem doğal bir yöntem olması hem de hiçbir yan etkisinin olmaması nedeniyle hamileler için en güvenli terapi yöntemi hakkında şu bilgileri verdi:
5-8 seansta kurtulabilirsiniz
“Tarihi antik çağlara kadar uzanan manuel terapi yöntemi ile dokular üzerinde ödemin oluşturduğu bası el ile yapılan mobilizasyon ve gevşetme teknikleriyle azaltılarak o bölgede ilk seanstan itibaren genel bir rahatlama sağlar. Aynı zamanda manuel terapi ile birlikte kinezio-bant uygulaması ile ödemin azaltılması desteklenir ve bağlar üzerindeki bası azaltılabilir. Kısacası manuel terapi yöntemi ile 5-8 seansta karpal tünel sendromunun etkilerinden hamilelik döneminde kurtulmak mümkün.”
Özellikle “Karpal Tünel Sendromu” adı verilen ve elleri ciddi anlamda yoran bir süreç başlıyor. Gebeliğin son aylarında ve lohusalık döneminde sıklıkla karşılaşılan bu durum uzun vadede de kalıcı etkiler bırakabilir.
Güçsüzlük, hissizlik
Zaman zaman ellerde uyuşma, karıncalanma, yanma, Ağrı, sızlama gibi belirtilerle kendini gösteren Karpal Tünel Sendromu, ilerleyen durumlarda güçsüzlük, hissizlik gibi şikayetlere de zemin hazırlıyor. Özellikle başparmak, 1. ve 2. parmak ile 3. parmağın yarısında bu şikayetlerden yakınan anne adayları bir eşyayı tutarken zorlandığını hatta elinden düşürdüğünü söyler.
5. aydan sonra görülüyor
Karpal Tünel Sendromu‘nda esas sıkıntı median sinirin altından geçtiği bağın aşırı kalınlaşması sonucu sinire bası yapmasıdır. Fakat yapılan araştırmalarda hamilelerde bağın kalınlığının normal olduğu gösterilmiştir. Ama tünelin içinde oluşan ödem yani dokular arasındaki şişlik ve hormonal değişiklikler sinire bası yaparak karpal tünel bulguları yaratır. Gebelikte özellikle 5. aydan sonra görülür çünkü bu aylardan sonra vücutta kilo artması, su tutulması, şişme (ödem) artar.
Her 3 gebelikten ikisinde görülüyor
Okan Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa’nın verdiği bilgiye göre, son 50 yılda yapılan 120’ye yakın bilimsel çalışmanın verileri bir araya getirildiğinde her üç gebelikten ikisinde karpal tünel hastalığının gözlendiği tespit edilmiş. Hiç de küçümsenmeyecek bir çoğunlukta rastlanan bu sendrom, doğumdan sonra 3 yıl geçmiş olmasına rağmen %85 ‘lik bir popülasyonda da etkilerini devam ettiriyor.
Doğum sonrasındaki ilk iki haftada kilo kaybı ve ödemin çözülmesine bağlı olarak her dört hastadan üçünde (% 75) ağrı ve diğer bulgular azalıyor. Bu nedenle tedavinin ilk aşamasında hedef doğum sürecine kadar hastanın şikâyetlerinin azaltılması ve rahatlamasını sağlamaya yöneliktir.
Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa, bu amaçla uygulanabilecek en etkili yöntemin manuel terapi olduğunu söylüyor. Yrd. Doç. Dr. Şenbursa, hem doğal bir yöntem olması hem de hiçbir yan etkisinin olmaması nedeniyle hamileler için en güvenli terapi yöntemi hakkında şu bilgileri verdi:
5-8 seansta kurtulabilirsiniz
“Tarihi antik çağlara kadar uzanan manuel terapi yöntemi ile dokular üzerinde ödemin oluşturduğu bası el ile yapılan mobilizasyon ve gevşetme teknikleriyle azaltılarak o bölgede ilk seanstan itibaren genel bir rahatlama sağlar. Aynı zamanda manuel terapi ile birlikte kinezio-bant uygulaması ile ödemin azaltılması desteklenir ve bağlar üzerindeki bası azaltılabilir. Kısacası manuel terapi yöntemi ile 5-8 seansta karpal tünel sendromunun etkilerinden hamilelik döneminde kurtulmak mümkün.”
Etiketler:
gebelik,
hamile,
sağlık,
sağlık bakanlığı
Bebeklerde kafatası şekil bozukluklarına "kask"lı çözüm
Bebeklerdeki kafatası şekil bozuklukları, son dönemde uygulanmaya başlanan "kask tedavisi" ile 3-4 ayda giderilebiliyor.
Milliyet'in haberine göre; Bebeklerin kafatasında yatış pozisyonundan kaynaklanan şekil bozuklukları, "kask tedavisi" olarak adlandırılan yöntemle 3-4 ayda tedavi edilebiliyor.
Bebeklerdeki kafatası şekil bozukluğu, anne karnında ya da doğum sonrası değişik nedenlerle oluşabiliyor. Kafatası şekil bozukluklarının büyük bir kısmı, yatış pozisyonundan kaynaklanıyor.
Uzmanlar, araştırmalara göre, şekil bozukluğunun ikizlerde ve erkek bebeklerde görülme ihtimalinin fazla olduğununu belirtiyor.
Kuzey bebek de aynı yöntemle şifa buldu
İstanbul'da yaşayan Damla Dizdar ve Alparslan Kılıçarslan çifti, yaklaşık 3 ay önce, 10 aylık ikizleri Kuzey ve Koza'nın kafatasında şekil bozukluğu fark etti.
Koza'nın kafatasındaki şekil bozukluğu, kaska gerek kalmadan yüzüstü aktiviteleriyle düzeldi. Kuzey'e ise İstanbul'da özel bir hastanede kask tedavisi yöntemi uygulandı.
Bu tedavi yöntemini doktorların önerdiğini belirten anne Damla Kılıçarslan, Kuzey'e kask takıldıktan 20 gün sonra kafatasında gözle görülür düzelme olduğunu ifade etti.
Kaskın kullanımına ilişkin bilgi veren Kılıçarslan, "Kask çocuğun 23 saat kafasında kalıyor, sadece banyo için çıkarıyoruz. En fazla 1 saat kafasında olmaması isteniyor. Kaskın içini yüzde 70 saf alkolle temizliyoruz. Her gün kafasını şampuanlıyoruz yoksa kafasını kaşıyor. Alıştı, hiç zorluk çekmedi" diye konuştu.
Baba Alparslan Kılıçarslan ise ikiz bebeklerinin ömür boyu kafasındaki yamuklukla yaşamasını istemedikleri için böyle bir yöntemi tercih ettiklerini dile getirdi.
Ölçüye göre kask üretiliyor
Kuzey Kılıçarslan'ın tedavisini yürüten çocuk hastalıkları uzmanı Dr. Hayri Gözlükgiller de bebeklerin anne karnında duruş şekli, sezaryenle ya da zor ve uzun doğumların kafadaki şekil bozukluğunu artırdığını söyledi.
Bu durumun bazı nedenleri olduğunu belirten Gözlükgiller, "Beşikte bebeklerin kafasının tek tarafa uzun süre yatması, uzun süreli araba koltuğunda duruş, yine uzun süreli sallanan beşik ve çocuk arabası kullanımı gibi diğer faktörler de şekil bozukluğunun ilerlemesine neden oluyor. Diğer bir çeşit kafatası bozukluğu da kraniosinostoza bağlı olarak meydana gelmekte. Kraniosinostoz hastalarında kafatasının düzelmesi sadece ameliyatla mümkün olabilmektedir" şeklinde konuştu.
Gözlükgiller, şunları söyledi:
"Çocuğa tepeden bakıldığında arkadan sanki kafası yokmuş gibi görünüyorsa bu durum kafasında şekil bozukluğu olduğunu gösterir. Çocuklarda kafa şekil bozukluğunu üçüncü aydan sonra ultrasonla tespit ediyoruz. Kafa şekil bozukluğunun ne olduğunu belirleyip, ona göre tedaviye yönlendiriyoruz. Çocuk doktorunun çocuğun baş çevresini sık aralıklarla takip etmesi lazım. Bunu aileler de yapabilir. İlk 3 ayda baş çevresi 1 santimetre, 3 aydan 6 aya 0,5 santimetre, 1 yaşına kadar 3 santimetre büyümeli. Büyümüyorsa çocukta sıkıntı olduğu düşünülmeli. Kafatası şekil bozukluğu tedavi edilmezse ileriki yaşlarda estetik açıdan kötü bir görüntü oluşuyor. Şekil bozukluğu ömür boyu devam ediyor."
Ailelere kask tedavisi yöntemini önerdiklerini belirten Gözlükgiller, 3D veri toplama sistemiyle alınan ölçülere göre ABD'de bebekler için kask üretildiğini ifade ederek, "Kasklar Türkiye'ye yollanıyor. Kasklar, kafatası şekil bozukluğunu düzeltmek, normal olan şekline geri kazandırmak için her bir bebeğe özel dizayn ediliyor. Bebeğin hızla büyüyen kafasının olması gerektiği gibi şekillenmesini sağlıyor. Tedavi genellikle 3-4 ay sürüyor" diye konuştu.
Milliyet'in haberine göre; Bebeklerin kafatasında yatış pozisyonundan kaynaklanan şekil bozuklukları, "kask tedavisi" olarak adlandırılan yöntemle 3-4 ayda tedavi edilebiliyor.
Bebeklerdeki kafatası şekil bozukluğu, anne karnında ya da doğum sonrası değişik nedenlerle oluşabiliyor. Kafatası şekil bozukluklarının büyük bir kısmı, yatış pozisyonundan kaynaklanıyor.
Uzmanlar, araştırmalara göre, şekil bozukluğunun ikizlerde ve erkek bebeklerde görülme ihtimalinin fazla olduğununu belirtiyor.
Kuzey bebek de aynı yöntemle şifa buldu
İstanbul'da yaşayan Damla Dizdar ve Alparslan Kılıçarslan çifti, yaklaşık 3 ay önce, 10 aylık ikizleri Kuzey ve Koza'nın kafatasında şekil bozukluğu fark etti.
Koza'nın kafatasındaki şekil bozukluğu, kaska gerek kalmadan yüzüstü aktiviteleriyle düzeldi. Kuzey'e ise İstanbul'da özel bir hastanede kask tedavisi yöntemi uygulandı.
Bu tedavi yöntemini doktorların önerdiğini belirten anne Damla Kılıçarslan, Kuzey'e kask takıldıktan 20 gün sonra kafatasında gözle görülür düzelme olduğunu ifade etti.
Kaskın kullanımına ilişkin bilgi veren Kılıçarslan, "Kask çocuğun 23 saat kafasında kalıyor, sadece banyo için çıkarıyoruz. En fazla 1 saat kafasında olmaması isteniyor. Kaskın içini yüzde 70 saf alkolle temizliyoruz. Her gün kafasını şampuanlıyoruz yoksa kafasını kaşıyor. Alıştı, hiç zorluk çekmedi" diye konuştu.
Baba Alparslan Kılıçarslan ise ikiz bebeklerinin ömür boyu kafasındaki yamuklukla yaşamasını istemedikleri için böyle bir yöntemi tercih ettiklerini dile getirdi.
Ölçüye göre kask üretiliyor
Kuzey Kılıçarslan'ın tedavisini yürüten çocuk hastalıkları uzmanı Dr. Hayri Gözlükgiller de bebeklerin anne karnında duruş şekli, sezaryenle ya da zor ve uzun doğumların kafadaki şekil bozukluğunu artırdığını söyledi.
Bu durumun bazı nedenleri olduğunu belirten Gözlükgiller, "Beşikte bebeklerin kafasının tek tarafa uzun süre yatması, uzun süreli araba koltuğunda duruş, yine uzun süreli sallanan beşik ve çocuk arabası kullanımı gibi diğer faktörler de şekil bozukluğunun ilerlemesine neden oluyor. Diğer bir çeşit kafatası bozukluğu da kraniosinostoza bağlı olarak meydana gelmekte. Kraniosinostoz hastalarında kafatasının düzelmesi sadece ameliyatla mümkün olabilmektedir" şeklinde konuştu.
Gözlükgiller, şunları söyledi:
"Çocuğa tepeden bakıldığında arkadan sanki kafası yokmuş gibi görünüyorsa bu durum kafasında şekil bozukluğu olduğunu gösterir. Çocuklarda kafa şekil bozukluğunu üçüncü aydan sonra ultrasonla tespit ediyoruz. Kafa şekil bozukluğunun ne olduğunu belirleyip, ona göre tedaviye yönlendiriyoruz. Çocuk doktorunun çocuğun baş çevresini sık aralıklarla takip etmesi lazım. Bunu aileler de yapabilir. İlk 3 ayda baş çevresi 1 santimetre, 3 aydan 6 aya 0,5 santimetre, 1 yaşına kadar 3 santimetre büyümeli. Büyümüyorsa çocukta sıkıntı olduğu düşünülmeli. Kafatası şekil bozukluğu tedavi edilmezse ileriki yaşlarda estetik açıdan kötü bir görüntü oluşuyor. Şekil bozukluğu ömür boyu devam ediyor."
Ailelere kask tedavisi yöntemini önerdiklerini belirten Gözlükgiller, 3D veri toplama sistemiyle alınan ölçülere göre ABD'de bebekler için kask üretildiğini ifade ederek, "Kasklar Türkiye'ye yollanıyor. Kasklar, kafatası şekil bozukluğunu düzeltmek, normal olan şekline geri kazandırmak için her bir bebeğe özel dizayn ediliyor. Bebeğin hızla büyüyen kafasının olması gerektiği gibi şekillenmesini sağlıyor. Tedavi genellikle 3-4 ay sürüyor" diye konuştu.
Dikkat! Kolon kanserine neden olabilir
Geç teşhis edildiğinde ince bağırsak kanserine neden olabilen çölyak hastalığının yeterince bilinmediğini söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Gastroentereloji Uzmanı Yard. Doç. Dr. Muhammet Fatih Aydın, bilinmesi gerekenleri anlattı.
‘Gluten’ proteinine karşı duyarlılık oluşturan çölyak hastalığı, dünyada her 130 kişiden 1’inde görülüyor. Kronik ishal, yorgunluk, kilo kaybı, anksiyete gibi birçok rahatsızlığa neden olan bu hastalık, insan sağlığını ciddi anlamda tehdit ediyor.
Geç teşhis edildiğinde ince bağırsak kanserine neden olabilen çölyak hastalığının yeterince bilinmediğini söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Gastroentereloji Uzmanı Yard. Doç. Dr. Muhammet Fatih Aydın, bilinmesi gerekenleri anlattı:
Çölyak hastalığı, genetik olarak yatkın kişilerde glüten denilen buğday, arpa ve çavdarda bulunan bir proteinin alınmasıyla oluşan vücudun kendi kendine yaptığı iltihabi durumdur. Glüten alındığında ince bağırsakta iltihap oluşmaya başlar. Vücudumuz kendisini yabancı maddelere karşı korur.
