İngiltere’de rahmi ve yumurtalıkları olmadan dünyaya gelen ve asla anne olamayacağını düşünen 28 yaşındaki bir kadın ikiz bebekler dünyaya getirdi.
İngiliz Daily Mirror gazetesine konuşan Hayley Haynes, 19 yaşındayken Androjen Duyarsızlığı Sendromu’ndan müzdarip olduğunu ve XY kromozomları taşıdığını, yani genetik olarak erkek olduğunu öğrendiğini söyledi. Haynes “O anda dünyam başıma yıkıldı. Hiç bir erkeğin beni istemeyeceğini düşündüm. Yani bir erkekle çıkmaya başladığımda ona genetik olarak bir erkek olduğumu nasıl söyleyebilirdim ki?” dedi.
Ancak Haynes’in kaderi 2007 yılında Royal Derby Hastanesi’nden doktorların bir tarama sırasında sadece bir kaç milimetre çapında bir rahmi olduğunu keşfetmesi ile değişti. Yoğun bir hormon tedavisi ile bu rahmin gelişmesini sağlayan doktorlar bu süreçte çocukluk arkadaşı Sam ile evlenen kadının tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olmasını sağlamayı başardı.
Yaşadığı tüm zorluklardan sonra çocuk sahibi olmanın onun için paha biçilemez olduğunu söyleyen Haynes “Anne olmak hayatım boyunca başıma gelen en güzel şeydi” dedi. Androjen duyarsızlığı sendromu (AIS) kişinin üreme organlarının normal bir biçimde gelişmesini imkansız hale getiriyor. AIS ile doğan çocuklar genetik olarak erkek olmalarına rağmen işlevsiz kadın üreme organlarına ya da iki cinsiyetin de özelliklerini taşıyan üreme organlarına sahip olabiliyor. AIS çok nadir bir hastalık ve her 20 bin doğumdan birinde görülüyor.
31 Ocak 2015 Cumartesi
30 Ocak 2015 Cuma
Psikolojik ağrılara dikkat!
Kimi zaman ağrıların nedeni psikolojik olabiliyor. Önemsenmeyen ağrılar birçok hastalığı da beraberinde getiriyor…
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Barış Önen Ünsalver, çoğu zaman fizyolojik nedenlerle ortaya çıkan Ağrıların psikiyatri ile de çok yakından ilgili olduğunun altını çiziyor.
Ağrı beyinde anlam kazanır
Ağrı ile psikiyatri arasında çok yakın bir ilişki olduğunu belirten Yrd. Doç.Dr. Ünsalver, şunları söyledi:
“Ağrı, insanı rahatsız eden ancak çoğunlukla bedendeki bir tehlikeye işaret eden nahoş bir yaşantıdır. Ağrıya herkesin tepkisi farklıdır, hatta bazen ağrılı bir uyaranı aynı kişi farklı zamanlarda farklı şekilde algılayabilir. Ağrı sinir uçlarınca taşınarak beyine ulaşıp işlenir, değerlendirilip tepki ortaya koyulur, dolayısıyla ağrı beyinde yaşanır ve anlam kazanır denebilir. Ağrının nedeni her ne olursa olsun beyin, ağrının yaşandığı yerdir.
Kronik ağrılar psikolojik olabilir
Bazen ortada bir sebep yokken kişi ağrı hisseder, bazen ağrılı bir uyarana olağandan fazla ya da az tepki gösterilir ya da bazen ağrıyan yapı ortadan cerrahi olarak kaldırılsa dahi ağrısı hissedilmeye devam edilir. Ağrı ve psikiyatrinin ilişkisine bakıldığında, özellikle kronik ağrılı durumlar psikiyatrik tablolara neden olabildiği gibi bazı psikiyatrik tablolar da ağrı nedenlerinin arasında önemli yer tutmaktadır.
