Çocukların yatırılarak beslenmesi sonucu ağızda kalan besinler nedeniyle mantar oluştuğunu belirten Çocuk Doktoru Prof. Ömer Cevit, bu durumun çocukların gelişimini olumsuz etkileyerek birçok hastalığa davetiye çıkardığını söyledi.
Cumhuriyet Üniversitesi (CÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Cevit, bebeklerin ilk 6 ay mutlaka anne sütüyle beslenmesi gerektiğini hatırlattı.
Çocukların emzirilmesi ve yemek yedirilmesi sırasında beslenme şeklinin çok önemli olduğuna dikkati çeken Cevit, "Çocukları yatırarak beslemeyi kesinlikle uygun bulmuyoruz çünkü yatırılarak beslenen çocuklarda ağız içerisinde besin artıkları kalıyor. Çocuklar yemekten sonra uyutuluyor ve besinler uzun süreli ağızda kalıyor. Bu durumda da besin artıklarının üzerinde mantar üremesi oluyor" diye konuştu.
Bu durumun çocukların sık sık hastalanmalarına ve sağlıklarının bozulmasına neden olduğunu bildiren Cevit, "Ayrıca ağızda kalan besinler kokuşmaya yol açarak sağlıksız bir ortamda reflü hastalığının da altyapısını oluşturabiliyor. Bu açıdan da ailelerin dikkat etmesini öneriyoruz" dedi.
Cevit, ağız içerisinde oluşan mantarın çocuğun beslenme şeklini bozduğunu ve bağırsaklarla ilgili başka hastalıklara neden olabildiğini, ağızda kalan besinlerin orta kulak enfeksiyonuna yol açtığını da anlattı. Ayrıca annelere çocuklarını doyurduktan sonra özellikle ağızlarına 1-2 damla steril su damlatmalarını önerdi. ntvmsnc
30 Kasım 2015 Pazartesi
AIDS yılda yaklaşık 1 milyon can alıyor
Los Angeles'te, 5 Haziran 1981'de ilk kez bir grup eşcinselde rastlanan ve ABD'li oyuncu Rock Hudson'un ölümüne de neden olan AIDS, son 34 yılda yaklaşık 34 milyon kişinin yaşamına mal oldu.
Türk Dermatoloji Derneği Veneroloji Çalışma Grubu Yürütme Kurulu Sekreteri Doç. Dr. Kenan Aydoğan, 1 Aralık 2015 Dünya AIDS Günü dolayısıyla yaptığı yazılı açıklamada, AIDS'in ciddi bir hastalık olduğunu, hastalığı önleyecek bir aşının henüz bulunamadığını, bu nedenle erken tanı ve düzenli takibin tedavi açısından önemli olduğunu belirtti.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) HIV/AIDS Ortak Programı (UNAIDS) 2014 verilerine göre, AIDS nedeniyle son 34 yılda yaklaşık 34 milyon kişinin hayatını kaybettiğini bildirdi.
Aydoğan, "2013 yılında 240 bini çocuk olmak üzere 2.1 milyon yeni HIV/AIDS vakası tespit edilirken, toplam 1,5 milyon kişi bu hastalık sebebiyle ölmüştür. 2014'te ise dünya genelinde 220 bini çocuk hasta olmak üzere 2 milyon yeni hasta tespit edilmiş, 1,2 milyon kişi hayatını kaybetmiştir" bilgisini paylaştı.
TÜRKİYE'DE HER GÜN 6 YENİ VAKA EKLENİYOR
Doç. Dr. Aydoğan, Türkiye'de hastalığın görülme sıklığının dünya ile kıyaslandığında düşük olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti: "Ülkemizde hastalığın görülme sıklığı yüzde 1 olmasına rağmen, her gün eklenen ortalama 6 yeni olguyla giderek artmaktadır. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, geçen yılın sonuna kadar 9 bin 582 kişide HIV virüsü tespit edilirken, 2015 yılı sonunda bu rakamın 11 bini geçeceği tahmin edilmektedir. Özellikle son 4 yıl içinde katlanarak hızlı artışı dikkati çekmektedir."
DÜNYA AIDS İLE 1981'DE TANIŞTI
AIDS, ilk kez 5 Haziran 1981'de ABD'nin California eyaletinin Los Angeles kentinde bir grup eşcinselde görüldü.
Doktorlar, 5 eşcinselde karşılaştıkları belirtilere ve daha önce sağlıklı olan bu kişilerin birden bire nasıl zatürre gibi sıradan hastalıklara yakalandıklarına anlam veremedi. Bundan bir ay sonra 26 Amerikalı eşcinselde ender rastlanan deri kanseri teşhis edilmesinden sonra hastalık, önce "eşcinsel kanseri" olarak adlandırıldı. 20 Mayıs 1983'te Luc Montagnier başkanlığında Paris'teki Pasteur Enstitüsünden bilim adamlarının Amerikan "Science" dergisinde yayımlanan araştırmasında, hastalığa neden olan yeni virüs "tasvir edildi" ve bir hastadan alınan virüse, lenf bezinin büyümesine yol açtığı için önce LAV (Lymphadenopathy Associated Virus-Lenf bezinin büyümesiyle ilgili virüs) adı verildi.
Sonraki yıl Robert Gallo'nun Amerikalı ekibi, virüsün AIDS'in nedeni olduğunu keşfedip HTLV-II (Human T-Lymphotic Virus type 1,2,3 - İnsan T-Lenfosit Virüsü tip 1,2,3) olarak adlandırdı. Gallo ve ekibi yeni tanımladıkları bu virüse benzeyen diğer virüsleri de ayırarak, ayrılan virüslere HTLV-I ve HTLV-II isimlerini verdi. Yeni tanımlanan bu virüsün etiketlenmesinden sonra Uluslararası Virüs Sınıflandırma Komitesi, virüsün adını Human Immuno Deficiency Virus (HIV-İnsan Bağışıklığı Yetmezliği Virüsü) olarak değiştirdi.
Yıllardır milyonlarca insanı etkileyen AIDS'e dikkati çekmek ve kişileri bilinçlendirmek amacıyla 1995'te, 1 Aralık Dünya AIDS Günü olarak belirlendi.
Türk Dermatoloji Derneği Veneroloji Çalışma Grubu Yürütme Kurulu Sekreteri Doç. Dr. Kenan Aydoğan, 1 Aralık 2015 Dünya AIDS Günü dolayısıyla yaptığı yazılı açıklamada, AIDS'in ciddi bir hastalık olduğunu, hastalığı önleyecek bir aşının henüz bulunamadığını, bu nedenle erken tanı ve düzenli takibin tedavi açısından önemli olduğunu belirtti.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) HIV/AIDS Ortak Programı (UNAIDS) 2014 verilerine göre, AIDS nedeniyle son 34 yılda yaklaşık 34 milyon kişinin hayatını kaybettiğini bildirdi.
Aydoğan, "2013 yılında 240 bini çocuk olmak üzere 2.1 milyon yeni HIV/AIDS vakası tespit edilirken, toplam 1,5 milyon kişi bu hastalık sebebiyle ölmüştür. 2014'te ise dünya genelinde 220 bini çocuk hasta olmak üzere 2 milyon yeni hasta tespit edilmiş, 1,2 milyon kişi hayatını kaybetmiştir" bilgisini paylaştı.
TÜRKİYE'DE HER GÜN 6 YENİ VAKA EKLENİYOR
Doç. Dr. Aydoğan, Türkiye'de hastalığın görülme sıklığının dünya ile kıyaslandığında düşük olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti: "Ülkemizde hastalığın görülme sıklığı yüzde 1 olmasına rağmen, her gün eklenen ortalama 6 yeni olguyla giderek artmaktadır. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, geçen yılın sonuna kadar 9 bin 582 kişide HIV virüsü tespit edilirken, 2015 yılı sonunda bu rakamın 11 bini geçeceği tahmin edilmektedir. Özellikle son 4 yıl içinde katlanarak hızlı artışı dikkati çekmektedir."
DÜNYA AIDS İLE 1981'DE TANIŞTI
AIDS, ilk kez 5 Haziran 1981'de ABD'nin California eyaletinin Los Angeles kentinde bir grup eşcinselde görüldü.
Doktorlar, 5 eşcinselde karşılaştıkları belirtilere ve daha önce sağlıklı olan bu kişilerin birden bire nasıl zatürre gibi sıradan hastalıklara yakalandıklarına anlam veremedi. Bundan bir ay sonra 26 Amerikalı eşcinselde ender rastlanan deri kanseri teşhis edilmesinden sonra hastalık, önce "eşcinsel kanseri" olarak adlandırıldı. 20 Mayıs 1983'te Luc Montagnier başkanlığında Paris'teki Pasteur Enstitüsünden bilim adamlarının Amerikan "Science" dergisinde yayımlanan araştırmasında, hastalığa neden olan yeni virüs "tasvir edildi" ve bir hastadan alınan virüse, lenf bezinin büyümesine yol açtığı için önce LAV (Lymphadenopathy Associated Virus-Lenf bezinin büyümesiyle ilgili virüs) adı verildi.
Sonraki yıl Robert Gallo'nun Amerikalı ekibi, virüsün AIDS'in nedeni olduğunu keşfedip HTLV-II (Human T-Lymphotic Virus type 1,2,3 - İnsan T-Lenfosit Virüsü tip 1,2,3) olarak adlandırdı. Gallo ve ekibi yeni tanımladıkları bu virüse benzeyen diğer virüsleri de ayırarak, ayrılan virüslere HTLV-I ve HTLV-II isimlerini verdi. Yeni tanımlanan bu virüsün etiketlenmesinden sonra Uluslararası Virüs Sınıflandırma Komitesi, virüsün adını Human Immuno Deficiency Virus (HIV-İnsan Bağışıklığı Yetmezliği Virüsü) olarak değiştirdi.