Genetik olarak yatkın kişilerde glüten alınmasıyla beraber vücut, glüteni yabancı madde olarak algılar. Bu antijene karşı antikor oluşturur. Oluşan antikorlar iltihabi sistemi devreye sokarak ince bağırsak yüzeyine hasar oluşturur.
Villi denilen, besinlerin emilimini sağlayan yapılarda atrofi yani körelme oluşur. Vücudumuz için gerekli mineral ve vitaminlerin emilimi bozulur. Bu eksikliklere bağlı diğer hastalıklar da oluşmaya başlar.
Kozmetiklere dikkat
Glüten esas olarak buğday, arpa ve çavdarda olmasına rağmen günümüzde ilaçlar, dudak kremleri, paketlenmiş ürünlerde de kullanılmaktadır. Bazen çölyak hastalığı ağır bir cerrahi operasyon, gebelik, doğum, viral enfeksiyon ve ciddi psikolojik durumlar sonrasında aktifleşebiliyor veya tetiklenebiliyor.
Çölyak tanısı, şüphelenilen kişilerde hastalığa ait antikor testlerinin çalışılması ile konur. Kesin tanıda ise endoskopi ile ince bağırsaktan biyopsi alınması altın standarttır.
Ailesinde çölyak hastalığı olan kişilerde asemptomatik çölyak hastalığı olabileceği için bunlarda tarama amacıyla kan testlerinin çalışılması faydalıdır.
Kadınlarda risk daha büyük
Çölyak hastalığı buğday alerjisi değildir. Buğday alerjisi erişkinlerde nadir olsa da çocuklarda yüzde 0.4-0.5 oranında görülebilir. Deri döküntüleri olur, glütensiz Diyetten fayda görülür. Çölyak olmayan glüten hassasiyetinde ise kanda çölyak antikorları negatiftir.
Fakat çölyak hastalık belirtileri mevcuttur. Gluten alındığı zaman gaz, şişkinlik, ishal, karın ağrısı şikayetleri olur. İnce bağırsakta hasar oluşmaz. Emilim bozukluğu yoktur. Çölyaktan daha fazla oranda görülür. Çölyak hastalığı Dünyada ortalama 130 kişide 1 görülüyor.
Birinci derece akrabasında çölyak hastalığı olanlarda görülme sıklığı ise 10’da bir. Çölyak hastalığı glütenin alınmasıyla beraber herhangi bir yaşta da ortaya çıkabiliyor. Çölyak hastalığı kadınlarda, erkelere oranla daha sık rastlanıyor.
Anne sütü çok önemli
Genetik yatkınlığın yanı sıra down sendromu gibi genetik hastalıklarda çölyak hastalığına yakalanma riski daha fazladır. Bunun yanı sıra çevresel, psikolojik, fiziksel etkenler de hastalığın oluşumunda etkili olabilir. Hastalık, kişilerde farklı seyrettiği için tanısı zor olan bir hastalıktır.
Daha doğrusu akla gelme ihtimali daha azdır. Toplumda tanısı konmamış birçok hasta olduğu düşünülüyor. Gaz şişkinlik şikayetleri ve demir eksikliği anemisi olanların çölyak hastalığı ve laktoz intoleransı başta olmak üzere değerlendirilmeleri gerekiyor. Tüm vücuda ait 300’e yakın belirti ve şikayet çölyak hastalığı ile ilişkili olabilir.
Kişiler ve semptomlar arasında fark olması, hastalığın ne zaman ve nasıl olacağı çeşitli faktörlere bağlı değişebilir. Meme ile emzirme süresi, glüten ile karşılaşma zamanı, bir seferde alınan glüten miktarı bunlardan bazılarıdır.
Meme ile emzirme süresi uzayan kişilerde çölyak görülme yaşı geç olmaktadır. İnce bağırsakta hasarın derecesi ve hastalığın oluşma yaşına göre şikayet ve bulgular değişkenlik gösterebilir. Bu yüzden ileri yaşta şikayetler belirgin olmadığından hastalık atlanabilir.
Etiketleri iyi okuyun
Çölyak hastalığı çocukluk çağında karında gaz, şişkinlik, ishal, kabızlık, kusma, yağlı dışkılama, pis koku, kilo kaybı, yorgunluk, diş problemleri, büyüme ve gelişme geriliği, kısa boy, hiperaktivite bozuklukları ile kendini gösterir. Erişkinlerde ise sebebi açıklanamayan demir eksikliği, yorgunluk, eklem ağrıları, kemik erimesi, depresyon, anksiyete, cilt lezyonları gibi belirti ve şikayetlere sebep olabilir.
Güncel tedavisi yaşam boyunca sıkı glütensiz diyettir. İçinde glüten bulunan hiçbir şey tüketilmemelidir. Hastalığın başlangıç döneminde eksik olan vitamin ve minerallerinde tedaviye eklenmesi de önemlidir. Diyet sonrası düzelme birkaç günden birkaç yıla kadar uzayabilir. Çocuklarda genelde 3-6 ay içinde düzelme olur. Glütenin az miktarda bile alınması bağırsakta hasar oluşturur.
Özellikle hazır gıdalar alırken dikkatli olunmalıdır. Bazı firmalar üzerine glüten içerdiğine ait kırmızı işaret koyarken, bazıları bunu koymaz. İçinde malt veya hidrolize bitki proteini yazan gıdalar glüten açısından sorgulanmalı ve dikkatli kullanılmalıdır. Kişiler bu hastalığı hayatlarını bir parçası olarak kabul etmeli, yaşam tarzlarının buna göre şekillendirmelidirler. Çok iyi bir etiket okuyucusu olunmalı, ilaçlar, kozmetik ürünleri, şampuan, kremlerin de glüten içeriklerine dikkat edilmelidir.
Hazır gıdalara dikkat
Çölyak hastalarının mutlaka hayat boyu diyet yapmaları gerekir. Ufak kaçamaklar, şikayete sebep olmasa da bağırsaktaki hasara neden olduğu için komplikasyonların gelişmesine neden olabilir. Çölyak hastaları tüm sebzeleri, meyveleri, bakliyatları tüketebilir. Ayrıca katkısız katı ve sıvı yağlar, yumurta, bal, reçel, zeytin, et, balık, tavuk, una batırılmamış konserve çeşitleri, Mısır, pirinç gibi birçok ürün de besin hazırlamada kullanılabilir. Ayrıca kestane unu, nohut unu, soya unu, üzüm çekirdeği unu, evde çekilmiş güvenli baharatların da zararı yoktur.
Öte yandan buğday, arpa, çavdar ve yulaf katkılı her türlü ürüne ek olarak bulgur, irmik, makarna, şehriye, kuskus, ekmek, kek, pasta, kurabiye, börek, simit, dondurma külahı, unlu tatlılar, glüten içeren hazır salça, ketçap, un ilave edilen çorbalar, soslar, tarhana, yarma gibi ürünlerden kaçınmak gerekir. Una batırılarak kızartılmış tavuk, balık gibi et ürünleri, malt kullanılan içecekler, glüten içeren hazır çorbalar, köfte, pane harçları gibi hazır çeşniler de tüketilmemelidir. Hastalığın ilk zamanlarında süt tolere edilmeyebilir. Süt ilk zamanlarda diyetten çıkarılmalıdır.
(milliyet.com.tr)
‘Gluten’ proteinine karşı duyarlılık oluşturan çölyak hastalığı, dünyada her 130 kişiden 1’inde görülüyor. Kronik ishal, yorgunluk, kilo kaybı, anksiyete gibi birçok rahatsızlığa neden olan bu hastalık, insan sağlığını ciddi anlamda tehdit ediyor.
Geç teşhis edildiğinde ince bağırsak kanserine neden olabilen çölyak hastalığının yeterince bilinmediğini söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Gastroentereloji Uzmanı Yard. Doç. Dr. Muhammet Fatih Aydın, bilinmesi gerekenleri anlattı:
Çölyak hastalığı, genetik olarak yatkın kişilerde glüten denilen buğday, arpa ve çavdarda bulunan bir proteinin alınmasıyla oluşan vücudun kendi kendine yaptığı iltihabi durumdur. Glüten alındığında ince bağırsakta iltihap oluşmaya başlar. Vücudumuz kendisini yabancı maddelere karşı korur.
Genetik olarak yatkın kişilerde glüten alınmasıyla beraber vücut, glüteni yabancı madde olarak algılar. Bu antijene karşı antikor oluşturur. Oluşan antikorlar iltihabi sistemi devreye sokarak ince bağırsak yüzeyine hasar oluşturur.
Villi denilen, besinlerin emilimini sağlayan yapılarda atrofi yani körelme oluşur. Vücudumuz için gerekli mineral ve vitaminlerin emilimi bozulur. Bu eksikliklere bağlı diğer hastalıklar da oluşmaya başlar.
Kozmetiklere dikkat
Glüten esas olarak buğday, arpa ve çavdarda olmasına rağmen günümüzde ilaçlar, dudak kremleri, paketlenmiş ürünlerde de kullanılmaktadır. Bazen çölyak hastalığı ağır bir cerrahi operasyon, gebelik, doğum, viral enfeksiyon ve ciddi psikolojik durumlar sonrasında aktifleşebiliyor veya tetiklenebiliyor.
Çölyak tanısı, şüphelenilen kişilerde hastalığa ait antikor testlerinin çalışılması ile konur. Kesin tanıda ise endoskopi ile ince bağırsaktan biyopsi alınması altın standarttır.
Ailesinde çölyak hastalığı olan kişilerde asemptomatik çölyak hastalığı olabileceği için bunlarda tarama amacıyla kan testlerinin çalışılması faydalıdır.
Kadınlarda risk daha büyük
Çölyak hastalığı buğday alerjisi değildir. Buğday alerjisi erişkinlerde nadir olsa da çocuklarda yüzde 0.4-0.5 oranında görülebilir. Deri döküntüleri olur, glütensiz Diyetten fayda görülür. Çölyak olmayan glüten hassasiyetinde ise kanda çölyak antikorları negatiftir.
Fakat çölyak hastalık belirtileri mevcuttur. Gluten alındığı zaman gaz, şişkinlik, ishal, karın ağrısı şikayetleri olur. İnce bağırsakta hasar oluşmaz. Emilim bozukluğu yoktur. Çölyaktan daha fazla oranda görülür. Çölyak hastalığı Dünyada ortalama 130 kişide 1 görülüyor.
Birinci derece akrabasında çölyak hastalığı olanlarda görülme sıklığı ise 10’da bir. Çölyak hastalığı glütenin alınmasıyla beraber herhangi bir yaşta da ortaya çıkabiliyor. Çölyak hastalığı kadınlarda, erkelere oranla daha sık rastlanıyor.
Anne sütü çok önemli
Genetik yatkınlığın yanı sıra down sendromu gibi genetik hastalıklarda çölyak hastalığına yakalanma riski daha fazladır. Bunun yanı sıra çevresel, psikolojik, fiziksel etkenler de hastalığın oluşumunda etkili olabilir. Hastalık, kişilerde farklı seyrettiği için tanısı zor olan bir hastalıktır.
Daha doğrusu akla gelme ihtimali daha azdır. Toplumda tanısı konmamış birçok hasta olduğu düşünülüyor. Gaz şişkinlik şikayetleri ve demir eksikliği anemisi olanların çölyak hastalığı ve laktoz intoleransı başta olmak üzere değerlendirilmeleri gerekiyor. Tüm vücuda ait 300’e yakın belirti ve şikayet çölyak hastalığı ile ilişkili olabilir.
Kişiler ve semptomlar arasında fark olması, hastalığın ne zaman ve nasıl olacağı çeşitli faktörlere bağlı değişebilir. Meme ile emzirme süresi, glüten ile karşılaşma zamanı, bir seferde alınan glüten miktarı bunlardan bazılarıdır.
Meme ile emzirme süresi uzayan kişilerde çölyak görülme yaşı geç olmaktadır. İnce bağırsakta hasarın derecesi ve hastalığın oluşma yaşına göre şikayet ve bulgular değişkenlik gösterebilir. Bu yüzden ileri yaşta şikayetler belirgin olmadığından hastalık atlanabilir.
Etiketleri iyi okuyun
Çölyak hastalığı çocukluk çağında karında gaz, şişkinlik, ishal, kabızlık, kusma, yağlı dışkılama, pis koku, kilo kaybı, yorgunluk, diş problemleri, büyüme ve gelişme geriliği, kısa boy, hiperaktivite bozuklukları ile kendini gösterir. Erişkinlerde ise sebebi açıklanamayan demir eksikliği, yorgunluk, eklem ağrıları, kemik erimesi, depresyon, anksiyete, cilt lezyonları gibi belirti ve şikayetlere sebep olabilir.
Güncel tedavisi yaşam boyunca sıkı glütensiz diyettir. İçinde glüten bulunan hiçbir şey tüketilmemelidir. Hastalığın başlangıç döneminde eksik olan vitamin ve minerallerinde tedaviye eklenmesi de önemlidir. Diyet sonrası düzelme birkaç günden birkaç yıla kadar uzayabilir. Çocuklarda genelde 3-6 ay içinde düzelme olur. Glütenin az miktarda bile alınması bağırsakta hasar oluşturur.
Özellikle hazır gıdalar alırken dikkatli olunmalıdır. Bazı firmalar üzerine glüten içerdiğine ait kırmızı işaret koyarken, bazıları bunu koymaz. İçinde malt veya hidrolize bitki proteini yazan gıdalar glüten açısından sorgulanmalı ve dikkatli kullanılmalıdır. Kişiler bu hastalığı hayatlarını bir parçası olarak kabul etmeli, yaşam tarzlarının buna göre şekillendirmelidirler. Çok iyi bir etiket okuyucusu olunmalı, ilaçlar, kozmetik ürünleri, şampuan, kremlerin de glüten içeriklerine dikkat edilmelidir.
Hazır gıdalara dikkat
Çölyak hastalarının mutlaka hayat boyu diyet yapmaları gerekir. Ufak kaçamaklar, şikayete sebep olmasa da bağırsaktaki hasara neden olduğu için komplikasyonların gelişmesine neden olabilir. Çölyak hastaları tüm sebzeleri, meyveleri, bakliyatları tüketebilir. Ayrıca katkısız katı ve sıvı yağlar, yumurta, bal, reçel, zeytin, et, balık, tavuk, una batırılmamış konserve çeşitleri, Mısır, pirinç gibi birçok ürün de besin hazırlamada kullanılabilir. Ayrıca kestane unu, nohut unu, soya unu, üzüm çekirdeği unu, evde çekilmiş güvenli baharatların da zararı yoktur.