Ağrı davranış değiştiriyor
6 aydan uzun süren kronik ağrılarda kişiler kronik ağrı davranışı sergiler. Ağrının şiddeti, ortaya çıkma sıklığı, süresi ve hastada neden olduğu yeti yitimi derecesine bağlı olarak ağrı davranışı değişir. Kişide gerginlik, uyku bozuklukları, bedenle aşırı uğraşı, hareketlerde ve düşünme hızında yavaşlama, tükenmişlik, cinsel isteksizlik ve toplumdan uzaklaşma gibi belirtiler gözlenir.
Ağrı birçok hastalığı tetikliyor
Depresyona neden oluyor
Ağrı depresyona neden olabilir. Ağrı aynı zamanda depresyon belirtilerinden biridir. Yaşlılarda yaygın vücut ağrısı depresyonun önemli belirtilerindendir. Çocuklar ve ergenlerde ise karın ağrıları ve baş ağrıları depresyon belirtileri arasında yer almaktadır.
Kaygı bozukluğuna neden oluyor
Ağrı kaygıya neden olabilir. Kaygı da ağrıya neden olabilir. Panik bozuklukta kişi kalp ağrısı yaşamaktadır.
Uykuyu bozuyor
Ağrı uykuyu bozar, uykusuzluğa bağlı yaşanan stres ise ağrıyı daha arttırarak bir kısır döngüye neden olur.
Somatik bozukluklara neden oluyor
Bazen kişi bilinçdışı ya da öncesinde yaşadığı bir ruhsal çatışmayı bedensel belirtilerle dışa vurur.
Feneryolu Polikliniği’nden psikiyatri uzmanı Ünsalver, şu bilgileri verdi:
“Ağrı tedavisinin bir parçası olmalıdır. Ağrı tedavisinde ilaç tedavisiyle birlikte psikoterapinin yeri vardır. Eklektik bir yaklaşım gerekir. İlaçlar beyinde bozulmuş olan kimyasal dengeyi yeniden kurmaya yarar. Psikoterapide, kişiye özel yaklaşımlar kullanılmaktadır.
Ağrının tedavisinde kişiye özel tedaviler
Bu yöntemlerden bazıları şunlardır: Bilinçdışı çatışmalara karşı iç görü kazanmak, stresli durumlarla başa çıkmayı sağlayan beceriler kazanmak, kaygıyla başa çıkmayı ve kaygıyı azaltıcı gevşeme ve duyarsızlaştırma gibi teknikleri öğrenmek, kendini ve bedenini kontrol etmeyi öğreten biofeedback, ağrının anlamını yeniden değerlendirmeyi sağlayan bilişsel terapi ve duyguların dile getirilmesini sağlayan eft...”
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Barış Önen Ünsalver, çoğu zaman fizyolojik nedenlerle ortaya çıkan Ağrıların psikiyatri ile de çok yakından ilgili olduğunun altını çiziyor.
Ağrı beyinde anlam kazanır
Ağrı ile psikiyatri arasında çok yakın bir ilişki olduğunu belirten Yrd. Doç.Dr. Ünsalver, şunları söyledi:
“Ağrı, insanı rahatsız eden ancak çoğunlukla bedendeki bir tehlikeye işaret eden nahoş bir yaşantıdır. Ağrıya herkesin tepkisi farklıdır, hatta bazen ağrılı bir uyaranı aynı kişi farklı zamanlarda farklı şekilde algılayabilir. Ağrı sinir uçlarınca taşınarak beyine ulaşıp işlenir, değerlendirilip tepki ortaya koyulur, dolayısıyla ağrı beyinde yaşanır ve anlam kazanır denebilir. Ağrının nedeni her ne olursa olsun beyin, ağrının yaşandığı yerdir.
Kronik ağrılar psikolojik olabilir
Bazen ortada bir sebep yokken kişi ağrı hisseder, bazen ağrılı bir uyarana olağandan fazla ya da az tepki gösterilir ya da bazen ağrıyan yapı ortadan cerrahi olarak kaldırılsa dahi ağrısı hissedilmeye devam edilir. Ağrı ve psikiyatrinin ilişkisine bakıldığında, özellikle kronik ağrılı durumlar psikiyatrik tablolara neden olabildiği gibi bazı psikiyatrik tablolar da ağrı nedenlerinin arasında önemli yer tutmaktadır.