Yıllardır milyonlarca insanı etkileyen AIDS'e dikkati çekmek ve kişileri bilinçlendirmek amacıyla 1995'te, 1 Aralık Dünya AIDS Günü olarak belirlendi.
AIDS'TEN ÖLEN ÜNLÜLER
AIDS'in dünyada kamuoyunda hızlı tanınmasında etkili olan ilk isim, Amerikalı sinema oyuncusu Rock Hudson oldu. Kasım 1925'te doğan Hudson, Ekim 1985'te bu hastalıktan yaşamını yitirdi.
Sovyet-Rus baleti, Mart 1938 doğumlu Rudolf Nureyev de Ocak 1993'te bu hastalığın kurbanı oldu.
İngiliz popçu Queen grubunun solisti, Eylül 1946 doğumlu Freddie Mercury de Kasım 1991'de AIDS'ten ölen ünlüler arasında yer aldı. ntvmsnc.com.tr
AIDS'in dünyada kamuoyunda hızlı tanınmasında etkili olan ilk isim, Amerikalı sinema oyuncusu Rock Hudson oldu. Kasım 1925'te doğan Hudson, Ekim 1985'te bu hastalıktan yaşamını yitirdi.
Sovyet-Rus baleti, Mart 1938 doğumlu Rudolf Nureyev de Ocak 1993'te bu hastalığın kurbanı oldu.
İngiliz popçu Queen grubunun solisti, Eylül 1946 doğumlu Freddie Mercury de Kasım 1991'de AIDS'ten ölen ünlüler arasında yer aldı. ntvmsnc.com.tr
29 Kasım 2015 Pazar
Risk varsa yumurtanızı dondurun
Erken menopoz riski olan ancak gelecekte anne olma şansını korumak isteyen kadınlar yumurtalarını dondurabiliyor.
4 yıl önce KKTC’de (henüz Türkiye’de yasal değildi) yumurtalarını donduran kadınlardan biri de 15 yıllık kadın doğum ve tüp bebek uzmanı Dr. Aytun Aktan. 40 yaşında ve bekâr olan Dr. Aktan, Türkiye’de yumurta dondurmayla ilgili yapılan yasal düzenlemenin anne olmak için bir şans daha verdiğini söyledi.
DOĞRU ERKEK ÇIKMADI
Anne olmaya çalışan pek çok kadın hastası bulunan Dr. Aktan, “Beni yumurta dondurmaya motive eden örnekler karşımdaydı. Örneğin benim gibi doktor olan bir arkadaşımın yumurta rezervi çok düşüktü. İki kez tüp bebek yaptırdı ve ikisi de düştü. Anne olmak için ihtimal kalmamıştı” dedi.
Henüz evlenebileceği bir erkeğin karşısına çıkmadığını belirten Bahçeci Sağlık Grubu doktorlarından Dr. Aktan, “Yumurtalarımın, dondurulduğu yani 36 yaşında saklanıyor olması bana güven veriyor. Hayatımı planlarken, yapmak istediklerim ve doğru hayat arkadaşımı seçmek için zaman tanıyor. Sadece baba olsun diye biriyle birlikte olma riskini azaltıyor” diye konuştu.
ERKEN MENOPOZ UYARISI
Ablası, annesi, teyzesi 40 yaşın altında menopoza girenlerin erken menopoza girme risklerinin daha yüksek olduğunu hatırlatan Dr. Aktan, “Erken menopoz riskiniz varsa, ya üzümün çöpü, armudun sapı demeyip gecikmeden çocuk yapacaksınız ya da yumurta dondurmayı düşüneceksiniz. Yumurtalıkların ve yumurtaların durumunu öğrenmek için muayene, ultrasonografi ve bazı testler yapıyoruz. Bazen de ‘Her şey yolunda’ denen hastalarımız geliyor, bir bakıyoruz ki menopoza girmiş bile. Erken menopoz riski varsa doğru uzmana görünmek önemli”
uyarısında bulundu.
BAKİRELER DE YAPTIRABİLİYOR
YAKLAŞIK 12-15 gün süren yumurta dondurma işlemi için kadınlar tamamlanmamış bir tüp bebek tedavisi görüyor. Çok sayıda yumurta üretebilmeleri için hormon iğneleri oluyorlar. Daha sonra ultrasonografi eşliğinde vajinal yoldan girilerek yumurta toplanıyor. Eğer kişi bakire ise yumurta toplama işlemi karından girilen iğneyle gerçekleşiyor. (Mesude Erşan / hürriyet.com.tr)
4 yıl önce KKTC’de (henüz Türkiye’de yasal değildi) yumurtalarını donduran kadınlardan biri de 15 yıllık kadın doğum ve tüp bebek uzmanı Dr. Aytun Aktan. 40 yaşında ve bekâr olan Dr. Aktan, Türkiye’de yumurta dondurmayla ilgili yapılan yasal düzenlemenin anne olmak için bir şans daha verdiğini söyledi.
DOĞRU ERKEK ÇIKMADI
Anne olmaya çalışan pek çok kadın hastası bulunan Dr. Aktan, “Beni yumurta dondurmaya motive eden örnekler karşımdaydı. Örneğin benim gibi doktor olan bir arkadaşımın yumurta rezervi çok düşüktü. İki kez tüp bebek yaptırdı ve ikisi de düştü. Anne olmak için ihtimal kalmamıştı” dedi.
Henüz evlenebileceği bir erkeğin karşısına çıkmadığını belirten Bahçeci Sağlık Grubu doktorlarından Dr. Aktan, “Yumurtalarımın, dondurulduğu yani 36 yaşında saklanıyor olması bana güven veriyor. Hayatımı planlarken, yapmak istediklerim ve doğru hayat arkadaşımı seçmek için zaman tanıyor. Sadece baba olsun diye biriyle birlikte olma riskini azaltıyor” diye konuştu.
ERKEN MENOPOZ UYARISI
Ablası, annesi, teyzesi 40 yaşın altında menopoza girenlerin erken menopoza girme risklerinin daha yüksek olduğunu hatırlatan Dr. Aktan, “Erken menopoz riskiniz varsa, ya üzümün çöpü, armudun sapı demeyip gecikmeden çocuk yapacaksınız ya da yumurta dondurmayı düşüneceksiniz. Yumurtalıkların ve yumurtaların durumunu öğrenmek için muayene, ultrasonografi ve bazı testler yapıyoruz. Bazen de ‘Her şey yolunda’ denen hastalarımız geliyor, bir bakıyoruz ki menopoza girmiş bile. Erken menopoz riski varsa doğru uzmana görünmek önemli”
uyarısında bulundu.
BAKİRELER DE YAPTIRABİLİYOR
YAKLAŞIK 12-15 gün süren yumurta dondurma işlemi için kadınlar tamamlanmamış bir tüp bebek tedavisi görüyor. Çok sayıda yumurta üretebilmeleri için hormon iğneleri oluyorlar. Daha sonra ultrasonografi eşliğinde vajinal yoldan girilerek yumurta toplanıyor. Eğer kişi bakire ise yumurta toplama işlemi karından girilen iğneyle gerçekleşiyor. (Mesude Erşan / hürriyet.com.tr)
27 Kasım 2015 Cuma
Kalp hastalıkları saçları beyazlatıyor
Saçların erken yaşta beyazlamasının, genç yaşta sigara içenlerde görülebildiği, bunun yanı sıra özellikle kalp damar hastalıklarına yatkınlığın göstergesi olabileceği belirtildi.
Türk Dermatoloji Derneği üyesi Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Hatice Erdi Şanlı, saç sağlığının bozulmasının ve erken aklaşmanın, farklı hastalıkların belirtisi olabileceğini söyledi.
Saç beyazlamasının, yaş ve genetik faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan kıl folliküllerindeki melanosit kök hücre kaybıyla ilgili doğal bir süreç olarak tanımlandığını ifade eden Şanlı, bu durumun genelikle her geçen gün ilerleyerek arttığını ve kalıcı olduğunu vurguladı.
Şanlı, saçlarda beyazlama ile bazen çok erken yaşlarda, hatta çocukluk çağında bile karşılaşılabildiğine dikkati çekerek, bunun "erken beyazlanma" ve "prematür beyazlanma" diye isimlendirildiğini anlattı.
Ağarmanın kronolojik yaş, ırk ve cinsle yakından ilgili olduğuna işaret eden Şanlı, "Genellikle beyaz ırkta 30'lu yaşlarda, siyahi ırkta 40'lı yaşlarda başlar. Yapılan çalışmalarda, 50 yaş üzerindeki insanların yüzde 6-23'ünde saçların yüzde 50'sinin beyazlaştığı görülmüştür. Saçlarda erken beyazlaşmaysa beyaz ırkta 20 yaş altı, Asyalılarda 25 yaş altı, Afrikalılarda ise 30 yaş altı olarak kabul edilmektedir" bilgisini verdi.
SAÇLAR NEDEN ERKEN BEYAZLAR?
Saçların erken beyazlamasında genetik faktörlerin etkili olduğunun altını çizen Şanlı, şöyle konuştu: "Ancak bazı sistemik hastalıklar veya deriyle ilgi hastalıklar da saçlarda erken beyazlanma yapabilir. Vücut derisinin rengini oluşturan maddenin (pigment) kaybı nedeniyle, cildin beyazlaşması şeklinde seyreden bir hastalık olan vitiligo, erken yaşlanma sendromları, tiroid bezinin yeterli çalışamamasıyla ortaya çıkan hipotiroidi gibi hastalıklarda görülebilir. Son yapılan çalışmalar, erken saç beyazlamasının genç yaştan itibaren sigara içenlerde görülebildiğini ortaya koydu. Bunun dışında kalp damar hastalıklarına yatkınlığın ve yine osteopeni denilen kemiklerde zafiyetin bir belirteci olabileceği de saptandı." ntvmsnc
Türk Dermatoloji Derneği üyesi Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Hatice Erdi Şanlı, saç sağlığının bozulmasının ve erken aklaşmanın, farklı hastalıkların belirtisi olabileceğini söyledi.