Öte yandan buğday, arpa, çavdar ve yulaf katkılı her türlü ürüne ek olarak bulgur, irmik, makarna, şehriye, kuskus, ekmek, kek, pasta, kurabiye, börek, simit, dondurma külahı, unlu tatlılar, glüten içeren hazır salça, ketçap, un ilave edilen çorbalar, soslar, tarhana, yarma gibi ürünlerden kaçınmak gerekir. Una batırılarak kızartılmış tavuk, balık gibi et ürünleri, malt kullanılan içecekler, glüten içeren hazır çorbalar, köfte, pane harçları gibi hazır çeşniler de tüketilmemelidir. Hastalığın ilk zamanlarında süt tolere edilmeyebilir. Süt ilk zamanlarda diyetten çıkarılmalıdır.
(milliyet.com.tr)
Kanser tedavisinde ''yanlış algı'' uyarısı
Uzmanlara göre kanserle ilgili yanlış inanışlar tedaviyi olumsuz etkiliyor.
Uzmanlara göre halk arasındaki kanserle ilgili yanlış inanışlar tedaviyi olumsuz etkiliyor.
Türk Tıbbi Onkoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Kaplan, hastaları toplumdaki yanlış inanışlar konusunda uyararak, kanser tanısının ölümle eş değer olmadığının bilinmesi ve doğru bilinen yanlışlar nedeniyle yarar sağlanacak tedavilerden mahrum kalınmaması gerektiğini söyledi.
Doç. Dr. Kaplan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserle ilgili doğru bilinen birçok yanlış olduğunu belirtti.
Bulaşıcı hastalığı bulunmayan kanser hastasıyla yakın temasın risk oluşturmayacağını vurgulayan Kaplan, zorlu süreçte yakın çevresiyle iletişime ihtiyaç duyan hastadan uzaklaşmanın, olumsuzluklara yol açabileceğini ifade etti.
İnanışın aksine kanserin, cinsel ilişkiyle de bulaşmadığını anlatan Kaplan, bazı bitki veya kürlerin tıbbi tedavinin yerine konmasının yanlış olduğunu bildirdi.
''Kanser hastası ihtiyacı kadar şeker tüketmeli''
Doç. Dr. Kaplan, ''Kanser oluşumunda şekerin rol aldığı'' ya da ''Kanser hücrelerini beslediği'' bilgisi bulunmadığını belirterek, şunları kaydetti:
"Şeker ve şeker içeren yiyeceklerden zengin beslenmeden, yalnız kanser hastaları değil, tüm bireyler uzak durmalıdır ancak şekerin, kanserli hastaların hayatından tamamen çıkarılması da yanlıştır. Kanser hastaları da herkes gibi ihtiyacı kadar şeker tüketmelidir. Ayrıca 'bıçak değdiği zaman kanser yayılır' düşüncesi, hastanın etkin tedaviden mahrum kalmasına neden olabilir."
Uzmanlara göre halk arasındaki kanserle ilgili yanlış inanışlar tedaviyi olumsuz etkiliyor.
Türk Tıbbi Onkoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Kaplan, hastaları toplumdaki yanlış inanışlar konusunda uyararak, kanser tanısının ölümle eş değer olmadığının bilinmesi ve doğru bilinen yanlışlar nedeniyle yarar sağlanacak tedavilerden mahrum kalınmaması gerektiğini söyledi.
Doç. Dr. Kaplan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserle ilgili doğru bilinen birçok yanlış olduğunu belirtti.
Bulaşıcı hastalığı bulunmayan kanser hastasıyla yakın temasın risk oluşturmayacağını vurgulayan Kaplan, zorlu süreçte yakın çevresiyle iletişime ihtiyaç duyan hastadan uzaklaşmanın, olumsuzluklara yol açabileceğini ifade etti.
İnanışın aksine kanserin, cinsel ilişkiyle de bulaşmadığını anlatan Kaplan, bazı bitki veya kürlerin tıbbi tedavinin yerine konmasının yanlış olduğunu bildirdi.
''Kanser hastası ihtiyacı kadar şeker tüketmeli''
Doç. Dr. Kaplan, ''Kanser oluşumunda şekerin rol aldığı'' ya da ''Kanser hücrelerini beslediği'' bilgisi bulunmadığını belirterek, şunları kaydetti:
"Şeker ve şeker içeren yiyeceklerden zengin beslenmeden, yalnız kanser hastaları değil, tüm bireyler uzak durmalıdır ancak şekerin, kanserli hastaların hayatından tamamen çıkarılması da yanlıştır. Kanser hastaları da herkes gibi ihtiyacı kadar şeker tüketmelidir. Ayrıca 'bıçak değdiği zaman kanser yayılır' düşüncesi, hastanın etkin tedaviden mahrum kalmasına neden olabilir."
Etiketler:
kanser,
kanser tedavisi,
onkoloji,
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sgk,
tedavi
Diş dolgusu zehirledi
İnsanların yüzde 50'sinden daha fazlasının dişinde dolgu bulunuyor ve bu dolguların büyük çoğunluğu "amalgam dolgu" denilen çeşit. Ancak amalgam dolgu içindeki cıva sizi zehirleyebilir.
İngiliz televizyon sunucusu Jameela Jamil'in başına gelenler de bunun bir örneği. Çocukken dişine 10 dolgu yaptıran 21 yaşındaki genç sunucu uzunca bir süre şikayetlerinin kaynağının ne olduğunu bilmeden yaşamaya devam etti.
VÜCUDUNDA YÜKSEK ORANDA CIVA TESPİT EDİLDİ
Jamil, "Sabahları kalkıyordum ve ağzımda garip bir tat oluyordu. Sebebinin gece su içmemek olduğunu sanıyordum. Bazen o kadar kötü görünüyordum ki işe gittiğimde makyözler beni eve geri yolluyor ve ekrana çıkmamam gerektiğini söylüyordu. Ancak daha sonra yapılan testlerde vücudumda yüksek miktarda cıva olduğu tespit edildi. Ardından da dolgularımdan kurtulmam gerektiğine karar verdim." dedi. Genç kadın amalgam dolgularından kurtulduktan sonra kendini çok daha iyi ifade ettiğini söylerken, uzmanlar bu riskin aslında çok düşük olduğunu belirtiyor.
CIVA ZEHİRLENMESİ ZATÜRREE VE BRONŞİTE NEDEN OLUYOR
150 yıldır kullanılan amalgam dolguların içindeki cıva dolgunun sağlam olmasını ve içindeki maddelerin bir arada kalmasını sağlıyor. Uzmanlara göre yüksek miktarda cıva solumak çok ciddi akciğer, böbrek hastalıklarına neden olabiliyor ve bu organlara hasar verebiliyor.
Cıva bronşit ve zatürreyi tetiklediği gibi suzun vadede böbrekleri de etkiliyor ve merkezi sinir sistemi ile kas sorunlarına neden oluyor. Daily Mail'e konuşan Dr. Prem Mahendra amalgam dolguda cıva zehirlenmesinin çok nadir olduğunu söylese de İsveç ve Norveç gibi ülkelerde risklerden dolayı yasaklanmış durumda. (hürriyet.com.tr)
İngiliz televizyon sunucusu Jameela Jamil'in başına gelenler de bunun bir örneği. Çocukken dişine 10 dolgu yaptıran 21 yaşındaki genç sunucu uzunca bir süre şikayetlerinin kaynağının ne olduğunu bilmeden yaşamaya devam etti.
VÜCUDUNDA YÜKSEK ORANDA CIVA TESPİT EDİLDİ
Jamil, "Sabahları kalkıyordum ve ağzımda garip bir tat oluyordu. Sebebinin gece su içmemek olduğunu sanıyordum. Bazen o kadar kötü görünüyordum ki işe gittiğimde makyözler beni eve geri yolluyor ve ekrana çıkmamam gerektiğini söylüyordu. Ancak daha sonra yapılan testlerde vücudumda yüksek miktarda cıva olduğu tespit edildi. Ardından da dolgularımdan kurtulmam gerektiğine karar verdim." dedi. Genç kadın amalgam dolgularından kurtulduktan sonra kendini çok daha iyi ifade ettiğini söylerken, uzmanlar bu riskin aslında çok düşük olduğunu belirtiyor.
CIVA ZEHİRLENMESİ ZATÜRREE VE BRONŞİTE NEDEN OLUYOR
150 yıldır kullanılan amalgam dolguların içindeki cıva dolgunun sağlam olmasını ve içindeki maddelerin bir arada kalmasını sağlıyor. Uzmanlara göre yüksek miktarda cıva solumak çok ciddi akciğer, böbrek hastalıklarına neden olabiliyor ve bu organlara hasar verebiliyor.
Cıva bronşit ve zatürreyi tetiklediği gibi suzun vadede böbrekleri de etkiliyor ve merkezi sinir sistemi ile kas sorunlarına neden oluyor. Daily Mail'e konuşan Dr. Prem Mahendra amalgam dolguda cıva zehirlenmesinin çok nadir olduğunu söylese de İsveç ve Norveç gibi ülkelerde risklerden dolayı yasaklanmış durumda. (hürriyet.com.tr)
Etiketler:
diş,
diş dolgusu,
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sgk,
zehirlenme
19 Nisan 2015 Pazar
Avuç içi okuma sistemini 2 bin 500 dolara aldılar 25 dolara satamıyorlar
Sağlık Bakanlığı'nın hastanelerdeki ihmalleri ortadan kaldırmak amacıyla 2013 yılında uygulamaya koyduğu Biyometrik Kimlik Doğrulama (Avuç içi damar okuma) cihazları depolarda çürüyor.
Danıştay'ın kararının ardından Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) 8 Kasım 2014'te uygulamanın sona erdirildiğini duyurmasının ardından, cihazlarla ilgili adım atılmadı. Milyonlarca dolar ödenen cihazlar depolara kaldırıldı. Tanesine 2 bin 500 dolar (yaklaşık 6 bin 750 TL) ödeyen hastane sahipleri, şimdi cihazları 25 dolara (yaklaşık 60 TL) satacak kimse bulamıyor.
Avuç içi damar okuma sistemi, sağlık bakanlığı tarafından Aralık 2013'te zorunlu hale getirildi. Zorunluluk sebebiyle özel hastaneler tanesi 2 bin 500 TL'den el okuma cihazlarını satın aldı. Sistemin en küçük hastaneye maliyeti 20-30 bin doları buldu. Ancak Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) üyesi Mahmut Konuk, 'kişinin rızası olmadan bu işlemin yapılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, kimlik bilgilerinin başkalarının eline geçebileceği' gerekçesiyle uygulamanın iptali için Danıştay'a başvurdu. Danıştay 15. Dairesi, geçen ekim ayında biyometrik kimlik doğrulama sistemi hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Sosyal Güvenlik Kurumu ise Danıştay'ın kararının ardından sistemin uygulamasına gerek kalmadığını duyurdu Ancak alınan cihazların akıbetinin ne olacağına ilişkin bir açıklama yapmadı.
Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği Genel Başkanı Dr. Reşat Bahat, boşa yatırım yapmış oldukları için yaşananı, 'çok keyifsiz bir durum' şeklinde tanımladı. Bahat, şunları dile getirdi: "Gereksiz 1 lira da büyük yatırımdır, gereksiz bir milyon dolar da iyi değildir. Bunun, sektöre, Türk insanına fayda sağlayacak, kamuya fayda sağlayacak olması önemliydi. Ancak şu anda bundan fayda gören, satanın dışında fayda gören yok gibi görünüyor. Kanaatimce, sektörün disipline edilmesi, çoklu kullanımı engellemek için tedbirler lazım mı, tabi ki lazım. Hem devlet hastanesinde hem özel hastanelerde kamu ve özel kaynakların kötü kullanılmaması gerekiyor. Ancak şu an boşa yatırım yapmış olduğumuz için bizim açımızdan çok keyifsiz. Sosyal Güvenlik Kurumu'nun, bize verdiği bu zararı bir şekilde telafi etmesi lazım."
KOÇAK: BU CİHAZLARA ÖDENEN PARA NE OLACAK
Bursa Özel Sağlık Kuruluşları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koçak da özel sağlık kurumlarının, Eylül 2013 tarihinden itibaren bu cihazları satın aldığını hatırlatarak, "Hem ayaktan muayenede, hem yatışta hem fizik tedavide, hem diyaliz gibi bir çok işlemde provizyon alınmamışsa kurum onun parasını ödemiyordu. O yüzden cihazlar satın alınmıştı. Tanesine 2 bin 500 dolar para verdiğimiz cihazlar milletin elinde patlamış durumda. Bunlar şu an bir işe yaramıyor. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. En küçük hastanede en az 3 tane var. 5 tane, 10 tane olan hastaneler var. Bu cihazlar atıl kalacaksa ödenen bu kadar para için ne yapılacak. Kullanımda zorunluluğu kalkan bu cihazların finansmanı ne olacak?"
BİNLERCE CİHAZ DEPOLARDA ÇÜRÜYOR
Özel hastanelerin kısa süre kullandığı Biyometrik Kimlik Doğrulama cihazları, SGK'nın kararı ardından depolara kaldırıldı. SGK ile ilişkilerinin bozulmaması için isimlerinin açıklanmasını istemeyen hastane yöneticileri, binlerce dolar ödedikleri cihazları çürümeye terk etmenin üzüntüsünü yaşıyor. Hastaneye yöneticileri, "Zorunlu olduğu için 2 bin 500 dolara aldığımız cihazları bugün 25 dolara satamıyoruz. Bu haksızlık." diye konuştular. (hürriyet.com.tr)
Danıştay'ın kararının ardından Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) 8 Kasım 2014'te uygulamanın sona erdirildiğini duyurmasının ardından, cihazlarla ilgili adım atılmadı. Milyonlarca dolar ödenen cihazlar depolara kaldırıldı. Tanesine 2 bin 500 dolar (yaklaşık 6 bin 750 TL) ödeyen hastane sahipleri, şimdi cihazları 25 dolara (yaklaşık 60 TL) satacak kimse bulamıyor.
Avuç içi damar okuma sistemi, sağlık bakanlığı tarafından Aralık 2013'te zorunlu hale getirildi. Zorunluluk sebebiyle özel hastaneler tanesi 2 bin 500 TL'den el okuma cihazlarını satın aldı. Sistemin en küçük hastaneye maliyeti 20-30 bin doları buldu. Ancak Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) üyesi Mahmut Konuk, 'kişinin rızası olmadan bu işlemin yapılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, kimlik bilgilerinin başkalarının eline geçebileceği' gerekçesiyle uygulamanın iptali için Danıştay'a başvurdu. Danıştay 15. Dairesi, geçen ekim ayında biyometrik kimlik doğrulama sistemi hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Sosyal Güvenlik Kurumu ise Danıştay'ın kararının ardından sistemin uygulamasına gerek kalmadığını duyurdu Ancak alınan cihazların akıbetinin ne olacağına ilişkin bir açıklama yapmadı.
Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği Genel Başkanı Dr. Reşat Bahat, boşa yatırım yapmış oldukları için yaşananı, 'çok keyifsiz bir durum' şeklinde tanımladı. Bahat, şunları dile getirdi: "Gereksiz 1 lira da büyük yatırımdır, gereksiz bir milyon dolar da iyi değildir. Bunun, sektöre, Türk insanına fayda sağlayacak, kamuya fayda sağlayacak olması önemliydi. Ancak şu anda bundan fayda gören, satanın dışında fayda gören yok gibi görünüyor. Kanaatimce, sektörün disipline edilmesi, çoklu kullanımı engellemek için tedbirler lazım mı, tabi ki lazım. Hem devlet hastanesinde hem özel hastanelerde kamu ve özel kaynakların kötü kullanılmaması gerekiyor. Ancak şu an boşa yatırım yapmış olduğumuz için bizim açımızdan çok keyifsiz. Sosyal Güvenlik Kurumu'nun, bize verdiği bu zararı bir şekilde telafi etmesi lazım."
KOÇAK: BU CİHAZLARA ÖDENEN PARA NE OLACAK
Bursa Özel Sağlık Kuruluşları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koçak da özel sağlık kurumlarının, Eylül 2013 tarihinden itibaren bu cihazları satın aldığını hatırlatarak, "Hem ayaktan muayenede, hem yatışta hem fizik tedavide, hem diyaliz gibi bir çok işlemde provizyon alınmamışsa kurum onun parasını ödemiyordu. O yüzden cihazlar satın alınmıştı. Tanesine 2 bin 500 dolar para verdiğimiz cihazlar milletin elinde patlamış durumda. Bunlar şu an bir işe yaramıyor. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. En küçük hastanede en az 3 tane var. 5 tane, 10 tane olan hastaneler var. Bu cihazlar atıl kalacaksa ödenen bu kadar para için ne yapılacak. Kullanımda zorunluluğu kalkan bu cihazların finansmanı ne olacak?"
BİNLERCE CİHAZ DEPOLARDA ÇÜRÜYOR
Özel hastanelerin kısa süre kullandığı Biyometrik Kimlik Doğrulama cihazları, SGK'nın kararı ardından depolara kaldırıldı. SGK ile ilişkilerinin bozulmaması için isimlerinin açıklanmasını istemeyen hastane yöneticileri, binlerce dolar ödedikleri cihazları çürümeye terk etmenin üzüntüsünü yaşıyor. Hastaneye yöneticileri, "Zorunlu olduğu için 2 bin 500 dolara aldığımız cihazları bugün 25 dolara satamıyoruz. Bu haksızlık." diye konuştular. (hürriyet.com.tr)
Etiketler:
haber,
hastane,
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sgk
Kadınların kabusu kısırlığa neden oluyor
Miyomlar, rahim ve rahim ağzında görülen normal dışı düz kas dokusu büyümeleridir.
Miyomlar rahimde, miyometrium adı verilen kas tabakasında bulunan düz kas hücrelerinin anormal büyümesi ile oluşur. Çoğu zaman birden fazla sayıda miyomgelişir.
Ferti-Jin Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, “Rahim ve rahim duvarında gelişen, kısırlığa ve düşüğe neden olabilen miyomları ciddiye alın. Kasıklarınızda Ağrı hissettiğinizde doktora başvurun” diyerek kadınları uyarıyor.
Ferti-Jin Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, kadınların korkulu rüyası miyomları anlattı:
Miyom ne sıklıkta ve kimlerde görülür?
Miyomlar her dört kadından birinde görülür. 30-40 yaşlarında görülen miyomlar, menopoz sonrasında küçülür. 40 yaşın üzerindeki kadınların yüzde 40'ında miyom vardır ve miyomu olan kadınların yaklaşık yüzde 75'i miyomunun olduğunun farkında değildir.
Miyom neden oluşur?
Miyomların kesin nedeni bilinmemekle beraber östrojenin (kadınlık hormonu), miyomların büyümesine yol açtığı düşünülmektedir. gebelik sırasında, salınan östrojen miktarı arttığından miyomlar bu dönemde büyür. Menopoz döneminde ise östrojen düzeyi azalır ve miyomlar küçülür. Ailesinde özellikle annesi, kız kardeşi veya anneannesinde miyom olan kişilerde miyom gelişme olasılığı fazladır.
Miyomlar ne hızda büyür?
Genellikle çok yavaş büyüyen miyomlar, gebelik döneminde ve östrojen içeren hormon tedavisi gören kadınlarda hızlı büyür.
Doğum kontrol hapları miyomlara neden olur mu?
Eskiden doğum kontrol haplarının, östrojen ve progesteron içerdiği için miyomlara neden oldukları düşünülmekteydi. Fakat yapılan çalışmalarda miyom oluşma riski açısından doğum kontrol hapları kullanan ve kullanmayan kadınlar arasında hiçbir fark bulunamadı.
Miyomların değişik tipleri var mıdır?
Miyomlar genellikle rahimde, nadiren de rahim ağzında görülür. Miyomlar rahimde yerleşmiş oldukları tabakaya göre tiplere ayrılır:
Subseröz miyomlar: Rahmin dış tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
İntramural miyomlar: Rahmin orta tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
Submüköz miyomlar: Rahmin iç tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
Saplı miyomlar: Rahim dışına doğru büyüyen miyomlardır.
Parazitik miyomlar: Karın içinde rahim dışında yerleşmiş miyomlardır.
Miyomların belirtileri nelerdir?
Birçok miyom hiçbir bulgu vermez. Miyomların yol açtığı yakınmalar; miyomların büyüklüğü, yerleşim yeri ve sayısına göre değişir. Miyomların en sık yol açtığı yakınmalar: Kasık ve karın ağrısı, kasıkta ve karında dolgunluk ve basınç hissi, cinsel ilişki sırasında ağrı, fazla ve uzun süren adet kanaması ve ara kanamalardır. Miyomların endometriuma (rahmin iç tabakasına) bası yapmasından dolayı adet kanamaları arasında anormal kanamalar görülür. Azalan mesane kapasitesine bağlı olarak sık sık idrara gitme ihtiyacı hissedilir. Eğer miyoma bağlı bası düzeltilmezse böbrekler zarar görebilir. Rahmin alt bölgesindeki miyomlar kalın bağırsaklar ve rektuma bası yapar. Buna bağlı bağırsak hareketleri güçleşir, kabızlık ve hemoroidler (basur) oluşabilir.
Miyomlar ağrıya neden olabilir mi?
Miyomlar büyüyebilmek için kanlanmaya ve oksijene ihtiyaç duyar. Ani büyüyen miyomlar iyi kanlanamadığı ve oksijen ihtiyacı karşılanamadığında hücre ölümü gerçekleşir ve dejenere olur. Bu sırada ortaya çıkan kimyasallar ağrıya neden olur.
Miyomlar kısırlığa yol açar mı?
Rahim içinde bulunan miyomlar infertiliteye (kısırlığa) neden olabilir. Çocuk sahibi olamayan vakaların yüzde 2-3'ünde infertilite nedeni miyomlardır. Miyomlar endometriumda değişikliklere neden olarak döllenen yumurtanın rahme tutunmasını engelleyebilir. Bunun ötesinde fallop tüplerine (yumurtalık kanallarına) baskı yaparak spermin yumurtaya erişmesini ve döllenmeyi engeller. Miyomlar çıkartıldıktan sonra elde edilen gebelik oranları; hasta yaşı ve gebeliğe engel olan diğer nedenlerin bulunmasına bağlı olmakla beraber genellikle yüksektir.
Miyomlar düşüğe neden olur mu?
Miyomu olan kadınlarda düşük görülme ihtimali yüzde 40 gibi yüksek oranlara ulaşabilir. Endometrial doku ve rahmin kanlanmasındaki bozukluklar erken dönemde düşüklere neden olabilir. Gebelik döneminde artan östrojenin etkisi ile miyomlar büyür, rahimdeki yerleşim ve büyüklüklerine göre bebeğin ve plasentanın (bebeğin eşi) gelişmesini engelleyerek düşüklere yol açar. Miyomların cerrahi ile çıkartılmasından sonra miyoma bağlı düşük yapan hastaların yüzde 80'i sağlıklı çocuk sahibi olabilir.
Miyomların tanısı nasıl konulur?
Basit jinekolojik muayene ile miyomların tanısı konulabilir. Miyomlar erken dönemdeki gebelik, yumurtalık ve bağırsak tümörleri ile karışabildiğinden hastalara mutlaka detaylı inceleme yapılmalıdır. Miyomların tanısında aşağıdaki yöntemler kullanılır.
Ultrason, yüksek frekanstaki ses dalgalarını kullanarak üreme organlarının görüntülenmesini sağlar. Miyomlar 1 cm'den küçük veya çok büyük ise ultrason ile inceleme sağlıklı sonuç vermeyebilir.
Bilgisayarlı tomografi ile rahmin üç boyutlu görüntüsü elde edilir, miyomların tanısında bu yönteme genellikle gerek duyulmaz.
Magnetik Rezonans, miyomların tanısında nadiren başvurulan bir yöntemdir.Bu işlem miyomun büyüklüğü ve yeri hakkında fikir verir.
Histerosalpingografi (HSG-rahim filmi) adı verilen inceleme ile rahim ve fallop tüplerine özel bir boya verilerek bu yapılar değerlendirilir. Rahim ve tüplerdeki anormalliklerin tanısına imkan veren bu yöntem ile miyomların da tanısı konur.
Diagnostik Histeroskopi incelemesinde histeroskop olarak adlandırılan teleskopik bir cihaz ile rahim içi değerlendirilir. Bu yöntem ile aynı zamanda miyomlar çıkartılabilir.
Diagnostik Laparoskopi ile miyomların tanısı konur ve tedavisi yapılabilir. Laparoskop olarak adlandırılan teleskopik bir cihaz ile karından girilerek üreme organları değerlendirilir. Genel anestezi altında yapılan işlem esnasında histeroskopi de uygulanabilir.
Nasıl tedavi edilir?
Düzenli Takip: Tüm miyomların cerrahi ile çıkarılmasına gerek yoktur. Ağrı, basınç hissi, düzensiz ve aşırı kanama yakınmaları olmayan hastaların düzenli kontrolleri yapılarak miyom boyutları takip edilir.
Cerrahi: Yakınmalara yol açan ve hızla büyüyen miyomlar cerrahi olarak çıkartılmalıdır. Rahim bırakılarak sadece miyomların çıkartıldığı ameliyatlara miyomektomi denir.
Cerrahi Histeroskopi: Rahme yerleştirilen histeroskop ile sadece rahim içinde bulunan miyomlar çıkartılabilir.
Cerrahi Laparoskopi: Rahmin dış duvarına yerleşen miyomların çıkartılması için uygulanabilir. İnce bir kesiden laporoskop ile karın içine girilip miyomlar çıkartılır.
Laparatomi: Miyomlar çok büyük veya çok sayıda ise diğer yöntemlere göre daha büyük bir girişim olan laparatomi uygulanabilir.
Miyom ile kist arasındaki fark
Miyom; düz kas hücrelerinin bir araya geldiği, çoğunlukla rahmin içinde veya çevresinde bulunan katı tümörlerdir. Kist ise yumurtalık içindeki içi su dolu keselerdir. Her ikisi de iyi huyludur.
Miyomlar rahimde, miyometrium adı verilen kas tabakasında bulunan düz kas hücrelerinin anormal büyümesi ile oluşur. Çoğu zaman birden fazla sayıda miyomgelişir.
Ferti-Jin Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, “Rahim ve rahim duvarında gelişen, kısırlığa ve düşüğe neden olabilen miyomları ciddiye alın. Kasıklarınızda Ağrı hissettiğinizde doktora başvurun” diyerek kadınları uyarıyor.
Ferti-Jin Kadın Sağlığı ve Tüp Bebek Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir, kadınların korkulu rüyası miyomları anlattı:
Miyom ne sıklıkta ve kimlerde görülür?
Miyomlar her dört kadından birinde görülür. 30-40 yaşlarında görülen miyomlar, menopoz sonrasında küçülür. 40 yaşın üzerindeki kadınların yüzde 40'ında miyom vardır ve miyomu olan kadınların yaklaşık yüzde 75'i miyomunun olduğunun farkında değildir.
Miyom neden oluşur?
Miyomların kesin nedeni bilinmemekle beraber östrojenin (kadınlık hormonu), miyomların büyümesine yol açtığı düşünülmektedir. gebelik sırasında, salınan östrojen miktarı arttığından miyomlar bu dönemde büyür. Menopoz döneminde ise östrojen düzeyi azalır ve miyomlar küçülür. Ailesinde özellikle annesi, kız kardeşi veya anneannesinde miyom olan kişilerde miyom gelişme olasılığı fazladır.
Miyomlar ne hızda büyür?
Genellikle çok yavaş büyüyen miyomlar, gebelik döneminde ve östrojen içeren hormon tedavisi gören kadınlarda hızlı büyür.
Doğum kontrol hapları miyomlara neden olur mu?
Eskiden doğum kontrol haplarının, östrojen ve progesteron içerdiği için miyomlara neden oldukları düşünülmekteydi. Fakat yapılan çalışmalarda miyom oluşma riski açısından doğum kontrol hapları kullanan ve kullanmayan kadınlar arasında hiçbir fark bulunamadı.
Miyomların değişik tipleri var mıdır?
Miyomlar genellikle rahimde, nadiren de rahim ağzında görülür. Miyomlar rahimde yerleşmiş oldukları tabakaya göre tiplere ayrılır:
Subseröz miyomlar: Rahmin dış tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
İntramural miyomlar: Rahmin orta tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
Submüköz miyomlar: Rahmin iç tabakasında yerleşmiş miyomlardır.
Saplı miyomlar: Rahim dışına doğru büyüyen miyomlardır.
Parazitik miyomlar: Karın içinde rahim dışında yerleşmiş miyomlardır.
Miyomların belirtileri nelerdir?
Birçok miyom hiçbir bulgu vermez. Miyomların yol açtığı yakınmalar; miyomların büyüklüğü, yerleşim yeri ve sayısına göre değişir. Miyomların en sık yol açtığı yakınmalar: Kasık ve karın ağrısı, kasıkta ve karında dolgunluk ve basınç hissi, cinsel ilişki sırasında ağrı, fazla ve uzun süren adet kanaması ve ara kanamalardır. Miyomların endometriuma (rahmin iç tabakasına) bası yapmasından dolayı adet kanamaları arasında anormal kanamalar görülür. Azalan mesane kapasitesine bağlı olarak sık sık idrara gitme ihtiyacı hissedilir. Eğer miyoma bağlı bası düzeltilmezse böbrekler zarar görebilir. Rahmin alt bölgesindeki miyomlar kalın bağırsaklar ve rektuma bası yapar. Buna bağlı bağırsak hareketleri güçleşir, kabızlık ve hemoroidler (basur) oluşabilir.
Miyomlar ağrıya neden olabilir mi?
Miyomlar büyüyebilmek için kanlanmaya ve oksijene ihtiyaç duyar. Ani büyüyen miyomlar iyi kanlanamadığı ve oksijen ihtiyacı karşılanamadığında hücre ölümü gerçekleşir ve dejenere olur. Bu sırada ortaya çıkan kimyasallar ağrıya neden olur.
Miyomlar kısırlığa yol açar mı?