Ağrı davranış değiştiriyor
6 aydan uzun süren kronik ağrılarda kişiler kronik ağrı davranışı sergiler. Ağrının şiddeti, ortaya çıkma sıklığı, süresi ve hastada neden olduğu yeti yitimi derecesine bağlı olarak ağrı davranışı değişir. Kişide gerginlik, uyku bozuklukları, bedenle aşırı uğraşı, hareketlerde ve düşünme hızında yavaşlama, tükenmişlik, cinsel isteksizlik ve toplumdan uzaklaşma gibi belirtiler gözlenir.
Ağrı birçok hastalığı tetikliyor
Depresyona neden oluyor
Ağrı depresyona neden olabilir. Ağrı aynı zamanda depresyon belirtilerinden biridir. Yaşlılarda yaygın vücut ağrısı depresyonun önemli belirtilerindendir. Çocuklar ve ergenlerde ise karın ağrıları ve baş ağrıları depresyon belirtileri arasında yer almaktadır.
Kaygı bozukluğuna neden oluyor
Ağrı kaygıya neden olabilir. Kaygı da ağrıya neden olabilir. Panik bozuklukta kişi kalp ağrısı yaşamaktadır.
Uykuyu bozuyor
Ağrı uykuyu bozar, uykusuzluğa bağlı yaşanan stres ise ağrıyı daha arttırarak bir kısır döngüye neden olur.
Somatik bozukluklara neden oluyor
Bazen kişi bilinçdışı ya da öncesinde yaşadığı bir ruhsal çatışmayı bedensel belirtilerle dışa vurur.
Feneryolu Polikliniği’nden psikiyatri uzmanı Ünsalver, şu bilgileri verdi:
“Ağrı tedavisinin bir parçası olmalıdır. Ağrı tedavisinde ilaç tedavisiyle birlikte psikoterapinin yeri vardır. Eklektik bir yaklaşım gerekir. İlaçlar beyinde bozulmuş olan kimyasal dengeyi yeniden kurmaya yarar. Psikoterapide, kişiye özel yaklaşımlar kullanılmaktadır.
Ağrının tedavisinde kişiye özel tedaviler
Bu yöntemlerden bazıları şunlardır: Bilinçdışı çatışmalara karşı iç görü kazanmak, stresli durumlarla başa çıkmayı sağlayan beceriler kazanmak, kaygıyla başa çıkmayı ve kaygıyı azaltıcı gevşeme ve duyarsızlaştırma gibi teknikleri öğrenmek, kendini ve bedenini kontrol etmeyi öğreten biofeedback, ağrının anlamını yeniden değerlendirmeyi sağlayan bilişsel terapi ve duyguların dile getirilmesini sağlayan eft...”
Ağız kanseri çok sinsi ilerliyor
DentGroup Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Uzmanı Dr. Başak Kurdoğlu, ağız kanseri lezyonlarının ağrıyla belirti vermediğini vurgulayarak, “Bu nedenle ağız içinde ortaya çıkan anormallikler konusunda çok dikkatli olunması gerekiyor” diyor.
Milliyet'in haberine göre; En ölümcül 8 kanser türü arasında ağız kanserini de sayan Dünya sağlık Örgütü WHO'nun araştırmasına göre, dünyada her yıl 40 bin vakaya ağız kanseri tanısı konuluyor. Bu rakam her geçen yıl artış gösteriyor. Ağız kanseri nedeniyle bir yılda hayatını kaybeden hastaların sayısı ise 12 binin üzerinde.