Saç beyazlamasının, yaş ve genetik faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan kıl folliküllerindeki melanosit kök hücre kaybıyla ilgili doğal bir süreç olarak tanımlandığını ifade eden Şanlı, bu durumun genelikle her geçen gün ilerleyerek arttığını ve kalıcı olduğunu vurguladı.
Şanlı, saçlarda beyazlama ile bazen çok erken yaşlarda, hatta çocukluk çağında bile karşılaşılabildiğine dikkati çekerek, bunun "erken beyazlanma" ve "prematür beyazlanma" diye isimlendirildiğini anlattı.
Ağarmanın kronolojik yaş, ırk ve cinsle yakından ilgili olduğuna işaret eden Şanlı, "Genellikle beyaz ırkta 30'lu yaşlarda, siyahi ırkta 40'lı yaşlarda başlar. Yapılan çalışmalarda, 50 yaş üzerindeki insanların yüzde 6-23'ünde saçların yüzde 50'sinin beyazlaştığı görülmüştür. Saçlarda erken beyazlaşmaysa beyaz ırkta 20 yaş altı, Asyalılarda 25 yaş altı, Afrikalılarda ise 30 yaş altı olarak kabul edilmektedir" bilgisini verdi.
SAÇLAR NEDEN ERKEN BEYAZLAR?
Saçların erken beyazlamasında genetik faktörlerin etkili olduğunun altını çizen Şanlı, şöyle konuştu: "Ancak bazı sistemik hastalıklar veya deriyle ilgi hastalıklar da saçlarda erken beyazlanma yapabilir. Vücut derisinin rengini oluşturan maddenin (pigment) kaybı nedeniyle, cildin beyazlaşması şeklinde seyreden bir hastalık olan vitiligo, erken yaşlanma sendromları, tiroid bezinin yeterli çalışamamasıyla ortaya çıkan hipotiroidi gibi hastalıklarda görülebilir. Son yapılan çalışmalar, erken saç beyazlamasının genç yaştan itibaren sigara içenlerde görülebildiğini ortaya koydu. Bunun dışında kalp damar hastalıklarına yatkınlığın ve yine osteopeni denilen kemiklerde zafiyetin bir belirteci olabileceği de saptandı." ntvmsnc
İmmünoterapi kanserde yaşam süresini uzattı
Bağışıklık sistemini uyaran ilaçların kanser tedavisinde yüz güldürücü sonuçlar verdiğini söyleyen Atina Üniversitesi’nden Prof. Dr. Dimitris Bafaloukos, “2010 yılından önce melanoma hastalarında sağ kalım oranı 3-6 aydı. Yeni kuşak ilaçlarla 3-6 yıl yaşatabildiğimiz hastalar var. Hatta bir grup hastayı 10 yıldan daha uzun yaşatabiliyoruz” dedi.
Bu yıl dördüncüsü düzenlenen ve İstanbul’da yapılan Akdeniz Multipdisipliner Onkoloji Forumu’nda öne çıkan başlık immünoterapi oldu. 4. Akdeniz Multidisipliner Onkoloji Forumu-MMOF Başkanı Prof. Dr. Gökhan Demir, immün sistemi uyaran ve hedefe yönelik ilaçların kullanıldığı immünoterapinin kanserde yaşam süresini önemli oranda uzattığını vurguladı.
İmmünoterapinin cilt kanseri melanoma, akciğer, böbrek gibi kanser türlerinde etkin olduğunu belirten Prof. Demir, “Bu yeni kuşak immünoterapi ilaçlarından 2 tanesi piyasaya çıktı ve FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) onayı aldı. Diğerlerinin çalışmaları ise sürüyor. Mesane ve prostat kanserlerinde de ümit veren çalışmalar var” dedi.
“İMMÜNOTERAPİ YAŞAM SÜRESİNİ UZATTI”
Yunanistan Onkoloji Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Paris Kosmidis, “İmmünoterapinin en faydalı olduğu grup melanomadır. Akciğer kanserinde de etkili şekilde kullanılmaktadır” derken, Atina Üniversitesi’nden Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Dimitris Bafaloukos, artan yaşam sürelerine dikkat çekti: “2010 yılından önce melanoma hastalarında sağ kalım oranı 3- 6 ay arasındaydı, bu yeni kuşak ilaçlarla 3-6 yıl yaşatabildiğimiz hastalar oldu. Hatta bir grup hastayı 10 yıldan daha uzun yaşatabiliyoruz. Yoğun çalışmalar sürüyor ve iyi gelişmeler bekleniyor.”
“İMMÜNOTERAPİ YAŞAM SÜRESİNİ UZATTI”
Yunanistan Onkoloji Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Paris Kosmidis, “İmmünoterapinin en faydalı olduğu grup melanomadır. Akciğer kanserinde de etkili şekilde kullanılmaktadır” derken, Atina Üniversitesi’nden Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Dimitris Bafaloukos, artan yaşam sürelerine dikkat çekti: “2010 yılından önce melanoma hastalarında sağ kalım oranı 3- 6 ay arasındaydı, bu yeni kuşak ilaçlarla 3-6 yıl yaşatabildiğimiz hastalar oldu. Hatta bir grup hastayı 10 yıldan daha uzun yaşatabiliyoruz. Yoğun çalışmalar sürüyor ve iyi gelişmeler bekleniyor.”
YAN ETKİLERİ DAHA AZ VE HAFİF
Kongreye katılan kanser uzmanlarının ortak görüşü; bu ilaçların etkinliğinin yanında yan etki yönetiminin de klasik kanser ilaçlarına göre çok daha kolay olduğu. Ağır yan etkileri olmayan ilaçların tolore edilebilirliği daha fazla ve bu da hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde artırıyor.
TÜRKİYE’DE İMMÜNOTERAPİ İLAÇLARI ÖDEME KAPSAMINDA MI?
Özellikle belirli kanser türlerinde sağ kalım oranını önemli ölçüde artıran ilaçlar henüzSGK’nın ödeme kapsamında değil. Peki Türkiye’deki hastalar bu tedaviden nasıl yararlanabilir? Aynı zamanda Türk Tıbbi Onkoloji Derneği Başkanı olan Prof. Gökhan Demir’in bu soruya yanıtı; “Sağlık Bakanlığına başvuruldu, bu ilaçlar için ‘İnsani Kullanım Programları’ açıldı. Bugün hastalarımız, geri ödeme programında olmasa bile bu ilaçlar için başvuru yapabiliyor. Mesela böbrek kanserine bu ilaçların kullanımı ile ilgili Türkiye’de yeni bir klinik araştırma başlatıldı” şeklinde oldu.
SAĞLIK BAKANLIĞI ONAY VERİRSE İLACA ERİŞİM MÜMKÜN OLUYOR
Akıllara takılan bir diğer soru ise, “İnsani kullanım programları çerçevesinde, tedaviden hangi hastaların yararlanacağına neye göre karar veriliyor?”
Prof. Demir’in yanıtı: “Doktorun uygun görmesi durumunda Sağlık Bakanlığı’na başvuruluyor. Şu anda böbrek kanseri ve melanomda insani erişim programı açık. Hekim başvurduğu zaman, hasta kriterlere uygun ise 1-2 hafta içinde ilaçlara erişim mümkün oluyor. Bakanlığın onay vermemesi durumunda hastanın kendisi de bu ilaçları alabiliyor.”
Kanserle mücadelede önemli avantajlar sağlayan ümmünoterapi ilaçlarının klasik kanser ajanlarına göre daha pahalı. Prof. Demir, onkolojide değişimin mali külfet getirdiğini, immünoterapi ilaçlarınde maliyetin, kemoterapi ilaçlarına oranla 100 kat artığını söyledi.
Kongreye katılan kanser uzmanlarının ortak görüşü; bu ilaçların etkinliğinin yanında yan etki yönetiminin de klasik kanser ilaçlarına göre çok daha kolay olduğu. Ağır yan etkileri olmayan ilaçların tolore edilebilirliği daha fazla ve bu da hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde artırıyor.
TÜRKİYE’DE İMMÜNOTERAPİ İLAÇLARI ÖDEME KAPSAMINDA MI?
Özellikle belirli kanser türlerinde sağ kalım oranını önemli ölçüde artıran ilaçlar henüzSGK’nın ödeme kapsamında değil. Peki Türkiye’deki hastalar bu tedaviden nasıl yararlanabilir? Aynı zamanda Türk Tıbbi Onkoloji Derneği Başkanı olan Prof. Gökhan Demir’in bu soruya yanıtı; “Sağlık Bakanlığına başvuruldu, bu ilaçlar için ‘İnsani Kullanım Programları’ açıldı. Bugün hastalarımız, geri ödeme programında olmasa bile bu ilaçlar için başvuru yapabiliyor. Mesela böbrek kanserine bu ilaçların kullanımı ile ilgili Türkiye’de yeni bir klinik araştırma başlatıldı” şeklinde oldu.
SAĞLIK BAKANLIĞI ONAY VERİRSE İLACA ERİŞİM MÜMKÜN OLUYOR
Akıllara takılan bir diğer soru ise, “İnsani kullanım programları çerçevesinde, tedaviden hangi hastaların yararlanacağına neye göre karar veriliyor?”
Prof. Demir’in yanıtı: “Doktorun uygun görmesi durumunda Sağlık Bakanlığı’na başvuruluyor. Şu anda böbrek kanseri ve melanomda insani erişim programı açık. Hekim başvurduğu zaman, hasta kriterlere uygun ise 1-2 hafta içinde ilaçlara erişim mümkün oluyor. Bakanlığın onay vermemesi durumunda hastanın kendisi de bu ilaçları alabiliyor.”
Kanserle mücadelede önemli avantajlar sağlayan ümmünoterapi ilaçlarının klasik kanser ajanlarına göre daha pahalı. Prof. Demir, onkolojide değişimin mali külfet getirdiğini, immünoterapi ilaçlarınde maliyetin, kemoterapi ilaçlarına oranla 100 kat artığını söyledi.