Rahim içinde bulunan miyomlar infertiliteye (kısırlığa) neden olabilir. Çocuk sahibi olamayan vakaların yüzde 2-3'ünde infertilite nedeni miyomlardır. Miyomlar endometriumda değişikliklere neden olarak döllenen yumurtanın rahme tutunmasını engelleyebilir. Bunun ötesinde fallop tüplerine (yumurtalık kanallarına) baskı yaparak spermin yumurtaya erişmesini ve döllenmeyi engeller. Miyomlar çıkartıldıktan sonra elde edilen gebelik oranları; hasta yaşı ve gebeliğe engel olan diğer nedenlerin bulunmasına bağlı olmakla beraber genellikle yüksektir.
Miyomlar düşüğe neden olur mu?
Miyomu olan kadınlarda düşük görülme ihtimali yüzde 40 gibi yüksek oranlara ulaşabilir. Endometrial doku ve rahmin kanlanmasındaki bozukluklar erken dönemde düşüklere neden olabilir. Gebelik döneminde artan östrojenin etkisi ile miyomlar büyür, rahimdeki yerleşim ve büyüklüklerine göre bebeğin ve plasentanın (bebeğin eşi) gelişmesini engelleyerek düşüklere yol açar. Miyomların cerrahi ile çıkartılmasından sonra miyoma bağlı düşük yapan hastaların yüzde 80'i sağlıklı çocuk sahibi olabilir.
Miyomların tanısı nasıl konulur?
Basit jinekolojik muayene ile miyomların tanısı konulabilir. Miyomlar erken dönemdeki gebelik, yumurtalık ve bağırsak tümörleri ile karışabildiğinden hastalara mutlaka detaylı inceleme yapılmalıdır. Miyomların tanısında aşağıdaki yöntemler kullanılır.
Ultrason, yüksek frekanstaki ses dalgalarını kullanarak üreme organlarının görüntülenmesini sağlar. Miyomlar 1 cm'den küçük veya çok büyük ise ultrason ile inceleme sağlıklı sonuç vermeyebilir.
Bilgisayarlı tomografi ile rahmin üç boyutlu görüntüsü elde edilir, miyomların tanısında bu yönteme genellikle gerek duyulmaz.
Magnetik Rezonans, miyomların tanısında nadiren başvurulan bir yöntemdir.Bu işlem miyomun büyüklüğü ve yeri hakkında fikir verir.
Histerosalpingografi (HSG-rahim filmi) adı verilen inceleme ile rahim ve fallop tüplerine özel bir boya verilerek bu yapılar değerlendirilir. Rahim ve tüplerdeki anormalliklerin tanısına imkan veren bu yöntem ile miyomların da tanısı konur.
Diagnostik Histeroskopi incelemesinde histeroskop olarak adlandırılan teleskopik bir cihaz ile rahim içi değerlendirilir. Bu yöntem ile aynı zamanda miyomlar çıkartılabilir.
Diagnostik Laparoskopi ile miyomların tanısı konur ve tedavisi yapılabilir. Laparoskop olarak adlandırılan teleskopik bir cihaz ile karından girilerek üreme organları değerlendirilir. Genel anestezi altında yapılan işlem esnasında histeroskopi de uygulanabilir.
Nasıl tedavi edilir?
Düzenli Takip: Tüm miyomların cerrahi ile çıkarılmasına gerek yoktur. Ağrı, basınç hissi, düzensiz ve aşırı kanama yakınmaları olmayan hastaların düzenli kontrolleri yapılarak miyom boyutları takip edilir.
Cerrahi: Yakınmalara yol açan ve hızla büyüyen miyomlar cerrahi olarak çıkartılmalıdır. Rahim bırakılarak sadece miyomların çıkartıldığı ameliyatlara miyomektomi denir.
Cerrahi Histeroskopi: Rahme yerleştirilen histeroskop ile sadece rahim içinde bulunan miyomlar çıkartılabilir.
Cerrahi Laparoskopi: Rahmin dış duvarına yerleşen miyomların çıkartılması için uygulanabilir. İnce bir kesiden laporoskop ile karın içine girilip miyomlar çıkartılır.
Laparatomi: Miyomlar çok büyük veya çok sayıda ise diğer yöntemlere göre daha büyük bir girişim olan laparatomi uygulanabilir.
Miyom ile kist arasındaki fark
Miyom; düz kas hücrelerinin bir araya geldiği, çoğunlukla rahmin içinde veya çevresinde bulunan katı tümörlerdir. Kist ise yumurtalık içindeki içi su dolu keselerdir. Her ikisi de iyi huyludur.
Kabızlığa iyi gelen besinler
Kayısı
Yüksek lif içeren kuru kayısıyı sütle kaynatıp içerseniz kabızlık sorununa iyi gelir.
İncir
Kuru incir gibi yüksek lif oranına sahip meyveler, bağırsaklardaki zehirli maddelerin atılmasına yardımcı olur. Yüksek şeker içeriği nedeniyle şeker hastalığı sorunu olanların fazla tüketmemesi önerilmektedir.
Zeytinyağı
Zeytinyağı, besinlerin bağırsaklar tarafından daha hızlı ve iyi emilmesini sağlar. Bağırsak hareketlerini düzenleyen zeytinyağının hazmı da kolaydır ve kabızlığa çare olur.
Pırasa
Zeytinyağlı olarak pişirilen pırasa, bağırsak dengesini düzene sokuyor ve bu sayede kabızlık sorununa çözüm oluyor. Pırasanın özellikle pirinçsiz tüketlimesi gerektiği belirtiliyor.
Üzüm
Üzüm, kabukları ve çekirdekleriyle birlikte tüketildiğinde veya hoşaf olarak içildiğinde kabızlığa iyi gelmesiyle bilinir. Bağırsakları rahatlatır. Ancak yüksek şeker içerdiğinden diyabetlilerin dikkatli olması gerekmektedir.
Akciğer kanserine "yarım saatte" teşhis
İzmir Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kullanılan bir cihaz sayesinde, yarım saatlik uygulamayla kişinin akciğer kanseri olup olmadığı ameliyata gerek duymadan tespit edilebiliyor
Milliyet'in haberine göre; İzmir Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kullanılan cihazla, kişinin akciğer kanseri olup olmadığı yaklaşık yarım saat içerisinde herhangi bir ameliyata gerek duyulmadan tespit edilebiliyor.
Hastanenin Bronkoskopi Ünitesi Sorumlu Hekimi Onur Fevzi Erer, AA muhabirine yaptığı açıklamada, akciğer kanserlerinde ve tümörlerinde tanı ve evrelemenin çok önemli olduğunu, bunun normalde hastanın ameliyat edilerek alınan parçanın incelenmesi sonucunda tespit edilebildiğini söyledi.
Kanser veya tümörlü dokunun ne kadar yayıldığını bilmenin hastanın tedavisini planlamak adına çok önemli olduğunu vurgulayan Erer, bu tür rahatsızlığı olan birinin ameliyat ve iyileşme süreciyle yaklaşık 1 ay geçirdiğini dile getirdi.
Kanserin yayılması ve tedavisinde sürenin önemine işaret eden Erer, hastanelerinde kullandıkları Endobronşial Ultrasonografi (EBUS) cihazı sayesinde tanı ve evrelemeyi tespitte ameliyatı ortadan kaldırdıklarını ve süreci kısalttıklarını vurguladı.
EBUS cihazıyla ışıklı bir aletle solunum yollarını değerlendirdiklerini, aynı zamanda aletin ucunda ultrasonun olduğunu ifade eden Erer, solunum yollarının yanındaki organlarda da büyümüş lenf bezleri, tümör dokusunu tespit ettiklerini, kanserin yayılımının olup olmadığını görebildiklerini kaydetti.
Kanser ve tümör tanı ve evrelerinde hastanın ameliyata alınarak parçanın incelendiğini ve buna göre sonucun ortaya çıktığını ifade eden Erer, şunları söyledi:
"Bu hasta için oldukça sıkıntı veriyordu. Ameliyat yarası sonra kapatılıyordu, eğer bir durum çıkmazsa boşu boşuna cerrahi işlem uygulanmış oluyordu. Hastaya ekstradan gereksiz cerrahi yöntem uygulanmış oluyordu. Eski yöntemde yapılan işlemler, yaklaşık 1 ayı buluyordu. Biz kapalı yöntemle ışıklı aletle girip baktığımızda tümörün yayılımını görüp oradan parça alabiliyoruz.
Bu parça tümörlü doku içeriyorsa hastayı boşu boşuna ameliyata sokmuyoruz. Kaldı ki eğer o yayılım varsa tümörlü alan lenf bezlerine yayılmışsa hastanın tedavisi bir miktar daha gecikiyordu çünkü cerrahi müdahale sonrasında hastanın iyileşmesini bekliyorduk. Ondan sonra hastaya ilaç, ışın tedavisi planlıyorduk. Yaklaşık yarım saat süren bu yöntemle hasta, Sabah geliyor öğlen gidiyor. Hastanede yatmasına gerek kalmıyor. Birkaç gün içinde de sonuç çıktığında kemoterapi, radyoterapi alacaksa bu planlanıyor. 2011 yılından bu yana 2 binin üzerinde hastaya bunu uyguladık. Ege bölgesine hizmet veriyoruz. Doğru tanı koyma oranımız da dünyayla benzer yüzde 90 oranında."
Günde 2 paket sigara içen kişiye kanser tanısı
EBUS cihazı sayesinde erken dönemde akciğer kanseri olduğunu öğrenen 46 yaşındaki Ahmet Çevik, günde 2 paket sigara içtiğini, sol bacağındaki Ağrı üzerine gittiği hastanede kanında kirlenme tespit edildiğini anlattı.
Bunun üzerine kendisine EBUS cihazıyla yapılan işlemle akciğer tanısı konulduğunu ifade eden Çevik, "3-4 gün içerisinde tanı konulup tedaviye başladım. Şu anda kendimi daha iyi hissediyorum. Ameliyata gerek kalmadan tanı konulması çok mutlu etti beni" dedi.
Milliyet'in haberine göre; İzmir Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kullanılan cihazla, kişinin akciğer kanseri olup olmadığı yaklaşık yarım saat içerisinde herhangi bir ameliyata gerek duyulmadan tespit edilebiliyor.
Hastanenin Bronkoskopi Ünitesi Sorumlu Hekimi Onur Fevzi Erer, AA muhabirine yaptığı açıklamada, akciğer kanserlerinde ve tümörlerinde tanı ve evrelemenin çok önemli olduğunu, bunun normalde hastanın ameliyat edilerek alınan parçanın incelenmesi sonucunda tespit edilebildiğini söyledi.
Kanser veya tümörlü dokunun ne kadar yayıldığını bilmenin hastanın tedavisini planlamak adına çok önemli olduğunu vurgulayan Erer, bu tür rahatsızlığı olan birinin ameliyat ve iyileşme süreciyle yaklaşık 1 ay geçirdiğini dile getirdi.
Kanserin yayılması ve tedavisinde sürenin önemine işaret eden Erer, hastanelerinde kullandıkları Endobronşial Ultrasonografi (EBUS) cihazı sayesinde tanı ve evrelemeyi tespitte ameliyatı ortadan kaldırdıklarını ve süreci kısalttıklarını vurguladı.
EBUS cihazıyla ışıklı bir aletle solunum yollarını değerlendirdiklerini, aynı zamanda aletin ucunda ultrasonun olduğunu ifade eden Erer, solunum yollarının yanındaki organlarda da büyümüş lenf bezleri, tümör dokusunu tespit ettiklerini, kanserin yayılımının olup olmadığını görebildiklerini kaydetti.
Kanser ve tümör tanı ve evrelerinde hastanın ameliyata alınarak parçanın incelendiğini ve buna göre sonucun ortaya çıktığını ifade eden Erer, şunları söyledi:
"Bu hasta için oldukça sıkıntı veriyordu. Ameliyat yarası sonra kapatılıyordu, eğer bir durum çıkmazsa boşu boşuna cerrahi işlem uygulanmış oluyordu. Hastaya ekstradan gereksiz cerrahi yöntem uygulanmış oluyordu. Eski yöntemde yapılan işlemler, yaklaşık 1 ayı buluyordu. Biz kapalı yöntemle ışıklı aletle girip baktığımızda tümörün yayılımını görüp oradan parça alabiliyoruz.
Bu parça tümörlü doku içeriyorsa hastayı boşu boşuna ameliyata sokmuyoruz. Kaldı ki eğer o yayılım varsa tümörlü alan lenf bezlerine yayılmışsa hastanın tedavisi bir miktar daha gecikiyordu çünkü cerrahi müdahale sonrasında hastanın iyileşmesini bekliyorduk. Ondan sonra hastaya ilaç, ışın tedavisi planlıyorduk. Yaklaşık yarım saat süren bu yöntemle hasta, Sabah geliyor öğlen gidiyor. Hastanede yatmasına gerek kalmıyor. Birkaç gün içinde de sonuç çıktığında kemoterapi, radyoterapi alacaksa bu planlanıyor. 2011 yılından bu yana 2 binin üzerinde hastaya bunu uyguladık. Ege bölgesine hizmet veriyoruz. Doğru tanı koyma oranımız da dünyayla benzer yüzde 90 oranında."
Günde 2 paket sigara içen kişiye kanser tanısı
EBUS cihazı sayesinde erken dönemde akciğer kanseri olduğunu öğrenen 46 yaşındaki Ahmet Çevik, günde 2 paket sigara içtiğini, sol bacağındaki Ağrı üzerine gittiği hastanede kanında kirlenme tespit edildiğini anlattı.
Bunun üzerine kendisine EBUS cihazıyla yapılan işlemle akciğer tanısı konulduğunu ifade eden Çevik, "3-4 gün içerisinde tanı konulup tedaviye başladım. Şu anda kendimi daha iyi hissediyorum. Ameliyata gerek kalmadan tanı konulması çok mutlu etti beni" dedi.
Boyun fıtığı ameliyatında harika gelişme
Gelecekte hastaya dokunmadan boyun fıtığı ameliyatı mümkün olabilecek…
Boyun fıtığı ameliyatı değişik teknikler kullanılarak yapılabilir diyen Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan, kullanılan klasik cerrahi yöntemin yanında , mikroteknik ve ciltten müdahale şeklinde (perkütan ) uygulanan çeşitli tekniklerin var olduğunu belirtti.
Ancak günümüzde boyun fıtığı ameliyatlarında uyguladığımız mikroteknik için altın standarttır diyebiliriz. Ciltten itibaren mikroteknik ile çalışmak ameliyatın emniyetini artırır.
Boyun fıtığı ameliyatında mikroteknik kullanılırken sinir elemanlarının yakınında çok ince ve kibar cerrahi aletlerle işlem yapılması gerekir. Uygun seçilmiş hasta, uygun cerrahi aletler, uygun teknik, uygun ekip ve tecrübeli bir cerrah başarı şansını yükselten faktörlerdir.