DentGroup Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Uzmanı Dr. Başak Kurdoğlu, “Öncelikle yoğun Alkol ve sigara kullanımı, ağız hijyenine özen gösterilmemesi, dudak gibi ağız dışı bölgelerin uzun süre güneş ışığına maruz kalması, solaryuma girmek, genetik yatkınlık, besinlerdeki kansorojen maddeler ve stresi ağız kanserleri için risk faktörü olarak kabul ediyoruz. Risk, alkol tüketenlerde 6 kat, sigara, puro, pipo içenlerde 8 kat, hem sigara hem alkol tüketenlerde 15 kat, tütün çiğneme alışkanlığı ve uyuşturucu madde kullananlarda ise 50 kat artıyor” şeklinde konuşuyor.
Özellikle, sürekli vuruk yapan protez kullananlar ile ağzında beyaz, kırmız renkte anormal oluşumlar ve iyileşmeyen yara bulunanların ağız kanseri riski altında olabileceklerini söyleyen Dr. Başak Kurdoğlu, “ Ayrıca, ağız kanserlerinin çoğunluğu 45 yaşın üzerinde ortaya çıkar ve erkeklerde oluşma olasılığı kadınlara oranla 2 kat fazladır”diyor.
Ağız kanserinde erken teşhisin önemi
Ağız kanserlerinde erken teşhisin çok önemli olduğunu kaydeden Dr. Başak Kurdoğlu, “Ağız kanseri lezyonları Ağrıyla belirti vermezler. Hastalık ilerleyerek sağlıklı ağız dokularında harabiyet oluştukça ağrı şikâyeti başlar. Bu nedenle erken tanı için en ufak bir değişiklikte diş hekimine gidilmesi son derece önemlidir. Ayrıca düzenli diş hekimine gitme alışkanlığı erken tanıda önemli rol oynar” şeklinde konuşuyor.
Dr. Kurdoğlu, “Ağız kanserleri artık çok basit ve ağrısız bir yöntem olan mavi ışık teknolojisi ile çok erken aşamada teşhis edilebiliyor. Ağız bölgesindeki anormallikler daha tam kansere dönüşmeden veya kansere dönüşmüşse bile başlangıç safhasındayken tedavileri çok daha basittir ve erken teşhis ile kişinin hayati riski azalmaktadır. Kanser vücudun diğer bölgelerine yayılmadan tedavi edilebilir. Kanser safhası ilerledikçe ve yayıldıkça hem kişinin hayati riski artmakta hem de yayılan kanserin çıkarılmasında daha fazla doku kaybı meydana gelmektedir” diyor.
Ağız kanserlerinin erken dönemde teşhis edilerek tedavi edilmezse, yayılarak, sürekli ağrı, fonksiyon kaybı, tedavi sonrası düzeltilmesi mümkün olmayan yüz ve ağız deformasyonları hatta ölümlere neden olabileceğini vurgulayan Dr. Başak Kurdoğlu, bu kanser türünün beyin gibi hayati bölgelere yakın olmasından ve anatomik olarak vücudun diğer bölgelerine daha rahat yayılabilme ihtimalinden dolayı da çok önemli olduğunu kaydediyor.
DentGroup Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Uzmanı Dr. Başak Kurdoğlu, ağız kanserinden korunmak için yapılması gerekenleri ise şöyle sıralıyor; “Öncelikle ağız hijyenine maksimum özen göstermek, sağlıklı protez kullanımına dikkat etmek, sigara ve alkolden uzak durmak, uzun süreli güneş ışığından, solaryum seanslarından ve radyasyondan kaçınmak, meyve ve sebze ağırlık beslenmek”
28 Ocak 2015 Çarşamba
Yumurta ve sperm dondurmada evlilik şartı yok
Tıbbi zorunluluk nedeniyle sperm veya yumurtalarını dondurmak isteyenlerde evlilik şartlı aranmayacak ancak kadınlar için Sağlık Bakanlığı ya da üniversite hastanelerinden rapor istenecek.