“ETKİNLİK ÇALIŞMALARIYLA İLAÇLARIN MALİYETİNİ DÜŞÜREBİLİRİZ”
“Yakın gelecekte bu ilaçların maliyetinin düşmesi ve hastaların bunlara daha kolay erişebilmesi mümkün olabilir mi?” sorusunu yönelttiğimiz Prof. Kosmidis’in cevabı ise umut verici nitelikte: “Biz hekim olarak hangi hastanın, hangi tedaviden, ne kadar yararlanacağını bulmaya çalışıyoruz. Kişiselleştirilmiş tedaviler sayesinde her hasta yerine, en fazla fayda görecek hastanın bulunması yoluyla bu ilaçların maliyetlerini düşürebiliriz. Hayat kazandırmak daha değerlidir, hayat kazandırdığınız insan aktif çalışır, seyahat eder ve ekonomiye daha fazla katkı sağlar. O yüzden ilaçların maliyetinden çok, hastaların tamamen iyileşmesi daha önemlidir. Biz MMOF içinde ilaç firmalarıyla konuşarak klinik çalışmalar dizayn edeceğiz ve hastaların bu ilaçlara daha kolay erişmesi için çalışacağız.“
MMOF HAKKINDA
2005 yılında düzenlenen Türk-Yunan ESMO -Onkoloji kursunun başarısı, tüm Akdeniz ülkelerini kapsayan MMOF "Mediterranean Multidisciplinary Oncology Forum" adı altında 2 yılda bir düzenli kongreler yapılmasının yolunu açtı. Bu kongrelerde amaç; bölgedeki genç onkologların tanışmasını sağlamak, birlikte çalışmalarını özendirmek, aynı zamanda bölgesel sorunları masaya yatırarak çözümler üzerinde tartışmak.
KANSERDE COĞRAFİ FARKLILIKLAR ÖNEM TAŞIYOR
MMOF’un yaklaşık 800 üyesi olan bir onkoloji birliği olduğunu söyleyen Prof. Dr. Gökhan Demir, “Klinik onkolojinin çok önemli bir yanı da coğrafi farklılıklar göstermesidir. Bazı kanser türleri, bazı coğrafyalarda daha sık karşımıza çıkıyor. Akdeniz ülkelerinde özellikle akciğer, mide, karaciğer ve mesene kanserleri batı toplumlarına oranla daha sık görülüyor. Kongremizde bu bölgesel farklılık gösteren kanser türlerini masaya yatırıyoruz” ifadelerini kullandı. ntvmsnc
“Yakın gelecekte bu ilaçların maliyetinin düşmesi ve hastaların bunlara daha kolay erişebilmesi mümkün olabilir mi?” sorusunu yönelttiğimiz Prof. Kosmidis’in cevabı ise umut verici nitelikte: “Biz hekim olarak hangi hastanın, hangi tedaviden, ne kadar yararlanacağını bulmaya çalışıyoruz. Kişiselleştirilmiş tedaviler sayesinde her hasta yerine, en fazla fayda görecek hastanın bulunması yoluyla bu ilaçların maliyetlerini düşürebiliriz. Hayat kazandırmak daha değerlidir, hayat kazandırdığınız insan aktif çalışır, seyahat eder ve ekonomiye daha fazla katkı sağlar. O yüzden ilaçların maliyetinden çok, hastaların tamamen iyileşmesi daha önemlidir. Biz MMOF içinde ilaç firmalarıyla konuşarak klinik çalışmalar dizayn edeceğiz ve hastaların bu ilaçlara daha kolay erişmesi için çalışacağız.“
MMOF HAKKINDA
2005 yılında düzenlenen Türk-Yunan ESMO -Onkoloji kursunun başarısı, tüm Akdeniz ülkelerini kapsayan MMOF "Mediterranean Multidisciplinary Oncology Forum" adı altında 2 yılda bir düzenli kongreler yapılmasının yolunu açtı. Bu kongrelerde amaç; bölgedeki genç onkologların tanışmasını sağlamak, birlikte çalışmalarını özendirmek, aynı zamanda bölgesel sorunları masaya yatırarak çözümler üzerinde tartışmak.
KANSERDE COĞRAFİ FARKLILIKLAR ÖNEM TAŞIYOR
MMOF’un yaklaşık 800 üyesi olan bir onkoloji birliği olduğunu söyleyen Prof. Dr. Gökhan Demir, “Klinik onkolojinin çok önemli bir yanı da coğrafi farklılıklar göstermesidir. Bazı kanser türleri, bazı coğrafyalarda daha sık karşımıza çıkıyor. Akdeniz ülkelerinde özellikle akciğer, mide, karaciğer ve mesene kanserleri batı toplumlarına oranla daha sık görülüyor. Kongremizde bu bölgesel farklılık gösteren kanser türlerini masaya yatırıyoruz” ifadelerini kullandı. ntvmsnc
Etiketler:
haber,
kanser,
kanser tedavisi,
sağlık
Minik İdil, kalbine kavuştu
Doğuştan kalp yetmezliği teşhisiyle bir süredir Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde nakil için bekleyen 11 yaşındaki Deha İdil K'ye uygun kalp bulundu. Adana'da bir donörden alınan kalp, küçük İdil'e başarılı bir operasyonla nakledildi.
Kalp yetmezliği nedeniyle Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde makinelere bağlı yaşayan ve yaklaşık 1 hafta önce daha fazla acı çekmemesi için doktorlar tarafından uyutulan Deha İdil için beklenen haber Adana'dan geldi.
Adana'da bir donörden bulunan kalbin Deha İdil'e uygun olabileceği bilgisini alan doktorlar, vakit kaybetmeden bu kente gitti. Kalbin Deha İdil için uygun olduğunu belirleyen doktorlar, kalple birlikte Ankara'ya döndü.
Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde dün gerçekleştirilen ameliyatla kalp, minik İdil'e nakledildi. Ameliyatın başarılı geçtiği belirtilirken kalbin uyum sağlaması için bir haftalık sürecin kritik olduğu vurgulandı.
3 AYLIKKEN TEŞHİS KONULDU
Henüz 3 aylıkken kalp yetmezliği teşhisi konulan Deha İdil'in yaşamı, tedavi için hastanelerde geçti. Küçük kız, ilk kez 2 yaşında kalp piliyle tanıştı. Geçen süreçte kalp pili, 3 kez değiştirildi.
Yaklaşık 20 gün önce tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakım servisinde iki kez kalbi duran İdil, doktorların uzun uğraşları sonucu yeniden hayata döndürülmüştü. Vücut fonksiyonlarının artık durma noktasına gelen, parmakları ve sağ bacağını kaybetmek üzere olan Deha İdil, doktorlar tarafından uyutulmaya başlanmıştı.
Anne Derya K, kızına, beyin ölümü gerçekleşmiş ancak kalbi çalışan, 17 yaşından ileri olmayan bir hastadan kalp nakli yapılabileceğini söylemişti. sözcü.com.tr
Kalp yetmezliği nedeniyle Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde makinelere bağlı yaşayan ve yaklaşık 1 hafta önce daha fazla acı çekmemesi için doktorlar tarafından uyutulan Deha İdil için beklenen haber Adana'dan geldi.
Adana'da bir donörden bulunan kalbin Deha İdil'e uygun olabileceği bilgisini alan doktorlar, vakit kaybetmeden bu kente gitti. Kalbin Deha İdil için uygun olduğunu belirleyen doktorlar, kalple birlikte Ankara'ya döndü.
Başkent Üniversitesi Hastanesi'nde dün gerçekleştirilen ameliyatla kalp, minik İdil'e nakledildi. Ameliyatın başarılı geçtiği belirtilirken kalbin uyum sağlaması için bir haftalık sürecin kritik olduğu vurgulandı.
3 AYLIKKEN TEŞHİS KONULDU
Henüz 3 aylıkken kalp yetmezliği teşhisi konulan Deha İdil'in yaşamı, tedavi için hastanelerde geçti. Küçük kız, ilk kez 2 yaşında kalp piliyle tanıştı. Geçen süreçte kalp pili, 3 kez değiştirildi.
Yaklaşık 20 gün önce tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakım servisinde iki kez kalbi duran İdil, doktorların uzun uğraşları sonucu yeniden hayata döndürülmüştü. Vücut fonksiyonlarının artık durma noktasına gelen, parmakları ve sağ bacağını kaybetmek üzere olan Deha İdil, doktorlar tarafından uyutulmaya başlanmıştı.
Anne Derya K, kızına, beyin ölümü gerçekleşmiş ancak kalbi çalışan, 17 yaşından ileri olmayan bir hastadan kalp nakli yapılabileceğini söylemişti. sözcü.com.tr
26 Kasım 2015 Perşembe
Hemofili hastasına koroner by-pass
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde hemofili hastasına koroner by-pass ameliyatı gerçekleştirildi. Prof. Gökhan İpek, 3 vakaya bu yöntemi uyguladıklarını, dünyada da bunun örneğinin 50'yi geçmediğini söyledi.
Küçük bir travmada bile tespit edilemeyen kanamalarla hayatını kaybeden hemofili hastalarının koroner by-pass ameliyatı olması neredeyse imkânsız olarak görülüyor. Dünyada 48 örneği bulunan bu tıbbi vaka, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde 3 kez başarıyla gerçekleştirildi.
Fakültenin Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Kalp ve Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı Öğretim ÜyesiProf. Dr. Gökhan İpek, hemofili hastalarına uygulanan koroner by-pass ameliyatları hakkında bilgi verdi. 2006 yılında 48 ve 73 yaşlarında iki hastaya, 20 Kasım 2015 tarihinde ise 49 yaşındaki bir hastaya bu ameliyatı yaptıklarını belirtti. Normal şartlarda by-pass hastalarını 5 gün içerisinde taburcu ettiklerini söyleyen İpek, hemofili hastalarının hematoloji bölümünün sıkı takibinde olduğunu ve kontrollerinin başarılı bir şekilde devam ettirilebilmesi için 1-2 hafta kadar hastanede kaldıklarını vurguladı.