Bütün bu gelişmelere rağmen biz cerrahlar ne kadar kibar çalışırsak çalışalım neticede hastaya bir şekilde girişim yapıyor, dokunuyoruz. Yani bütün bunlar sonuçta invaziv yöntemlerdir. Geleceğin boyun fıtığı ameliyatlarında hastaya dokunulmayacak, yöntemler non-invaziv olacaktır.
Geleceğin boyun fıtığı ameliyatı nasıl yapılacaktır ?
Hasta sırt üstü yatar pozisyonda rahatça uzanacak ve vücudu bir daha yer değiştirmeyecek tarzda fikse edilecektir. Sonra vücudu uzayda üç boyutlu olarak milyarlarca, trilyonlarca parça şeklinde, bilgisayar tarafından otomatik olarak numaralanacaktır. Böylece insan, kafasındaki saç kılından ayakuçlarındaki tırnaklara kadar, küp veya küre şeklinde, küçücük trilyonlarca numaralanmış parçadan ibaret olarak karşımızda duracaktır.
Bu konumlandırma içerisinde normal ve hastalıklı dokuların uzayda kapladığı hacmi oluşturan trilyonlarca “nanometrik veya daha küçük ölçekteki volümlerin” her birinin kendine özgü birer numarası olacaktır.
Daha sonra hastalığı oluşturan fıtıklaşmış DİSK dokusuna ait numaralar tespit edilecek ve bir tuşa basılarak anında ortamdan kaldırılacaktır.
Bu işlem, o kadar küçük birimlere kadar indirgenip o derece incelikli hale getirilecektir ki, zamanla atom ve atomaltı parçacıklara kadar işlem yapmak mümkün olabilecektir şeklinde açıklama yapan, Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan,geliştirilecek teknoloji ve
uygulanacak yöntem sadece boyun fıtığı ve benzeri hastalıklar için değil tıbbın diğer alanlarında da kullanılacaktır dedi.
Özellikle tümörlerin ve daha pek çok hastalığın tedavisinde işe yarayacaktır. İnsanlık yavaş da olsa sürekli iyiye doğru gitmektedir. Akıllı davranırlarsa, gelecekte insanları çok daha güzel günler beklemektedir.
Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan
Beyin Omurilik Sinir Cerrahı / miliyet.com.tr
Boyun fıtığı ameliyatı değişik teknikler kullanılarak yapılabilir diyen Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan, kullanılan klasik cerrahi yöntemin yanında , mikroteknik ve ciltten müdahale şeklinde (perkütan ) uygulanan çeşitli tekniklerin var olduğunu belirtti.
Ancak günümüzde boyun fıtığı ameliyatlarında uyguladığımız mikroteknik için altın standarttır diyebiliriz. Ciltten itibaren mikroteknik ile çalışmak ameliyatın emniyetini artırır.
Boyun fıtığı ameliyatında mikroteknik kullanılırken sinir elemanlarının yakınında çok ince ve kibar cerrahi aletlerle işlem yapılması gerekir. Uygun seçilmiş hasta, uygun cerrahi aletler, uygun teknik, uygun ekip ve tecrübeli bir cerrah başarı şansını yükselten faktörlerdir.
Bütün bu gelişmelere rağmen biz cerrahlar ne kadar kibar çalışırsak çalışalım neticede hastaya bir şekilde girişim yapıyor, dokunuyoruz. Yani bütün bunlar sonuçta invaziv yöntemlerdir. Geleceğin boyun fıtığı ameliyatlarında hastaya dokunulmayacak, yöntemler non-invaziv olacaktır.
Geleceğin boyun fıtığı ameliyatı nasıl yapılacaktır ?
Hasta sırt üstü yatar pozisyonda rahatça uzanacak ve vücudu bir daha yer değiştirmeyecek tarzda fikse edilecektir. Sonra vücudu uzayda üç boyutlu olarak milyarlarca, trilyonlarca parça şeklinde, bilgisayar tarafından otomatik olarak numaralanacaktır. Böylece insan, kafasındaki saç kılından ayakuçlarındaki tırnaklara kadar, küp veya küre şeklinde, küçücük trilyonlarca numaralanmış parçadan ibaret olarak karşımızda duracaktır.
Bu konumlandırma içerisinde normal ve hastalıklı dokuların uzayda kapladığı hacmi oluşturan trilyonlarca “nanometrik veya daha küçük ölçekteki volümlerin” her birinin kendine özgü birer numarası olacaktır.
Daha sonra hastalığı oluşturan fıtıklaşmış DİSK dokusuna ait numaralar tespit edilecek ve bir tuşa basılarak anında ortamdan kaldırılacaktır.
Bu işlem, o kadar küçük birimlere kadar indirgenip o derece incelikli hale getirilecektir ki, zamanla atom ve atomaltı parçacıklara kadar işlem yapmak mümkün olabilecektir şeklinde açıklama yapan, Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan,geliştirilecek teknoloji ve
uygulanacak yöntem sadece boyun fıtığı ve benzeri hastalıklar için değil tıbbın diğer alanlarında da kullanılacaktır dedi.
Özellikle tümörlerin ve daha pek çok hastalığın tedavisinde işe yarayacaktır. İnsanlık yavaş da olsa sürekli iyiye doğru gitmektedir. Akıllı davranırlarsa, gelecekte insanları çok daha güzel günler beklemektedir.
Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan
Beyin Omurilik Sinir Cerrahı / miliyet.com.tr
Etiketler:
boyun fıtığı,
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sgk,
tedavi
17 Nisan 2015 Cuma
Türk doktordan tüp bebek tedavisinde çığır açan yöntem
Prenses Diana’nın açtığı Liverpool Kadın Hastane’nin Tüp Bebek bölümünün şefi Türk doktor Rafet Gazvani (53), geliştirdikleri yeni tanı ve tedavi yöntemi ile tüp bebek (IVF) tedavisinde çığır açtıklarını söyledi.
Liverpool’lu futbolcu eşlerinin de tedavi için başvurduğu Rafet Gazvani, 1990 yılında uzmanlık eğitimi için geldiği İngiltere’de, IVFTüp Bebek konusunda üst uzmanlık eğitimini Aberdeen Üniversitesi’nde doçent olarak tamamladı.
Daha sonra Liverpool Üniversitesi Kadın Hastanesi IVF klinik şefi olarak atandı. Liverpool Üniversitesi’nde dört yıl dekan yardımcılığı yaptı. Hastalarını Londra, Liverpool ve Manchester’deki muayenehanelerinde tedavi ediyor. Londra ünlü doktorlar sokağı olarak bilinen Harley Street’te muayenehanesi var. Dünyanın her noktasından hastaları var. Yeni geliştirdikleri sistemi anlatan Rafet Gazvani, Bizim geliştirdiğimiz tanı yönteminde önce hastaların rahminden alınan parça üzerinde çalışılarak hastanın rahim içi bağışıklık sistemi üzerinde bilgi sahibi olunuyor. Bu sistemin çalışma hızı ve agresifliğine göre tedavi olarak bazen onu yavaşlatıcı bazen de hızlandırıcı yöntemler embriyoya daha rahim içine konulmadan uygulanıyor. Böylece embriyoların rahim içinde daha rahat bir ortamda bulunarak yaşama şansı arttırılıyor.
Bu yöntemle tedavi olan hastaların gebelik şansı en az iki kat artıyor. Bazı kadınlarda rahim içi bağışıklık sistemi çok aktif olabiliyor. O nedenle annenin bağışıklık sistemi rahimdeki embriyoyu yabancı bir organizma olarak algılayıp saldırarak yaşama şansını azaltabilir. Bizim yaptığımız, böyle durumlarda rahim içi ortamı değiştirerek embriyonun daha rahat yapışmasını ve yaşamasını sağlamak. Böylece eğer embriyonun kalitesi normalse gebeliğin de devamı sağlanmış olur. Bence Perihan hanımdaki başarımızın sırrı da burada. Kendisinde rahim içinde yüksek sayıda Natural Killer (NK) cell dediğimiz bağışıklık sistemi hücresi vardı. Bu yüzden gebe kalamıyordu. Bu hücre sayı ve fonksiyonunu kısa bir süre için azaltıp embriyoyu ondan sonra transfer ettik ve başarılı oldu.
Bu şekilde tedavi olan yüzlerce hastam var. Bu hastalar bizim kliniğimize en az 4-5 başarısız tedavi sonrası gönderilen hastalar. Bizim ileri aylarda devam eden ya da doğurmuş olan gebe oranlarımız, bütün yaş gruplarında %68’dir. Gebeliğin ilk teşhisine bakarsanız %80’i geçer. Bu, bütün yaşlara bakılırsa normal IVF gebelik oranının iki misli bir rakamdır dedi. 7 yıla yakın süredir çocuk sahibi olmak için doktor doktor gezen Cartledge çifti de şifayı Gazvani’de buldu. Almanya’da oturan Perihan Cartledge ve Christopher Edward Cartledge çifti tedavi için Almanya , ABD ve İstanbul’u denedi. Şimdiye kadar 6 IVFEmbriyo transfer ve 2 aşılama yaptıran Perihan Carledge, Gazvani’nin tedavi yöntemi ile hamile kaldığını söyledi. Perihan Cartledge, 5 yılda 7 test geçirdiğini; buradaki başarılı tedavi sonrası anne olacağına hala inanamadığını söyledi. Bir mucizenin gerçekleştiğine dikkat çeken eşi Christopher Edward Cartledge Hala inanamıyoruz. Bugüne kadar hep hayal kırıklığı yaşadık diye konuştu. Rafet Gazvani, Kaliteli embriyolar üretmesine rağmen hamile kalamaması üzerine kendi geliştirdiğimiz test ve tedavi yönteminin IVF ile birlikte uygulanmasını tavsiye ettim diyerek nasıl tedavi sürecine dair bilgi verdi.
(Faruk Zabcı / DHA)
Liverpool’lu futbolcu eşlerinin de tedavi için başvurduğu Rafet Gazvani, 1990 yılında uzmanlık eğitimi için geldiği İngiltere’de, IVFTüp Bebek konusunda üst uzmanlık eğitimini Aberdeen Üniversitesi’nde doçent olarak tamamladı.
Daha sonra Liverpool Üniversitesi Kadın Hastanesi IVF klinik şefi olarak atandı. Liverpool Üniversitesi’nde dört yıl dekan yardımcılığı yaptı. Hastalarını Londra, Liverpool ve Manchester’deki muayenehanelerinde tedavi ediyor. Londra ünlü doktorlar sokağı olarak bilinen Harley Street’te muayenehanesi var. Dünyanın her noktasından hastaları var. Yeni geliştirdikleri sistemi anlatan Rafet Gazvani, Bizim geliştirdiğimiz tanı yönteminde önce hastaların rahminden alınan parça üzerinde çalışılarak hastanın rahim içi bağışıklık sistemi üzerinde bilgi sahibi olunuyor. Bu sistemin çalışma hızı ve agresifliğine göre tedavi olarak bazen onu yavaşlatıcı bazen de hızlandırıcı yöntemler embriyoya daha rahim içine konulmadan uygulanıyor. Böylece embriyoların rahim içinde daha rahat bir ortamda bulunarak yaşama şansı arttırılıyor.
Bu yöntemle tedavi olan hastaların gebelik şansı en az iki kat artıyor. Bazı kadınlarda rahim içi bağışıklık sistemi çok aktif olabiliyor. O nedenle annenin bağışıklık sistemi rahimdeki embriyoyu yabancı bir organizma olarak algılayıp saldırarak yaşama şansını azaltabilir. Bizim yaptığımız, böyle durumlarda rahim içi ortamı değiştirerek embriyonun daha rahat yapışmasını ve yaşamasını sağlamak. Böylece eğer embriyonun kalitesi normalse gebeliğin de devamı sağlanmış olur. Bence Perihan hanımdaki başarımızın sırrı da burada. Kendisinde rahim içinde yüksek sayıda Natural Killer (NK) cell dediğimiz bağışıklık sistemi hücresi vardı. Bu yüzden gebe kalamıyordu. Bu hücre sayı ve fonksiyonunu kısa bir süre için azaltıp embriyoyu ondan sonra transfer ettik ve başarılı oldu.
Bu şekilde tedavi olan yüzlerce hastam var. Bu hastalar bizim kliniğimize en az 4-5 başarısız tedavi sonrası gönderilen hastalar. Bizim ileri aylarda devam eden ya da doğurmuş olan gebe oranlarımız, bütün yaş gruplarında %68’dir. Gebeliğin ilk teşhisine bakarsanız %80’i geçer. Bu, bütün yaşlara bakılırsa normal IVF gebelik oranının iki misli bir rakamdır dedi. 7 yıla yakın süredir çocuk sahibi olmak için doktor doktor gezen Cartledge çifti de şifayı Gazvani’de buldu. Almanya’da oturan Perihan Cartledge ve Christopher Edward Cartledge çifti tedavi için Almanya , ABD ve İstanbul’u denedi. Şimdiye kadar 6 IVFEmbriyo transfer ve 2 aşılama yaptıran Perihan Carledge, Gazvani’nin tedavi yöntemi ile hamile kaldığını söyledi. Perihan Cartledge, 5 yılda 7 test geçirdiğini; buradaki başarılı tedavi sonrası anne olacağına hala inanamadığını söyledi. Bir mucizenin gerçekleştiğine dikkat çeken eşi Christopher Edward Cartledge Hala inanamıyoruz. Bugüne kadar hep hayal kırıklığı yaşadık diye konuştu. Rafet Gazvani, Kaliteli embriyolar üretmesine rağmen hamile kalamaması üzerine kendi geliştirdiğimiz test ve tedavi yönteminin IVF ile birlikte uygulanmasını tavsiye ettim diyerek nasıl tedavi sürecine dair bilgi verdi.
(Faruk Zabcı / DHA)
14 Nisan 2015 Salı
Özgü Namal'ın hipnozla doğum yöntemi hakkında merak ettiğiniz her şey
Özgü Namal hipnozla hazırlandığı ilk doğumunu evde, ebeyle birlikte gerçekleştirdi. Bir yandan sezaryenin önlenemeyen yükselişi sürerken, diğer yandan Namal gibi pekçok gebe ‘normal doğum’u korkusuz ve ağrısız yapmanın yollarını arıyor. Hipnoz da son yılların gözde seçeneklerinden biri.
Hipnozla doğum eğitimlerini veren kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Dr. Ayşe Duman, hipnozlarla kadınlardaki doğum süreciyle ilgili korku, panik, ağrı ve acıdan oluşan negatif algıları değiştirdiklerini söyledi. Hipnozla doğuma hazırlarken aslında gerçek ve doğru telkini verdiklerini belirten Dr. Duman, “Kadınlar doğumlarını anlatırken ağrılar, acılardan bahsediyor. Filmlerde ağrılı doğum sahneleri yer alıyor. Kızlar bu hikayelerle büyüyor, bilinç altlarına doğum eşittir ağrı, acı sıkıntı şeklinde yerleşiyor. Doğuma gergin girenlerin de doğum kanalı daralıyor, geriliyor, buradan çocuk çıkmaya çalışırken gerçek ağrılar oluşuyor. Gerçekte her şey yolunda gittiği sürece doğum ağrılı bir süreç değil.