Sağlık Bakanlığı geçen yıl eylül ayında üreme hücresi ve gonad (üreme organı) dokularının saklanabilmesine olanak tanıyan düzenlemeyi genişletmiş, daha önce sadece kemoterapi görecek kadınlara tanınan bu hakkı düşük yumurtalık rezervi bulunanlara da tanımış ve 5 yıllık saklama süresini kaldırmıştı. Uygulamada birliğin sağlanması amacıyla bu düzenleme çerçevesinde yürütülecek işlemlere açıklık getirmek amacıyla Müsteşar Yardımcısı İrfan Şencan tarafından genelge yayınlandı.
Genelgeye göre, Bakanlığın belirlediği tıbbi zorunluluk kriterlerini taşıyıp üreme hücresi ve gonad dokusunu donduracaklarda evlilik şartı aranmayacak. Yumurta rezervi düşük olup çocuğu bulunmayan veya ailesinde erken menopoz görülen kadınların ise 3 uzman tabipten oluşan sağlık kurulu raporunu Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma ya da üniversite hastanesinden almaları gerekecek. Genelgede, saklanan üreme hücresi, gonad dokusu veya embriyonun başka bir merkeze tranferi için yapılacak mühürleme işlemine de açıklık getirildi. Buna göre her merkez kendi amblem ve isminin bulunduğu mührü kullanarak transfer işlemini yerine getirecek.
Sperm ve yumurtalık dondurulabilmesi için kriterler Sağlık Bakanlığının geçen yıl çıkardığı yönetmeliğe göre, erkeklerde cerrahi yöntemlerle sperm elde edilmesi, kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedavi, testislerin alınması ve benzeri üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak ameliyat ve çok az sayıda sperm olması, kadınlarda ise kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedavi, yumurtalıkların alınması gibi üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak ameliyat, düşük yumurtalık rezervi olup henüz doğurmamış veya ailesinde erken menopoz bulunduğunun üç uzman tabipten oluşan sağlık kurulu raporuyla belgelendirilmesi durumunda üreme hücreleri ve gonad dokuları saklanabiliyor.
Dondurulan üreme hücreleri ve gonad dokuları, kişinin yıllık protokol yenilememesi, isteği ve ölümü durumunda imha ediliyor. Çiftlerden fazla embriyo elde edilmesi durumunda dondurma işlemi eşlerden her ikisinin rızası alınarak yapılabiliyor. Saklama süresinin bir yılı aşması halinde her yıl embriyonun saklanması için çiftlerin, taleplerinin devam ettiğini belirten imzalı dilekçe vermesi gerekiyor. Eşlerin birlikte talep etmesi, eşlerden birinin ölümü veya boşanmanın hükmen sabit olması halinde ya da belirlenen süre son bulduğunda saklanan embriyolar imha ediliyor.
Numuneler, merkezlerde en fazla beş yıl süreyle saklanabiliyor, bu sürenin uzaması ise Bakanlığın iznine tabi bulunuyor. Saklanan dondurulmuş embriyo ve/veya gonad dokusu/hücresi gerekli şartların sağlanması durumunda başka bir merkeze transfer edilebiliyor. (Milliyet)
Sağlık Bakanlığı geçen yıl eylül ayında üreme hücresi ve gonad (üreme organı) dokularının saklanabilmesine olanak tanıyan düzenlemeyi genişletmiş, daha önce sadece kemoterapi görecek kadınlara tanınan bu hakkı düşük yumurtalık rezervi bulunanlara da tanımış ve 5 yıllık saklama süresini kaldırmıştı. Uygulamada birliğin sağlanması amacıyla bu düzenleme çerçevesinde yürütülecek işlemlere açıklık getirmek amacıyla Müsteşar Yardımcısı İrfan Şencan tarafından genelge yayınlandı.