"BAŞARININ SIRRI KOORDİNELİ ÇALIŞMAK"
Bu tip vakalarda ekip çalışmasının büyük bir önemi olduğundan söz eden İpek, “Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Lale Yüceyar ve Uzman Dr. Cem Sayılgan, Hematoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Cem Ar ve Kan Merkezi Müdürü Zafer Başlar’dan oluşan geniş bir ekip tarafından başarıyla gerçekleştirildi. Genellikle hemofili hastalarının ameliyatından herkes çekinmektedir. Böyle bir şeyi yapmak için koordineli çalışmak ve çok emek harcamak lazım” şeklinde konuştu.
Ameliyat öncesi ve sonrası kontrollerin önemine de değinen Prof. Dr. İpek, “Hastalarımızı ameliyat öncesi, ameliyat sırası ve ameliyat sonrası hematolog arkadaşlarımız her gün nerdeyse sabah, akşam, cumartesi ve pazar da dâhil olmak üzere kontrol etti. Hastanın faktör eksikliğine bakarak gerekli miktarda faktörünü verdiler. Bu çok önemli bir konu. Eğer bunu fazla verirseniz sizin taktığınız grafiler tıkanabilir, az verirseniz kanamayla hastayı kaybedebilirsiniz. İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi belki de Türkiye’nin en iyi hematoloji bölümü ve kan merkezi laboratuvarlarına sahip. Böyle bir ameliyatın altından başarıyla kalkmak bizi çok sevindirdi” ifadelerini kullandı.
"BU ALANDA TÜRKİYE’DE ÖNCÜYÜZ"
Yaptıkları literatür çalışmasında Türkiye’de hemofili koroner by-pass hastalarına rastlamadıklarını vurgulayan İpek, “Biz ilk ameliyatı 2006’da yapmıştık. Son olarak da üçüncü ameliyatı gerçekleştirdik. Dünya literatürüne baktığımızda ise 48-50 civarında vaka tespit ettik. Yani bu çalışmalar hem yurtdışında hem de yurtiçinde son derece nadir bir şekilde yürütülüyor. Bu şekilde 3 vakayı başarıyla ve koordineli bir şekilde yapmanın onurunu paylaşıyoruz. Tekrar belirtmek isterim ki bu olay tek bir bölümün değil, birçok bölümün koordineli ve özverili bir şekilde çalışması ile başarılı şekilde tamamlandı” açıklamasında bulundu. ntvmsnc
Küçük bir travmada bile tespit edilemeyen kanamalarla hayatını kaybeden hemofili hastalarının koroner by-pass ameliyatı olması neredeyse imkânsız olarak görülüyor. Dünyada 48 örneği bulunan bu tıbbi vaka, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde 3 kez başarıyla gerçekleştirildi.
Fakültenin Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Kalp ve Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı Öğretim ÜyesiProf. Dr. Gökhan İpek, hemofili hastalarına uygulanan koroner by-pass ameliyatları hakkında bilgi verdi. 2006 yılında 48 ve 73 yaşlarında iki hastaya, 20 Kasım 2015 tarihinde ise 49 yaşındaki bir hastaya bu ameliyatı yaptıklarını belirtti. Normal şartlarda by-pass hastalarını 5 gün içerisinde taburcu ettiklerini söyleyen İpek, hemofili hastalarının hematoloji bölümünün sıkı takibinde olduğunu ve kontrollerinin başarılı bir şekilde devam ettirilebilmesi için 1-2 hafta kadar hastanede kaldıklarını vurguladı.
"BAŞARININ SIRRI KOORDİNELİ ÇALIŞMAK"
Bu tip vakalarda ekip çalışmasının büyük bir önemi olduğundan söz eden İpek, “Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Lale Yüceyar ve Uzman Dr. Cem Sayılgan, Hematoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Cem Ar ve Kan Merkezi Müdürü Zafer Başlar’dan oluşan geniş bir ekip tarafından başarıyla gerçekleştirildi. Genellikle hemofili hastalarının ameliyatından herkes çekinmektedir. Böyle bir şeyi yapmak için koordineli çalışmak ve çok emek harcamak lazım” şeklinde konuştu.
Ameliyat öncesi ve sonrası kontrollerin önemine de değinen Prof. Dr. İpek, “Hastalarımızı ameliyat öncesi, ameliyat sırası ve ameliyat sonrası hematolog arkadaşlarımız her gün nerdeyse sabah, akşam, cumartesi ve pazar da dâhil olmak üzere kontrol etti. Hastanın faktör eksikliğine bakarak gerekli miktarda faktörünü verdiler. Bu çok önemli bir konu. Eğer bunu fazla verirseniz sizin taktığınız grafiler tıkanabilir, az verirseniz kanamayla hastayı kaybedebilirsiniz. İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi belki de Türkiye’nin en iyi hematoloji bölümü ve kan merkezi laboratuvarlarına sahip. Böyle bir ameliyatın altından başarıyla kalkmak bizi çok sevindirdi” ifadelerini kullandı.
"BU ALANDA TÜRKİYE’DE ÖNCÜYÜZ"
Yaptıkları literatür çalışmasında Türkiye’de hemofili koroner by-pass hastalarına rastlamadıklarını vurgulayan İpek, “Biz ilk ameliyatı 2006’da yapmıştık. Son olarak da üçüncü ameliyatı gerçekleştirdik. Dünya literatürüne baktığımızda ise 48-50 civarında vaka tespit ettik. Yani bu çalışmalar hem yurtdışında hem de yurtiçinde son derece nadir bir şekilde yürütülüyor. Bu şekilde 3 vakayı başarıyla ve koordineli bir şekilde yapmanın onurunu paylaşıyoruz. Tekrar belirtmek isterim ki bu olay tek bir bölümün değil, birçok bölümün koordineli ve özverili bir şekilde çalışması ile başarılı şekilde tamamlandı” açıklamasında bulundu. ntvmsnc
8 yaşında meme kanseri oldu
ABD'de yaşayan 8 yaşındaki Chrissy Turner'a meme kanseri tanısı konuldu. Küçük kızın bugüne kadarki en genç meme kanserine yakalanmış kişi olduğu düşünülüyor. Çocuklarda meme kanseri görülme ihtimali ise yok denecek kadar az.
Küçük Chrissy geçen ay göğsünde yumru hisseti ve annesine söyledi. Annesiyle birlikte hastaneye giden küçük kıza meme kanseri teşhisi konuldu. Chrissy Turner bu hastalıkla savaşan en küçük kişi. Küçük Chrissy'e önümüzdeki ay Angelina Jolie'ye de uygulanan mastektomi yapılacak ve meme dokuları çıkartılacak.
Küçük Chrissy geçen ay göğsünde yumru hisseti ve annesine söyledi. Annesiyle birlikte hastaneye giden küçük kıza meme kanseri teşhisi konuldu. Chrissy Turner bu hastalıkla savaşan en küçük kişi. Küçük Chrissy'e önümüzdeki ay Angelina Jolie'ye de uygulanan mastektomi yapılacak ve meme dokuları çıkartılacak.
MİLYONDA BİR GÖRÜLÜYOR
Bu tip bir meme kanseri ise normalde milyonda bir görülüyor. Kemoterapi ya da radyoterapi küçük Chrissy için çok ağır olacağı için tedavide mastektomi uygulanmasına karar verildi.
ANNESİ VE BABASI DA KANSER OLDU
Geçmiş yıllarda Chrissy'nin annesi Anette Turner rahim ağzı kanseriyle, Babası Troy Turner ise kan kanseriyle mücadele etti. Ailesi böyle bir durumla karşılaşacağını tahmin ediyordu ama bu kadar erken olmasını beklemiyorlardı. Küçük kızın ailesi tıbbi masrafları karşılamak için bir yardım kampanyası başlattı. (hürriyet.com.tr)
25 Kasım 2015 Çarşamba
Takviye gıdaya yeni yaş sınırı
Çocuklar için takviye edici gıda üretim sınırı 4 yaştan 2 yaşa indirildi. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Gıda Tebliğini değiştirdi.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tebliği ile 2 yaşın altındaki bebek ve küçük çocuklar için takviye edici gıda üretilemeyecek ve piyasaya arz edilemeyecek.
Beslenmeyi desteklemek için vitamin, mineral, protein, karbonhidrat, lif gibi maddelerin bulunduğu bitkisel ya da hayvansal karışımlar, tabletler, sıvılar ya da tozlar takviye edici gıda sınıfında.
Daha önce 4 yaş altı çocuklar için takviye edici gıda üretimi yasaktı. Çocuklar için takviye edici gıda üretim sınırı 4 yaştan 2 yaşa indirildi.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Gıda Tebliğini değiştirdi. Değişiklikle 2 yaşından küçük çocuklar için destekleyici gıda üretilemeyecek. ntvmsc
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tebliği ile 2 yaşın altındaki bebek ve küçük çocuklar için takviye edici gıda üretilemeyecek ve piyasaya arz edilemeyecek.
Beslenmeyi desteklemek için vitamin, mineral, protein, karbonhidrat, lif gibi maddelerin bulunduğu bitkisel ya da hayvansal karışımlar, tabletler, sıvılar ya da tozlar takviye edici gıda sınıfında.
Daha önce 4 yaş altı çocuklar için takviye edici gıda üretimi yasaktı. Çocuklar için takviye edici gıda üretim sınırı 4 yaştan 2 yaşa indirildi.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Gıda Tebliğini değiştirdi. Değişiklikle 2 yaşından küçük çocuklar için destekleyici gıda üretilemeyecek. ntvmsc
Griple mücadelede yeni dönem: Islak çorapla uyuyun!