Anne adayı, eğitim sürecinde aldığı pozitif mesaj ve telkinlerle doğumu daha rahat gerçekleştiriyor. Bazı kadınlara tek seans yeterken, bazılarında 3-4 seans uyguluyoruz. Ayrıca ihtiyaç halinde kendine otohipnoz yapma tekniği de öğretiyoruz” dedi.
JİNEKOLOJİ DERNEĞİ TEMKİNLİ
Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Başkanı Prof. Dr. Cansun Demir, konservatif tıpla ilgili bir dernek olarak ağrısız doğumdan, epidural anesteziyi anladıklarını söyledi. Hipnozla doğumların alternatif tıp yöntemleri arasında yer aldığını belirten Prof. Dr. Demir, “Suda doğum, hipnozla doğum gibi yaklaşımlara dernek olarak hastaları yönlendirmek istemiyoruz. Bu yöntemleri klasik tıpla birleştirenler de var. Ayrıca ev doğumlarını da desteklemiyoruz. Bilhassa köy ortamlarında veya kentte de olsa kötü koşullarda, genellikle de alaylı yetişen ebelerle yapılan ev doğumları sırasında tetanoz olmak üzere pekçok riskli hastalık kapılabilir” dedi.
NEGATİF DUYGULAR, POZİTİFE ÇEVRİLİYOR
Hamile eğitim felsefelerinden biri olan Hypnobirthing’in (hipno doğum) eğitmenlerinden Dr. Hakan Çoker, “Gebe ve eşinin birlikte katıldığı eğitimlerde, derin gevşeme, özel nefes teknikleri, rehberli imgeleme teknikleriyle doğumda bedeni nasıl rahat bırakabileceklerini öğretiyoruz” dedi. Doğumda temel sorunun kadınların korku ve bunun yarattığı gerginlik ve ağrı olduğunu belirten Dr. Çoker, “Doğumu engelleyen, doğumda daha çok ağrı çekmeye, korkmaya yol açan nedenler bilinç altında gizli.
DOĞUMDAN İTİBAREN BİLİNÇ ALTI BİLGİLERİ DEPOLUYOR
Doğumdan itibaren bilinç altımız doğumla ilgili bilgileri depolamaya başlıyor. Günlük hayattaki konuşmaların hepsi farkında olmadan depolanıyor. Bir genç kız doğum yapma yaşına geldiğinde çoktan toplumun negatif hipnozu altına girmiş oluyor. Sakin ve rahat bir doğum için ilk yapılacak şey bu korkuların ve negatif duyguların açığa çıkarılarak temizlenmesi. Seanslarda negatif duygu ve korkular pozitif beklentilerle yer değiştiriyor. Pozitif beklentiler ve güven duygusu doğumları çok kolaylaştırıyor” diye konuştu. HypnoBirthing’in kelimelerle çalıştığını hatırlatan Dr. Çoker, örneğin sancı yerine kasılma veya dalga, ıkınma yerine bebeğe yol verme gibi terimler kullanıldığını söyledi. Dr. Çoker, genellikle 2.5 saatten, 5 seanslık eğitim verdiklerini belirlerek, bu yöntemlere talebin giderek attığını açıkladı.
Mesude Erşan/mersan@hurriyet.com.tr
Hipnozla doğum eğitimlerini veren kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Dr. Ayşe Duman, hipnozlarla kadınlardaki doğum süreciyle ilgili korku, panik, ağrı ve acıdan oluşan negatif algıları değiştirdiklerini söyledi. Hipnozla doğuma hazırlarken aslında gerçek ve doğru telkini verdiklerini belirten Dr. Duman, “Kadınlar doğumlarını anlatırken ağrılar, acılardan bahsediyor. Filmlerde ağrılı doğum sahneleri yer alıyor. Kızlar bu hikayelerle büyüyor, bilinç altlarına doğum eşittir ağrı, acı sıkıntı şeklinde yerleşiyor. Doğuma gergin girenlerin de doğum kanalı daralıyor, geriliyor, buradan çocuk çıkmaya çalışırken gerçek ağrılar oluşuyor. Gerçekte her şey yolunda gittiği sürece doğum ağrılı bir süreç değil.
Anne adayı, eğitim sürecinde aldığı pozitif mesaj ve telkinlerle doğumu daha rahat gerçekleştiriyor. Bazı kadınlara tek seans yeterken, bazılarında 3-4 seans uyguluyoruz. Ayrıca ihtiyaç halinde kendine otohipnoz yapma tekniği de öğretiyoruz” dedi.
JİNEKOLOJİ DERNEĞİ TEMKİNLİ
Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Başkanı Prof. Dr. Cansun Demir, konservatif tıpla ilgili bir dernek olarak ağrısız doğumdan, epidural anesteziyi anladıklarını söyledi. Hipnozla doğumların alternatif tıp yöntemleri arasında yer aldığını belirten Prof. Dr. Demir, “Suda doğum, hipnozla doğum gibi yaklaşımlara dernek olarak hastaları yönlendirmek istemiyoruz. Bu yöntemleri klasik tıpla birleştirenler de var. Ayrıca ev doğumlarını da desteklemiyoruz. Bilhassa köy ortamlarında veya kentte de olsa kötü koşullarda, genellikle de alaylı yetişen ebelerle yapılan ev doğumları sırasında tetanoz olmak üzere pekçok riskli hastalık kapılabilir” dedi.
NEGATİF DUYGULAR, POZİTİFE ÇEVRİLİYOR
Hamile eğitim felsefelerinden biri olan Hypnobirthing’in (hipno doğum) eğitmenlerinden Dr. Hakan Çoker, “Gebe ve eşinin birlikte katıldığı eğitimlerde, derin gevşeme, özel nefes teknikleri, rehberli imgeleme teknikleriyle doğumda bedeni nasıl rahat bırakabileceklerini öğretiyoruz” dedi. Doğumda temel sorunun kadınların korku ve bunun yarattığı gerginlik ve ağrı olduğunu belirten Dr. Çoker, “Doğumu engelleyen, doğumda daha çok ağrı çekmeye, korkmaya yol açan nedenler bilinç altında gizli.
DOĞUMDAN İTİBAREN BİLİNÇ ALTI BİLGİLERİ DEPOLUYOR
Doğumdan itibaren bilinç altımız doğumla ilgili bilgileri depolamaya başlıyor. Günlük hayattaki konuşmaların hepsi farkında olmadan depolanıyor. Bir genç kız doğum yapma yaşına geldiğinde çoktan toplumun negatif hipnozu altına girmiş oluyor. Sakin ve rahat bir doğum için ilk yapılacak şey bu korkuların ve negatif duyguların açığa çıkarılarak temizlenmesi. Seanslarda negatif duygu ve korkular pozitif beklentilerle yer değiştiriyor. Pozitif beklentiler ve güven duygusu doğumları çok kolaylaştırıyor” diye konuştu. HypnoBirthing’in kelimelerle çalıştığını hatırlatan Dr. Çoker, örneğin sancı yerine kasılma veya dalga, ıkınma yerine bebeğe yol verme gibi terimler kullanıldığını söyledi. Dr. Çoker, genellikle 2.5 saatten, 5 seanslık eğitim verdiklerini belirlerek, bu yöntemlere talebin giderek attığını açıkladı.
Mesude Erşan/mersan@hurriyet.com.tr
Köpekler koklayarak kanseri teşhis ediyor
İtalya'da yapılan bir araştırmaya göre, köpekler prostat kanserini koklayarak teşhis edebiliyor.
İtalya'nın Milano kentindeki Humanitas Araştırma Merkezi bünyesindeki üroloji biriminin yaptığı araştırma, köpeklerin yüzde 98 güvenilirlik oranıyla prostat kanserini koklayarak teşhis edebildiğini ortaya koydu.
Araştırma kapsamında 2 köpek, 360’ı prostat kanseri olan, 540’ı ise hasta olmayan 900 erkeğin idrarını kokladı. Araştırma ekibi, köpeklerden birinin kanserli olanların idrarının yüzde 98.7’sini tespit ettiğini, ikinci köpekte ise hasta olanın idrarını belirlemede doğruluk oranının yüzde 97.6 olduğunu açıkladı.
İtalya'nın Milano kentindeki Humanitas Araştırma Merkezi bünyesindeki üroloji biriminin yaptığı araştırma, köpeklerin yüzde 98 güvenilirlik oranıyla prostat kanserini koklayarak teşhis edebildiğini ortaya koydu.
Araştırma kapsamında 2 köpek, 360’ı prostat kanseri olan, 540’ı ise hasta olmayan 900 erkeğin idrarını kokladı. Araştırma ekibi, köpeklerden birinin kanserli olanların idrarının yüzde 98.7’sini tespit ettiğini, ikinci köpekte ise hasta olanın idrarını belirlemede doğruluk oranının yüzde 97.6 olduğunu açıkladı.
13 Nisan 2015 Pazartesi
MHRS | Merkezi Hekim Randevu Sistemi, İnternetten nasıl randevu alınır?
MHRS, Devlet Hastanesi randevu alma hattı Alo 182 nedir? Sağlık Bakanlığı Türkiye’de daha etkin ve verimli bir şekilde sağlık hizmetlerine ulaşılması amacı ile Sağlıkta Dönüşüm Projesini yürürlüğe koydu ve bu program kapsamındaki çalışmaları büyük ölçüde gerçekleştirdi. Bu programın en önemli çalışmalarından biri de Merkezi Hastane Randevu Sistemi yani kısaca MHRS. MHRS sistemine kolayca üye olabilir, MHRS hastane randevunuzu kolayca alabilirsiniz. İşte haberin detayları...
MHRS hastane randevu sistemi ile doktorunuzu kendiniz seçebilirsiniz. Peki MHRS hastane randevu sistemi ile randevu nasıl alınır? sağlık bakanlığı’nın vatandaşlara sunduğu büyük yenilik olan ve birçok ayrıcalık sunan Merkezi Hekim Randevu Sistemi sayesinde artık sıra bekleme derdi ortadan kalktı. İşte MHRS hastane randevu sistemi giriş işlemleri...
MHRS MERKEZİ HEKİM RANDEVU SİSTEMİ NEDİR?
Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS); vatandaşların Sağlık Bakanlığı’na bağlı 2. ve 3. basamak hastaneler ile ağız ve diş sağlığı merkezleri için Alo182 hattından Merkezi Hekim Randevu Sistemi(MHRS)’ni arayarak canlı operatörlerden veya web üzerinden kendilerine istedikleri hastane ve hekimden randevu alabilecekleri bir uygulamadır.
Hastanelerde daha iyi bir kaynak planlanması (iş gücü ve teçhizat kullanımının etkin ve verimli planlanması) yapılarak vatandaş/hasta memnuniyetinin artırılması, hastanelerde kuyrukların azaltılması.
Hastanelerde kaynak kullanımının ve dağıtımının ölçülmesi (iş gücü, makine ve teçhizat kullanımının etkin ve verimli uygulanması) suretiyle; sağlık hizmetleri sunumunun, verim ve kalitesinin artırılması.
Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS) verileriyle, sağlık politikaları geliştirilmesine yardımcı olunması.
MHRS İLE RANDEVU ALINMA YOLLARI
Alo182 Aranarak;
Ev, iş, ankesör ve cep telefonlarından Alo182 aranır.
Çağrıyı karşılayan operatöre hastanın T.C. kimlik numaranız verilir.
Randevu talep edilen hastane, poliklinik ve varsa hekim tercihleri operatöre bildirilir.
Operatör uygun tarih ve saat dilimlerini vatandaşa bildirir.
Vatandaş seçimini yaparak randevusunu alır.
İNTERNET ÜZERİNDEN
*www.hastanerandevu.gov.tr veyaa www.mhrs.gov.tr adresine giriş yapılır.
*Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS) ilk kez giriş yapılırken her vatandaş için ayrı bir hesap açılır.
*Bunun için ilgili yönlendirme adımları takip edilir.
*Hesap açıldıktan sonra “Randevu Al” butonunu kullanarak T.C. kimlik numarası ve belirlenen şifre ile giriş yapılır.
*İstenilen hastane, poliklinik ve hekim tercihi yapılarak randevu alınır.
MOBİL CİHAZ KULLANARAK
Android, IOS, BlackBerry ve Windows işletim sistemlerine sahip akıllı cihazlar (telefon, tablet) için “MHRS Mobil” uygulaması vardır. “MHRS Mobil” cihazınızın kullandığı uygulama marketinden (App Store, Play Store vs.) ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
MHRS ile aldığının randevular için önemli not: Aldığınız randevular için Hastanede sigorta ve kayıt işlemleriniz yapılacağından yeterli bir süre önce, örneğin 25-30 dakika kadar önceden hastanede bulunmanız gerekir.
RANDEVU İPTAL ETME
http://hastanerandevu.gov.tr adresinden randevu al bölüme girdiğinizde T.C. kimlik numaranız ve şifreniz ile giriş yaptıktan sonra sağ taraftaki “Randevu Geçmişi” kısmından randevularınızı görebilir, iptal etmek istediğiniz randevunun sağ tarafındaki “İPTAL ET” butonuna basarak randevunuzu iptal edebilirsiniz. Ayrıca Alo182 MHRS hattını arayarak da randevunuzu iptal ettirebilirsiniz.
MHRS MOBİL UYGULAMASI
Android, IOS, BlackBerry ve Windows işletim sistemlerine sahip akıllı cihazlar (telefon, tablet) için “MHRS Mobil” uygulaması vardır. “MHRS Mobil” cihazınızın kullandığı uygulama marketinden (App Store, Play Store vs.) ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
MHRS ÜCRETLENDİRMESİ
Alo182 Randevu Hattı acil aramalar kapsamında olmadığından ücretlidir.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ücretlendirmede ana kuralları ve üst sınırı belirlemektedir. Hem sabit hatlardan hem de cep telefonlarından 182' yi aramak sabit bir telefon hattını aramakla eşdeğerdir. BTK’ ya göre Türkiye’ de sabit hatları aramak dakikası en fazla 46,25 kuruştur. Türk-Telekom dakikası 7-15 kr. arası ücretlendirme yapmakta olup, tarifeler değişebilmektedir. GSM firmaları da BTK’ nın belirlediği bu üst sınırı geçemez.
Ayrıca vatandaşlarımız sözleşme veya paketlerinde geçerli olan bedava dakikalarını da kullanabilmektedirler.
Sağlık Bakanlığı’ nın bu hat üzerinden gelir elde etmesi ya da vatandaşların telefon hattına ilave bir ücretin faturalandırılması söz konusu değildir. İnternet ve akıllı cihazlar (cep telefonu, tablet vs.) üzerinden alınan randevular ise ücretsizdir. (Kaynak:hürriyet.com.tr)
MHRS hastane randevu sistemi ile doktorunuzu kendiniz seçebilirsiniz. Peki MHRS hastane randevu sistemi ile randevu nasıl alınır? sağlık bakanlığı’nın vatandaşlara sunduğu büyük yenilik olan ve birçok ayrıcalık sunan Merkezi Hekim Randevu Sistemi sayesinde artık sıra bekleme derdi ortadan kalktı. İşte MHRS hastane randevu sistemi giriş işlemleri...