Genelgeye göre, Bakanlığın belirlediği tıbbi zorunluluk kriterlerini taşıyıp üreme hücresi ve gonad dokusunu donduracaklarda evlilik şartı aranmayacak. Yumurta rezervi düşük olup çocuğu bulunmayan veya ailesinde erken menopoz görülen kadınların ise 3 uzman tabipten oluşan sağlık kurulu raporunu Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma ya da üniversite hastanesinden almaları gerekecek. Genelgede, saklanan üreme hücresi, gonad dokusu veya embriyonun başka bir merkeze tranferi için yapılacak mühürleme işlemine de açıklık getirildi. Buna göre her merkez kendi amblem ve isminin bulunduğu mührü kullanarak transfer işlemini yerine getirecek.
Sperm ve yumurtalık dondurulabilmesi için kriterler Sağlık Bakanlığının geçen yıl çıkardığı yönetmeliğe göre, erkeklerde cerrahi yöntemlerle sperm elde edilmesi, kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedavi, testislerin alınması ve benzeri üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak ameliyat ve çok az sayıda sperm olması, kadınlarda ise kemoterapi ve radyoterapi gibi gonad hücrelerine zarar veren tedavi, yumurtalıkların alınması gibi üreme fonksiyonlarının kaybedilmesine yol açacak ameliyat, düşük yumurtalık rezervi olup henüz doğurmamış veya ailesinde erken menopoz bulunduğunun üç uzman tabipten oluşan sağlık kurulu raporuyla belgelendirilmesi durumunda üreme hücreleri ve gonad dokuları saklanabiliyor.
Dondurulan üreme hücreleri ve gonad dokuları, kişinin yıllık protokol yenilememesi, isteği ve ölümü durumunda imha ediliyor. Çiftlerden fazla embriyo elde edilmesi durumunda dondurma işlemi eşlerden her ikisinin rızası alınarak yapılabiliyor. Saklama süresinin bir yılı aşması halinde her yıl embriyonun saklanması için çiftlerin, taleplerinin devam ettiğini belirten imzalı dilekçe vermesi gerekiyor. Eşlerin birlikte talep etmesi, eşlerden birinin ölümü veya boşanmanın hükmen sabit olması halinde ya da belirlenen süre son bulduğunda saklanan embriyolar imha ediliyor.
Numuneler, merkezlerde en fazla beş yıl süreyle saklanabiliyor, bu sürenin uzaması ise Bakanlığın iznine tabi bulunuyor. Saklanan dondurulmuş embriyo ve/veya gonad dokusu/hücresi gerekli şartların sağlanması durumunda başka bir merkeze transfer edilebiliyor. (Milliyet)
Yeni güne yeni gülüş
İmplant tedavisiyle hastalara sanal planlamayla tek günde hızlı ve güvenilir çözüm sunduklarını söyleyen Liv Hospital Ankara Diş Hekimi Semih Demircan implant tedavisini anlattı.
Güzel bir gülüş ve bembeyaz sağlıklı dişler, uzun bir yaşamın anahtarı. Oysa birçok kişi ağız ve diş problemleri, eksik dişleri yüzünden rahatça gülemiyor, yemek yerken zorlanıyor. Küçük bir cerrahi işlemle çene kemiğine yerleştirilen implantlar, gerçek bir diş kökünün yerini alıyor, eksik dişler tamamlanıyor.
Aynı gün geçici protez takılıyor
Gelişen teknoloji sayesinde ağız yapısında sorun olanlar sadece bir günde yepyeni dişlere kavuşabiliyor. Çekilmesi gereken veya eksik dişlerin yerine yerleştirilecek yeni dişler bazı hastalarda korku ve endişeye neden olabiliyor. 1 günde yeni diş işlemiyle bu hastaların kaygılarına son veriliyor. Hasta anatomisine uygun olarak yazılım üzerinden (Nobel Clinician) planlanan diş kurulumu, tedavi planına dayanan özel imal edilmiş cerrahi model ile implant uygulamasına dönüşüyor. Böylelikle hastalara aynı gün geçici protezleri takılabiliyor. Ağrı ve sıkıntının en aza indirildiği uygulamada, maksimum görsellik ve fonksiyon imkanı da hedefleniyor.