Grip sezonu açıldı. Hastalıkları kontrol ve önleme merkezinin (CDC ) raporuna göre insanların soğuk algınlığı ve gribe en çok yakalandığı dönem Aralık ve Mart ayları arası.
Grip aşısı yaptırmak gibi önlemler alsak da neredeyse hepimiz bu kış gribe yakalanacağız. Neyse ki gribe yakalanınca yapacak birçok alternatif çare var.
Vücuttaki kan dolaşımını arttırmanın çok basit yolları bulunuyor. Kan dolaşımı artınca soğuğa karşı direnç artıyor ve iyileşme daha da hızlanıyor. Bol bol dinlenmenin ve bol sıvı içmenin gerektiğini hepimiz biliyoruz. Peki ya yatağa ıslak çorapla girmenin mucize etkisinden haberiniz var mıydı? İşte griple başa çıkmanın ve en kısa sürede iyileşmenin yolları:
Burnu tuzlu su ile temizleyin
Burna tuzlu su çekip, yıkamak burun tıkanıklığının hafifletilmesi ve bakterilerle savaşta en etkili ve basit yollardan biri. WebMD’ye göre 1/4 çay kaşığı tuz, 1/4 çay kaşığı karbonat çeyrek litre ılık suya karıştırılmalı. Daha sonra bu karışımı ucu delik bir kap yardımıyla burnun içine çekin. Sağ burun deliğine uyguluyorsanız, sol burun deliğinizi kapatın. Sonra karışımın burnunuzdan boşalmasını bekleyin. Her burun deliği için iki-üç kez tekrarlayın.
Gargara yapın
Birçoğumuz, gargara yapmanın bakterilerle savaşma, mukusu ve boğazı rahatlatmak için yararlı olduğunu duymuşuzdur. Amerika’da önleyici tıp üzerine yazılan bir makalede (NCBI) 60 gün boyunca, günde 3 kere suyla gargara yapmak enfeksiyonlara karşı koruyucu etki gösteriyor.
Islak çorapla uyuyun!
Kulağa garip gelebilir ama yatağa ıslak çorapla girmek grip semptomlarını hafifletiyor. Best Health’te yayınlanan makaleye göre bu yöntem ayaklardaki kan akışını hızlandırdığından gribe karşı etkili.
Peki bu yöntemi nasıl uygulayacaksınız?
Önce ayağınızı sıcak suya sokun. İnce bir çift pamuklu çorabı soğuk suya batırın. Uyurken bu çorapları ayağınıza giyin. Islak çorapların üzerine de bir çift kuru yün çorap giyin. Sabaha kadar ıslak çoraplar ısınıp kuruyacak ve siz kendinizi daha iyi hissedeceksiniz!
Sinüslere karşı dondurulmuş bezelye
Bu yöntem de biraz tuhaf gelebilir ama soğuk ya da sıcak uygulamanın sinüsleri açmada oldukça etkili olduğu söyleniyor. WebMD’ye göre bir paket dondurulmuş bezelyeyi soğuk kompres olarak kullanabilirsiniz.
Burnunuzun altına hafifçe vurun
Mentollü merhemi hafifçe burnun altına vurarak sürerseniz, solunum yollarının açılmasına yardımcı olacaktır.
Yatarken başınız yüksekte olsun
Eğer yastıksız ya da alçak yastıkta yatmaya alışmış biriyseniz bu fikir pek hoşunuza gitmeyebilir ama bu yöntem burun kanallarının açılmasında oldukça etkili.
Gribe karşı beslenmeye dikkat etmek, C vitaminin eksik etmemek de önemli. Soğuk algınlığı ilk belirtilerini göstermeye başladığı andan itibaren beyaz gıdalardan uzak durun. Şeker, süt, peynir, tatlılar ve sodadan bahsediyoruz. Çünkü bu gıdalar vücudun bağışıklık sisteminin vanasını kapatır ve iyileşmemizi yavaşlatır. Bu basit yöntemlerle bu kış gribin etkilerini en aza indirmek mümkün! Şimdi geriye kışın tadını çıkarmak kaldı... hürriyet.com.tr
Yıllarca herkes kör olduğunu sandı
B.T. isimli bir kadın gençliğinde ağır bir kaza geçirdikten sonra kortikal körlük teşhisi koyuldu ve kendisine eşlik etmesi için eğitimli rehber bir köpek verildi. Ancak yıllar sonra B.T.'nin aslında gözlerinde bir zarar olmadığı, beyninin görme işlevini "duygusal" olarak yerine getirmediği ortaya çıktı. Sebebi ise tamamen psikiyatrik rahatsızlığıydı.
B.T.'ye yıllar önce "çoklu kişilik bozukluğu." teşhisi koyulmuştu. B.T.'nin 10 farklı kişiliği vardı ve bazen bu kişilikler arasında geçiş yapıyordu. Zaman zaman bir Alman kadını oluyor, bazen de kendisini genç bir erkek çocuğu zannediyordu.
FARKLI KİŞİLİKLERE GEÇTİĞİNDE GÖRME YETENEĞİNİ KAZANIYORDU
Çoklu kişilik bozukluğunu tedavi için gittiği terapiler esnasında ise enteresan bir şey oldu, B.T. bazı kişiliklerinde görebiliyordu. Yani görme yetisi fizyolojik ve çözülemez bir kayıp değildi.
B.T.'nin doktorları Hans Strasburger ve Bruno Waldvogel ne olduğunu anlamak için öncelikle B.T.'nin sağlık kayıtlarına indiler ve geçmişinin görme testleriyle dolu olduğunu farkettiler. Kayıtlardaki lazer uygulamaları, özel gözlüklerin hepsi körlüğünü kanıtlayan şeylerdi.
GÖRMESİNE RAĞMEN BEYİN GÖRÜNTÜYÜ ALGILAMADI
Ancak B.T. erkek kişiliklerinden birindeyken bir dergi kapağını okuyunca terapisti Waldvogel, B.T.'nin hasta numarası yaptığını düşünmeye başladı ve kadın EEG testine sokuldu. Beyin hareketleri incelenirken B.T.'nin gözleri açık olmasına rağmen beyninde gördüğüne dair hiçbir tepki yoktu.
TAMAMEN PSİKOLOJİK OLDUĞU ORTAYA ÇIKTI
Sonrasında doktorları ise görme probleminin tamamen psikolojik bir tepki olduğuna karar verdi. Waldvogel ve Strasburger B.T.'nin körlüğünün kaza sırasında beynin verdiği bir tepki ile oluştuğuna kanaat getirdiler.
BAZI İNSANLAR KÖR OLMAK İSTEYEBİLİYOR
Brain Decoder isimli dergiye konuşan Strasburger, bazı durumlarda hastaların duygusal tepkiler verdiğini ve kör olmayı istediğini söylüyor. Strasburger'e göre bu aslında çok nadir görülen bir durum değil ve bazen insanlar kör olmayı isteyebiliyor ve beynin görüntüyü işleme mekanizması bozulabiliyor. (Kaynak:hürriyet.com.tr)
24 Kasım 2015 Salı
Elektronik sigara yüzünden ölüyordu
ABD’de elektronik sigara içen bir kişinin, sigaranın ağzında patlması nedeniyle boynu kırıldı.
ABD’nin Colorado Springs kentinde yaşayan 29 yasındaki Cordero Çaples, sigara içme alışkanlığından bir türlü vazgeçemeyince, bu alışkanlığından kurtulmak için elektronik sigara kullanmaya başladı.
İş yerinde mola verdiği sırada dışarı çıkarak elektronik sigarasını içmeye başlayan 29 yaşındaki Çaples, neredeyse hayatından oluyordu. Elektronik sigaranın dumanını çektiği sırada birden patlayan cihaz yüzünden boynu kırılan, ön dişleri ve dudakları parçalanan Çaples, hastaneye kaldırıldı.
Amerikan medyasında yer alan haberlere göre, tedavi gördüğü hastanede omurilik ameliyatı geçiren ve durumunun şimdilik iyi olduğu bildirilen 1 çocuk babası Cordero Çaples’in tedavisini gerçekleştiren doktorlar, kendisinin ölümden döndüğünü belirtti. DHA
ABD’nin Colorado Springs kentinde yaşayan 29 yasındaki Cordero Çaples, sigara içme alışkanlığından bir türlü vazgeçemeyince, bu alışkanlığından kurtulmak için elektronik sigara kullanmaya başladı.
İş yerinde mola verdiği sırada dışarı çıkarak elektronik sigarasını içmeye başlayan 29 yaşındaki Çaples, neredeyse hayatından oluyordu. Elektronik sigaranın dumanını çektiği sırada birden patlayan cihaz yüzünden boynu kırılan, ön dişleri ve dudakları parçalanan Çaples, hastaneye kaldırıldı.
Amerikan medyasında yer alan haberlere göre, tedavi gördüğü hastanede omurilik ameliyatı geçiren ve durumunun şimdilik iyi olduğu bildirilen 1 çocuk babası Cordero Çaples’in tedavisini gerçekleştiren doktorlar, kendisinin ölümden döndüğünü belirtti. DHA
23 Kasım 2015 Pazartesi
Grip ve soğuk algınlığından korunma rehberi
Sonbahardaki ani ısı değişiklikleri vücudun bağışıklık sistemini olumsuz etkiliyor. Düşen bağışıklığın, fırsatçı hastalıklara kapı aralamaması için basit ama etkili önlemler almak gerekiyor. Diyetisyen Çağatay Demir’in önerisi; “Günde 2 litre su için, yarım saat yürüyün, lahana, brokoli, maydanoz, ıspanak, tere tüketimini arttırın ve şekerden uzak durun” şeklinde.
Hava sıcaklıklarındaki iniş çıkışlar nedeniyle artan grip, soğuk algınlığı gibi hastalıklardan korunmanın yolu bağışıklık sistemini güçlendirmekten geçiyor. Güçlü bağışıklık için de sonbahar beslenmesinde çeşitliliği sağlamak ve mevsim meyvelerini tüketmek, ayrıca bazı besinlere de sofrada daha fazla yer açmak önem taşıyor.