MHRS MERKEZİ HEKİM RANDEVU SİSTEMİ NEDİR?
Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS); vatandaşların Sağlık Bakanlığı’na bağlı 2. ve 3. basamak hastaneler ile ağız ve diş sağlığı merkezleri için Alo182 hattından Merkezi Hekim Randevu Sistemi(MHRS)’ni arayarak canlı operatörlerden veya web üzerinden kendilerine istedikleri hastane ve hekimden randevu alabilecekleri bir uygulamadır.
Hastanelerde daha iyi bir kaynak planlanması (iş gücü ve teçhizat kullanımının etkin ve verimli planlanması) yapılarak vatandaş/hasta memnuniyetinin artırılması, hastanelerde kuyrukların azaltılması.
Hastanelerde kaynak kullanımının ve dağıtımının ölçülmesi (iş gücü, makine ve teçhizat kullanımının etkin ve verimli uygulanması) suretiyle; sağlık hizmetleri sunumunun, verim ve kalitesinin artırılması.
Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS) verileriyle, sağlık politikaları geliştirilmesine yardımcı olunması.
Alo182 Aranarak;
Ev, iş, ankesör ve cep telefonlarından Alo182 aranır.
Çağrıyı karşılayan operatöre hastanın T.C. kimlik numaranız verilir.
Randevu talep edilen hastane, poliklinik ve varsa hekim tercihleri operatöre bildirilir.
Operatör uygun tarih ve saat dilimlerini vatandaşa bildirir.
Vatandaş seçimini yaparak randevusunu alır.
İNTERNET ÜZERİNDEN
*www.hastanerandevu.gov.tr veyaa www.mhrs.gov.tr adresine giriş yapılır.
*Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS) ilk kez giriş yapılırken her vatandaş için ayrı bir hesap açılır.
*Bunun için ilgili yönlendirme adımları takip edilir.
*Hesap açıldıktan sonra “Randevu Al” butonunu kullanarak T.C. kimlik numarası ve belirlenen şifre ile giriş yapılır.
*İstenilen hastane, poliklinik ve hekim tercihi yapılarak randevu alınır.
MOBİL CİHAZ KULLANARAK
Android, IOS, BlackBerry ve Windows işletim sistemlerine sahip akıllı cihazlar (telefon, tablet) için “MHRS Mobil” uygulaması vardır. “MHRS Mobil” cihazınızın kullandığı uygulama marketinden (App Store, Play Store vs.) ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
MHRS ile aldığının randevular için önemli not: Aldığınız randevular için Hastanede sigorta ve kayıt işlemleriniz yapılacağından yeterli bir süre önce, örneğin 25-30 dakika kadar önceden hastanede bulunmanız gerekir.
RANDEVU İPTAL ETME
http://hastanerandevu.gov.tr adresinden randevu al bölüme girdiğinizde T.C. kimlik numaranız ve şifreniz ile giriş yaptıktan sonra sağ taraftaki “Randevu Geçmişi” kısmından randevularınızı görebilir, iptal etmek istediğiniz randevunun sağ tarafındaki “İPTAL ET” butonuna basarak randevunuzu iptal edebilirsiniz. Ayrıca Alo182 MHRS hattını arayarak da randevunuzu iptal ettirebilirsiniz.
MHRS MOBİL UYGULAMASI
Android, IOS, BlackBerry ve Windows işletim sistemlerine sahip akıllı cihazlar (telefon, tablet) için “MHRS Mobil” uygulaması vardır. “MHRS Mobil” cihazınızın kullandığı uygulama marketinden (App Store, Play Store vs.) ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
MHRS ÜCRETLENDİRMESİ
Alo182 Randevu Hattı acil aramalar kapsamında olmadığından ücretlidir.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ücretlendirmede ana kuralları ve üst sınırı belirlemektedir. Hem sabit hatlardan hem de cep telefonlarından 182' yi aramak sabit bir telefon hattını aramakla eşdeğerdir. BTK’ ya göre Türkiye’ de sabit hatları aramak dakikası en fazla 46,25 kuruştur. Türk-Telekom dakikası 7-15 kr. arası ücretlendirme yapmakta olup, tarifeler değişebilmektedir. GSM firmaları da BTK’ nın belirlediği bu üst sınırı geçemez.
Ayrıca vatandaşlarımız sözleşme veya paketlerinde geçerli olan bedava dakikalarını da kullanabilmektedirler.
Sağlık Bakanlığı’ nın bu hat üzerinden gelir elde etmesi ya da vatandaşların telefon hattına ilave bir ücretin faturalandırılması söz konusu değildir. İnternet ve akıllı cihazlar (cep telefonu, tablet vs.) üzerinden alınan randevular ise ücretsizdir. (Kaynak:hürriyet.com.tr)
Ünlü kalp cerrahı hayatını kaybetti
Denizli’de özel bir hastanede başhekim olarak görev yapan kalp cerrahı 63 yaşındaki Murat Alten, aort damarının patlaması sonucu hayatını kaybetti.
Denizli Tabip Odası’nda başkanlık da yapan Kalp ve Damar Cerrahı Dr. Murat Alten, uzun yıllar Denizli Devlet Hastanesi’nde görev yaptıktan sonra Özel Sağlık Hastanesi’nde başhekim olarak görev yapmaya başladı. Girdiği kalp ameliyatlarındaki başarısıyla adından söz ettiren Alten, evinde dinlendiği sırada aort damarının patlamasıyla hayatını kaybetti. Murat Alten’in ölümü yakınlarını üzüntüye boğdu.
Denizli Tabip Odası’nda başkanlık da yapan Kalp ve Damar Cerrahı Dr. Murat Alten, uzun yıllar Denizli Devlet Hastanesi’nde görev yaptıktan sonra Özel Sağlık Hastanesi’nde başhekim olarak görev yapmaya başladı. Girdiği kalp ameliyatlarındaki başarısıyla adından söz ettiren Alten, evinde dinlendiği sırada aort damarının patlamasıyla hayatını kaybetti. Murat Alten’in ölümü yakınlarını üzüntüye boğdu.
Baharda alerjik nezleye dikkat
Halk arasında ‘saman nezlesi’ olarak da bilinen alerjik nezle, burun akıntısı ve tıkanıklığı ile kendini gösteriyor.
Özellikle bahar aylarında da görülme sıklığı artıyor. Alerjik nezlenin soğuk algınlığı ile karıştırılan bir hastalık olduğunu belirten Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Uzmanı Prof. Dr. İpek Özkan Akman, “Hayvan tüyleri, Duman, toz ve polen gibi alerjenler, alerjik nezleye neden olabiliyor. Bu durum, çocuklarda astımı da tetikliyor. Önlem alınmadığında ise çocuk yaşlarda görülen alerjik nezle, tüm yaşam boyunca birlikte yaşamayı gerektiren bir hastalık haline gelebiliyor” dedi ve şu bilgileri verdi:
Alerjik nezle en sık görülen alerjik hastalıklardan biridir. Alerji, vücudun bağışıklık sisteminin yabancı bir maddeye (antijen) yanıt vermesiyle oluşur. Burun mukozası polen, ev tozu gibi antijenlerle karşılaştıktan sonra iltihaplanır. Hapşırma, gözlerde, burunda kaşıntı, burun tıkanıklığı, akıntısı ve baş ağrısı hastalığın belirtileri arasındadır. Bazı hastalarda işitme problemleri, boğaz ağrısı, ses kısıklığı ve öksürük de görülebilir.
Alerji yakınmaları kimilerinde bütün bir yıl boyunca sürerken, kimilerinde ise belli mevsimlerde artış gösterir. Mevsimsel alerjik nezle ya da bahar nezlesi olan kişilerin yakınmaları özellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkar. Alerjik nezleye en sık neden olan alerjenler çim polenleri, ağaç polenleri ve yabani ot polenleridir. Yıl boyu alerjik nezle yakınması olanlarda ise ev tozu akarı, küf mantarları ve hayvan tüyleri en sık rastlanılan alerjenlerdir. Diğer taraftan hava kirliliği de alerji yakınmalarını arttırıyor.
Astım oranını 4 kat arttırıyor
Son yıllarda özellikle gelişmiş ülkelerde hem alerjik nezle hem de astım sıklığında bir artış gözlenmektedir. Genel olarak alerjik nezlesi olan hastaların astım geliştirme risklerinin 4 kat arttığı kabul ediliyor. Ayrıca sinüzit, burun tıkanıklığı nedeniyle diş ve ağız yapısında gelişme bozuklukları, orta kulak hastalıkları alerjik nezle ile birlikte görülebilen hastalıklar olarak sayılabilir. Bu nedenle sık orta kulak iltihabı veya sinüzit geçiren çocuklarda da alerji olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Genetik yatkınlık teşhiste önemli
Alerjik nezle teşhisinde hastanın bulgularının sorgulanması çok önemlidir. Hastanın yaşı, hangi ortamlarda şikayetlerinin arttığı, daha önce hangi ilaçları kullandığı ve özellikle ailesinde alerjisi olan başka kimse olup olmadığı mutlaka sorulmalıdır. Alerji, genetik bir hastalık olduğundan ailede başka bireylerde alerji olması tanıda çok yardımcı olabilir. Muayene bulguları alerjiyi düşündürüyorsa alerji testleri uygulanmalıdır.
Alerji testleri deri testlerinin yanı sıra kanda alerjenlerin incelenmesi yöntemleriyle yapılabilir. Alerjik nezlenin tedavisi için ise alerjenle karşılaşmanın önlenmesi, ilaç ve aşı tedavisi uygulanabilir. Alerji ilaçları kullanıldığı sürece şikayetler üzerinde etkili olur. İlaç tedavisi kesildiğinde, alerji belirtileri kısa sürede tekrarlar. Bu nedenle alerjisi olanlar alerji mevsimi başlamadan en az 2 hafta önce ilaç kullanmaya başlamalıdırlar. Aşı tedavisi alerji yakınmaları üzerinde uzun süre etkili olan, hatta sona erdirildikten sonra bile etkinliğini devam ettiren bir tedavi yöntemidir.
Yapılan araştırmalar aşı tedavisinin yeni alerjilerin gelişmesini önleyebileceği, çocuklarda astım gelişme riskini azaltabileceği gösteriyor. Bu tedaviye cevap vermeyen kişilerin kulak burun boğaz uzmanı tarafından muayeneleri detaylı olarak yapılmalı. Çocuklarda geniz eti, erişkin hastalarda kıkırdak eğriliği, burun polipleri, sinüzit olup olmadığı araştırılmalıdır. (pembenar.com.tr)
Özellikle bahar aylarında da görülme sıklığı artıyor. Alerjik nezlenin soğuk algınlığı ile karıştırılan bir hastalık olduğunu belirten Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Uzmanı Prof. Dr. İpek Özkan Akman, “Hayvan tüyleri, Duman, toz ve polen gibi alerjenler, alerjik nezleye neden olabiliyor. Bu durum, çocuklarda astımı da tetikliyor. Önlem alınmadığında ise çocuk yaşlarda görülen alerjik nezle, tüm yaşam boyunca birlikte yaşamayı gerektiren bir hastalık haline gelebiliyor” dedi ve şu bilgileri verdi:
Alerjik nezle en sık görülen alerjik hastalıklardan biridir. Alerji, vücudun bağışıklık sisteminin yabancı bir maddeye (antijen) yanıt vermesiyle oluşur. Burun mukozası polen, ev tozu gibi antijenlerle karşılaştıktan sonra iltihaplanır. Hapşırma, gözlerde, burunda kaşıntı, burun tıkanıklığı, akıntısı ve baş ağrısı hastalığın belirtileri arasındadır. Bazı hastalarda işitme problemleri, boğaz ağrısı, ses kısıklığı ve öksürük de görülebilir.
Alerji yakınmaları kimilerinde bütün bir yıl boyunca sürerken, kimilerinde ise belli mevsimlerde artış gösterir. Mevsimsel alerjik nezle ya da bahar nezlesi olan kişilerin yakınmaları özellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkar. Alerjik nezleye en sık neden olan alerjenler çim polenleri, ağaç polenleri ve yabani ot polenleridir. Yıl boyu alerjik nezle yakınması olanlarda ise ev tozu akarı, küf mantarları ve hayvan tüyleri en sık rastlanılan alerjenlerdir. Diğer taraftan hava kirliliği de alerji yakınmalarını arttırıyor.
Astım oranını 4 kat arttırıyor
Son yıllarda özellikle gelişmiş ülkelerde hem alerjik nezle hem de astım sıklığında bir artış gözlenmektedir. Genel olarak alerjik nezlesi olan hastaların astım geliştirme risklerinin 4 kat arttığı kabul ediliyor. Ayrıca sinüzit, burun tıkanıklığı nedeniyle diş ve ağız yapısında gelişme bozuklukları, orta kulak hastalıkları alerjik nezle ile birlikte görülebilen hastalıklar olarak sayılabilir. Bu nedenle sık orta kulak iltihabı veya sinüzit geçiren çocuklarda da alerji olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Genetik yatkınlık teşhiste önemli
Alerjik nezle teşhisinde hastanın bulgularının sorgulanması çok önemlidir. Hastanın yaşı, hangi ortamlarda şikayetlerinin arttığı, daha önce hangi ilaçları kullandığı ve özellikle ailesinde alerjisi olan başka kimse olup olmadığı mutlaka sorulmalıdır. Alerji, genetik bir hastalık olduğundan ailede başka bireylerde alerji olması tanıda çok yardımcı olabilir. Muayene bulguları alerjiyi düşündürüyorsa alerji testleri uygulanmalıdır.
Alerji testleri deri testlerinin yanı sıra kanda alerjenlerin incelenmesi yöntemleriyle yapılabilir. Alerjik nezlenin tedavisi için ise alerjenle karşılaşmanın önlenmesi, ilaç ve aşı tedavisi uygulanabilir. Alerji ilaçları kullanıldığı sürece şikayetler üzerinde etkili olur. İlaç tedavisi kesildiğinde, alerji belirtileri kısa sürede tekrarlar. Bu nedenle alerjisi olanlar alerji mevsimi başlamadan en az 2 hafta önce ilaç kullanmaya başlamalıdırlar. Aşı tedavisi alerji yakınmaları üzerinde uzun süre etkili olan, hatta sona erdirildikten sonra bile etkinliğini devam ettiren bir tedavi yöntemidir.
Yapılan araştırmalar aşı tedavisinin yeni alerjilerin gelişmesini önleyebileceği, çocuklarda astım gelişme riskini azaltabileceği gösteriyor. Bu tedaviye cevap vermeyen kişilerin kulak burun boğaz uzmanı tarafından muayeneleri detaylı olarak yapılmalı. Çocuklarda geniz eti, erişkin hastalarda kıkırdak eğriliği, burun polipleri, sinüzit olup olmadığı araştırılmalıdır. (pembenar.com.tr)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)