Bu noktada düzenli beslenmenin önemine dikkat çeken Beslenme ve Diyet Uzmanı Çağatay Demir, vücudun hem günlük enerji hem de vitamin ve mineral ihtiyacının dengeli şekilde karşılanmasının önemine vurgu yaptı.
Hava sıcaklıklarındaki iniş çıkışlar nedeniyle artan grip, soğuk algınlığı gibi hastalıklardan korunmanın yolu bağışıklık sistemini güçlendirmekten geçiyor. Güçlü bağışıklık için de sonbahar beslenmesinde çeşitliliği sağlamak ve mevsim meyvelerini tüketmek, ayrıca bazı besinlere de sofrada daha fazla yer açmak önem taşıyor.
Bu noktada düzenli beslenmenin önemine dikkat çeken Beslenme ve Diyet Uzmanı Çağatay Demir, vücudun hem günlük enerji hem de vitamin ve mineral ihtiyacının dengeli şekilde karşılanmasının önemine vurgu yaptı.
1. UZUN SÜRE AÇ KALMAYIN
Vücut direncini artırmada mevsim meyvelerini tüketmenin önemli rol oynadığını belirten Demir, porsiyon ve öğün sayısına işaret etti: “Özellikle mevsim geçişlerinde sebze ve meyve porsiyonunu arttırmak, vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin ve mineralleri sağlamak gerekir. Bir diğer önemli nokta da öğün sayısıdır. Alınması gereken günlük enerji 5-6 öğüne dağıtılarak uzun süreli açlıkların önüne geçilebilir, bu da gün içerisinde daha dinç kalmayı sağlar.”
Demir’in verdiği bilgiye göre, uzun süren açlık halsizliğe yol açtığı gibi bağışıklık sisteminin de zayıflamasına neden oluyor. Bu da hastalanma riskini artırıyor.
2. GÜNDE İKİ LİTRE SU İÇİN
Su tüketiminin bağışıklık sistemi açısından bir hayli önemli olduğunu aktaran Demir’in hastalıklardan korunmada yeterli su tüketmenin sağlayacağı yararlara ilişkin görüşleri şöyle: “Vücudun genel taşıyıcısı olan su günde en az 2 litre kadar tüketilmelidir. Uzun süreli susuzluk sonucu oluşan elektrolit kaybı vücut direncinin düşmesine neden olur. Sadece su içme ihtiyacı duyulduğu zaman değil, gün içerisinde düzenli olarak 8-15 bardak su içilmelidir.”
Vücut direncini artırmada mevsim meyvelerini tüketmenin önemli rol oynadığını belirten Demir, porsiyon ve öğün sayısına işaret etti: “Özellikle mevsim geçişlerinde sebze ve meyve porsiyonunu arttırmak, vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin ve mineralleri sağlamak gerekir. Bir diğer önemli nokta da öğün sayısıdır. Alınması gereken günlük enerji 5-6 öğüne dağıtılarak uzun süreli açlıkların önüne geçilebilir, bu da gün içerisinde daha dinç kalmayı sağlar.”
Demir’in verdiği bilgiye göre, uzun süren açlık halsizliğe yol açtığı gibi bağışıklık sisteminin de zayıflamasına neden oluyor. Bu da hastalanma riskini artırıyor.
2. GÜNDE İKİ LİTRE SU İÇİN
Su tüketiminin bağışıklık sistemi açısından bir hayli önemli olduğunu aktaran Demir’in hastalıklardan korunmada yeterli su tüketmenin sağlayacağı yararlara ilişkin görüşleri şöyle: “Vücudun genel taşıyıcısı olan su günde en az 2 litre kadar tüketilmelidir. Uzun süreli susuzluk sonucu oluşan elektrolit kaybı vücut direncinin düşmesine neden olur. Sadece su içme ihtiyacı duyulduğu zaman değil, gün içerisinde düzenli olarak 8-15 bardak su içilmelidir.”
3. HER GÜN YARIM SAAT YÜRÜYÜN
Sonbahar yorgunluğu, fiziksel aktivite seviyesini olumsuz etkileyebiliyor, bu da metabolizma hızının azalmasına yol açıyor. Demir, günde yarım saat tempolu yürüyüşü tavsiye ediyor. Böylece metabolizmanın düzenli çalışması sağlanıyor. Ayrıca yürüyüş, kişiyi psikolojik olarak da rahatlatıyor, stres kontrolünü kolaylaştırıyor.
4. DEMİR, BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ DOĞRUDAN ETKİLER
Grip ve soğuk algınlığı gibi hastalıklardan korunmak için C vitamininin ön plana çıkarılması gerektiğini kaydeden Diyetisyen Demir, C vitamininin demir emilimine olumlu etkide bulunduğunun altını çizerek, sonbahar beslenmesinde ön plana çıkarılması gereken besinler hakkında şunları söyledi:
Sonbahar yorgunluğu, fiziksel aktivite seviyesini olumsuz etkileyebiliyor, bu da metabolizma hızının azalmasına yol açıyor. Demir, günde yarım saat tempolu yürüyüşü tavsiye ediyor. Böylece metabolizmanın düzenli çalışması sağlanıyor. Ayrıca yürüyüş, kişiyi psikolojik olarak da rahatlatıyor, stres kontrolünü kolaylaştırıyor.
4. DEMİR, BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ DOĞRUDAN ETKİLER
Grip ve soğuk algınlığı gibi hastalıklardan korunmak için C vitamininin ön plana çıkarılması gerektiğini kaydeden Diyetisyen Demir, C vitamininin demir emilimine olumlu etkide bulunduğunun altını çizerek, sonbahar beslenmesinde ön plana çıkarılması gereken besinler hakkında şunları söyledi:
5. LAHANA, BROKOLİ, MAYDANOZ, ISPANAK, HAVUÇ TÜKETİN
“C vitamininin bağışıklık sistemini güçlendirdiği bilinen bir gerçektir. İyi C vitamini kaynakları olan taze salata ve turunçgillerin muhakkak yeterli miktarda diyette yer alması gerekir. Yanı sıra A, E vitaminleri, selenyum ve çinko bakımından zengin olan, lahana, brokoli, maydanoz, ıspanak, havoc ve tere tüketimi bu dönemde arttırılmalıdır. Omega 3 yağ asidi gereksinimini karşılamak için haftada en az 2 kez balık, günlük protein ihtiyacını karşılamak içinde kaliteli protein kaynakları olan yumurta, süt, kırmızı et ve kuru baklagiller tüketilmelidir.”
6. ŞEKER VÜCUT DİRENCİNİZİ DÜŞÜRÜR
İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay başta olma üzere birçok uzman, şekerin vücut direncini olumsuz etkilediğini sık sık dile getiriyor. Her fırsatta zararlarına vurgu yapan Prof. Karatay şekeri, “En tatlı zehir” olarak nitelendiriyor.
“C vitamininin bağışıklık sistemini güçlendirdiği bilinen bir gerçektir. İyi C vitamini kaynakları olan taze salata ve turunçgillerin muhakkak yeterli miktarda diyette yer alması gerekir. Yanı sıra A, E vitaminleri, selenyum ve çinko bakımından zengin olan, lahana, brokoli, maydanoz, ıspanak, havoc ve tere tüketimi bu dönemde arttırılmalıdır. Omega 3 yağ asidi gereksinimini karşılamak için haftada en az 2 kez balık, günlük protein ihtiyacını karşılamak içinde kaliteli protein kaynakları olan yumurta, süt, kırmızı et ve kuru baklagiller tüketilmelidir.”
6. ŞEKER VÜCUT DİRENCİNİZİ DÜŞÜRÜR
İç Hastalıkları ve Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Karatay başta olma üzere birçok uzman, şekerin vücut direncini olumsuz etkilediğini sık sık dile getiriyor. Her fırsatta zararlarına vurgu yapan Prof. Karatay şekeri, “En tatlı zehir” olarak nitelendiriyor.
7. BASİT ŞEKER GEREKSİZ KALORİ YÜKÜDÜR
Vücut direnci üzerinde negatif etkiye sahip olan gıdaları sorduğumuz Beslenme ve Diyet Uzmanı Çağatay Demir’in şekerli gıdalare ilgili görüşleri de aynı yönde: “Basit şeker içeren, yağ oranı yüksek ve işlenmiş ürünlerden uzak durulmalıdır. Bu ürünler hem vitamin ve mineral açısından fakir hem de gereksiz kalori yüklüdür.”
Vücut direnci üzerinde negatif etkiye sahip olan gıdaları sorduğumuz Beslenme ve Diyet Uzmanı Çağatay Demir’in şekerli gıdalare ilgili görüşleri de aynı yönde: “Basit şeker içeren, yağ oranı yüksek ve işlenmiş ürünlerden uzak durulmalıdır. Bu ürünler hem vitamin ve mineral açısından fakir hem de gereksiz kalori yüklüdür.”
8. KIZARTMALARDAN UZAK DURUN
Lif oranı yüksek olan taze mevsim sebze ve meyvelerinin tercih edilmesi gerektiğini aktaran Demir’in kızartmalar konusunda da uyardı, “Özellikle derin yağda kızarmış ürünler oksidatif stresi arttıracağı için bağışıklık sistemini olumsuz etkileyecektir, bu gıdalardan da uzak durmak gerekir” dedi.
Lif oranı yüksek olan taze mevsim sebze ve meyvelerinin tercih edilmesi gerektiğini aktaran Demir’in kızartmalar konusunda da uyardı, “Özellikle derin yağda kızarmış ürünler oksidatif stresi arttıracağı için bağışıklık sistemini olumsuz etkileyecektir, bu gıdalardan da uzak durmak gerekir” dedi.
ntvmsnc.com.tr
Depresyon hızlı yaşlanmaya neden oluyor
Depresyon hücre ömrünü kısaltıyor, erken yaşlanmaya neden oluyor. Tedavi edilmeyen depresyon hastaları ise risk altında. Kalp hastalıkları, diyabet ve bazı kanseri türleri tedavi edilmeyen depresyon hastalarında daha sık görülüyor.
US Psikiyatri Enstitüsü’nden Psikiyatrist Dr. Hakan Karaş, depresyonda olanların daha çok hastalandıklarını belirterek, "Kronik bedensel hastalıkların depresyonla ilişkisi iki yönlüdür, yani kronik hastalığı olanlar depresyona girmeye yatkın olduğu gibi depresyonu olanlarda da diyabet ve kalp hastalıkları gibi rahatsızlıklar daha fazla gözlenir.
HÜCRE ÖMRÜNÜ KISALTIYOR
Yakın zamanda yapılan genetik alanındaki araştırmalar depresyonun sadece kronik hastalıklara yol açmayıp hücre ömrünün de kısalmasına yol açtığını göstermiştir. Bu araştırma sonuçları depresyonda oluşan kronik hastalıkların da hücre ömrünün kısalmasına bağlı olabileceğini düşündürmüştür. Aynı zamanda depresyonun insanları nasıl yaşlandırdığı ve daha çabuk hastalandırdığı daha iyi anlaşılmıştır" dedi.
TELOMER NEDİR?
Telomer kromozomların bitişinde bulunan ve DNA'yı tehlikeden koruyan bir noktada yer alıyor. İnsanlar yaşlandıkça telomerler kısalıyor. Aynı yaştaki insanlardan, telomerleri daha kısa olanlarda kanser , kalp hastalığı, bunama ve ölüm riskinin daha yüksek olduğu görüldü. Dr. Okereke ve araştırmacılar yaşları 42 ike 69 arasında 5243 kadını inceledi. Daha fazla fobisi olduğu öğrenilen kadınların daha kısa telomerlere sahip olduğu ortaya çıktı.
DEPRESYONDA TELOMERLER KISALIYOR
Son yıllarda uzun süren ve ağır depresyonun yaşamı tehdit edici kronik hastalıklarla ilişkili olduğu ve daha erken ölümle ilişkili olduğu yönünde bazı araştırmalar yapıldığını kaydeden Karaş, "ABD’de yakın zamanda yapılan bir çalışma ise depresyonun doğrudan hücre ömrünü kısaltabildiğini ve yaşlanmayı hızlandırdığını gözler önüne serdi. Bu çalışmada ağır ve kronik depresyonu olan kişilerde kromozomların uçlarında bulunan ve kromozomları koruyucu görev yapan “telomerler” adlı yapıların depresyonu olmayanlara göre daha kısa olduğu gösterildi. Telomerler insan hücreleri bölündükçe kısalırlar ve bir süre sonra belli bir kısalığa ulaştıkları için hücre bölünmesi durur. Hücre bölünmesi durduğu için de hücre yaşlanmaya başlar ve hücre ölümü gerçekleşir.
TELOMER NE KADAR UZUN İSE HÜCRE O KADAR UZUN YAŞAR
Yani telomer insan hücresi için bir çeşit biyolojik saat gibidir ve ne kadar uzun ise hücre o kadar uzun yaşayabilir. Depresyon telomerlerin kısalmasına yol açarak hücre ömrünü kısaltır. Böylelikle depresyon geçiren kişiler kısalmış hücre ömrü nedeniyle hem daha hızlı yaşlanır hem de yaşlanma ile gelen hastalıklara daha yatkın olurlar. Yani depresyon sadece intihara yol açtığı için değil doğrudan ‘ömürden ömür yiyor’ demek mümkündür.
TEDAVİ EDİLMEYEN DEPRESYON FELÇ, DİYABET VE KANSERE YATKINLIK KAZANDIRIR
Depresyonun tedavi edilmemesi kişileri; kalp hastalıkları, diyabet, bazı kanser türleri, MS hastalığı ve felç gibi hastalıklara daha yatkın hale getirir. Depresyonun tedavi edilmesi ise kişileri hem bu hastalıklardan hem de yaşlanmadan korur. Çünkü araştırmalar aynı zamanda şunu göstermiştir ki depresyonu olan birçok kişide tedavi başlandığı andan itibaren telomerler telomeraz enziminin aktivitesinin artması sayesinde uzamaya başlar" dedi.
"DEPRESYON NE KADAR ŞİDDETLİ OLURSA OLSUN TEDAVİ VARDIR"
Ne kadar şiddetli olursa olsun depresyonun tedavisinin mümkün olduğunu kaydeden Karaş, "Kişi depresyona girdiğinde depresyonun bir parçası olan ümitsizlik nedeniyle bu kasvetli ruh halinden hiçbir zaman kurtulamayacakmış gibi gelir. Oysa depresyonun şiddeti ne kadar fazla olursa olsun tedavi seçeneği her zaman için bulunmaktadır. Bu noktada doğru tedavi arayışı önem kazanmaktadır. Depresyondaki kişilerin önemli bir kısmı ya tedaviye başvurmamakta ya da psikiyatri dışı tedavi arayışlarına yönelmektedir. Hafif şiddetteki depresyonlar bazen kendiliğinden, sosyal destekle ya da yaşam tarzını değiştirmekle düzelebilmekle birlikte depresyonun psikiyatrik tedavi yöntemleri dışında kanıtlanmış tedavi biçimi bulunmamaktır. Bu sıkıntılı ruhsal durumdan bir an önce kurtulmak için kolaycı ve mucizevi çözüm yöntemlerine yönelmek kişilerde ümitsizliği artırıp tedavi arayışlarını bırakmaya yol açmaktadır. Böylece depresyonun kronikleşmesine zemin hazırlanmış olur. Psikiyatrist ile işbirliği yapan hastalarda ise depresyonun iyileşme oranları oldukça yüksektir. Hafif şiddetteki depresyonda ise tek başına psikoterapi çoğu kez yeterli olmaktadır" dedi. Hürriyet
Etiketler:
depresyon,
ruh sağlığı,
sağlık,
stres,
yaşlı
21 Kasım 2015 Cumartesi
Lodosla gelen baş ağrısı kabusu
Lodos, bazı insanlar için “kabus” anlamına geliyor. Çünkü güneybatıdan esen bu rüzgar, adeta baş ağrısını da önüne katıp sürüklüyor.
Lodoslu havalarda pek çok insan baş ağrısından şikayet ediyor. Halk arasında "lodos çarptı" şeklinde dile getirilen migren tarzı baş ağrısının en önemli nedeni lodosun yol açtığı hava basınç değişiklikleri. Ayrıca lodosun taşıdığı çeşitli toz ve mineraller de baş ağrısı ve migrenin tetikleyicileri arasında.
Aynı zamanda hormonal dengeyi bozan ve psikolojik sorunlara da yol açan lodosun marifetleri baş ağrısıyla sınırlı değil. Yorgunluk, halsizlik, uykusuzluk, çalışma isteğinin azalması gibi şikayetlere de sebep oluyor.
Lodoslu havalarda baş ağrısı yaşayan insan sayısının arttığını belirten uzmanlara göre, bu durumdan korunmanın en etkili yolu ise mümkün olduğunca rüzgara maruz kalmamak.
Lodosun yarattığı hava değişimleri, duyarlı olanları daha çok etkiliyor, bu nedenle özellikle sinüzit şikayeti olanların daha dikkatli olması gerekiyor.
Lodosun olumsuz etkilerinden korunmak için atılacak adımları şöyle özetlemek mümkün:
- Lodoslu havalarda bere veya şapka gibi başınızı koruyacak bir şeyle örtün.
- Rüzgarda durmamaya çalışın.
- Banyodan sonra hemen sokağa çıkmayın ve saçınızı iyice kurutun.
- Klimalı ortamlardan kaçının.
- Eğer imkanınız varsa lodos olan günlerde dışarıya çıkmayın.
- Pencere veya kapıyı bile açtığınızda, lodoslu havanın içeri gireceğini ve lodosun etkilerinin eve de yerleşeceğini unutmayın. ntvmsnc
Lodoslu havalarda pek çok insan baş ağrısından şikayet ediyor. Halk arasında "lodos çarptı" şeklinde dile getirilen migren tarzı baş ağrısının en önemli nedeni lodosun yol açtığı hava basınç değişiklikleri. Ayrıca lodosun taşıdığı çeşitli toz ve mineraller de baş ağrısı ve migrenin tetikleyicileri arasında.
Aynı zamanda hormonal dengeyi bozan ve psikolojik sorunlara da yol açan lodosun marifetleri baş ağrısıyla sınırlı değil. Yorgunluk, halsizlik, uykusuzluk, çalışma isteğinin azalması gibi şikayetlere de sebep oluyor.
Lodoslu havalarda baş ağrısı yaşayan insan sayısının arttığını belirten uzmanlara göre, bu durumdan korunmanın en etkili yolu ise mümkün olduğunca rüzgara maruz kalmamak.
Lodosun yarattığı hava değişimleri, duyarlı olanları daha çok etkiliyor, bu nedenle özellikle sinüzit şikayeti olanların daha dikkatli olması gerekiyor.
Lodosun olumsuz etkilerinden korunmak için atılacak adımları şöyle özetlemek mümkün:
- Lodoslu havalarda bere veya şapka gibi başınızı koruyacak bir şeyle örtün.
- Rüzgarda durmamaya çalışın.
- Banyodan sonra hemen sokağa çıkmayın ve saçınızı iyice kurutun.
- Klimalı ortamlardan kaçının.
- Eğer imkanınız varsa lodos olan günlerde dışarıya çıkmayın.
- Pencere veya kapıyı bile açtığınızda, lodoslu havanın içeri gireceğini ve lodosun etkilerinin eve de yerleşeceğini unutmayın. ntvmsnc
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)