Sağlıklı olan herkes implant yaptırabilir
Diş eksikliği olan ve implant uygulanacak bölgede uygun koşulları taşıyan; genel sağlığı yerinde olan herkes implant yaptırabiliyor. Cerrahi bir işlem olan implant operasyonundan önce hastaya lokal anestezi uygulanıyor. Bu yüzden cerrahi işlem sırasında hasta hiçbir şekilde acı veya ağrı hissetmiyor. Cerrahi operasyona karşı endişe duyan ve oldukça fazla korkan hastalarda sedasyon işlemi yapılıyor. Sedasyon ile hastalar yarı uyku halinde olduklarından işlemi hissetmiyor ve sonrasında da hatırlamıyor. Muayene sonucu ortaya çıkan duruma göre ya stent ile ya da stentsiz uygulama yapılıyor. Bu uygulamada dikiş atılmıyor, kanama sorunu ya olmuyor ya da çok az oluyor. İmplant yapılan hastalarda aynı gün anestezi etkisi dağıldıktan sonra hafif ağrılar olursa diş hekiminin önerdiği ağrı kesici kullanılabilir. İmplant tedavisi olmuş hasta aynı gün normal hayatına dönüyor.
İmplantın faydaları
Çiğneme fonksiyonlarını tam olarak yapabilir. (her istediğini yiyebilme)
Daha estetik görünüm sağlar.
Çiğneme fonksiyonları tam olduğu için sağlıklı beslenme sağlar.
Sağlıklı dişlere kavuşma ile yüksek özgüven verir.
Doğal diş formundadır.
Güzel bir gülüş ve bembeyaz sağlıklı dişler, uzun bir yaşamın anahtarı. Oysa birçok kişi ağız ve diş problemleri, eksik dişleri yüzünden rahatça gülemiyor, yemek yerken zorlanıyor. Küçük bir cerrahi işlemle çene kemiğine yerleştirilen implantlar, gerçek bir diş kökünün yerini alıyor, eksik dişler tamamlanıyor.
Aynı gün geçici protez takılıyor
Gelişen teknoloji sayesinde ağız yapısında sorun olanlar sadece bir günde yepyeni dişlere kavuşabiliyor. Çekilmesi gereken veya eksik dişlerin yerine yerleştirilecek yeni dişler bazı hastalarda korku ve endişeye neden olabiliyor. 1 günde yeni diş işlemiyle bu hastaların kaygılarına son veriliyor. Hasta anatomisine uygun olarak yazılım üzerinden (Nobel Clinician) planlanan diş kurulumu, tedavi planına dayanan özel imal edilmiş cerrahi model ile implant uygulamasına dönüşüyor. Böylelikle hastalara aynı gün geçici protezleri takılabiliyor. Ağrı ve sıkıntının en aza indirildiği uygulamada, maksimum görsellik ve fonksiyon imkanı da hedefleniyor.
Sağlıklı olan herkes implant yaptırabilir
Diş eksikliği olan ve implant uygulanacak bölgede uygun koşulları taşıyan; genel sağlığı yerinde olan herkes implant yaptırabiliyor. Cerrahi bir işlem olan implant operasyonundan önce hastaya lokal anestezi uygulanıyor. Bu yüzden cerrahi işlem sırasında hasta hiçbir şekilde acı veya ağrı hissetmiyor. Cerrahi operasyona karşı endişe duyan ve oldukça fazla korkan hastalarda sedasyon işlemi yapılıyor. Sedasyon ile hastalar yarı uyku halinde olduklarından işlemi hissetmiyor ve sonrasında da hatırlamıyor. Muayene sonucu ortaya çıkan duruma göre ya stent ile ya da stentsiz uygulama yapılıyor. Bu uygulamada dikiş atılmıyor, kanama sorunu ya olmuyor ya da çok az oluyor. İmplant yapılan hastalarda aynı gün anestezi etkisi dağıldıktan sonra hafif ağrılar olursa diş hekiminin önerdiği ağrı kesici kullanılabilir. İmplant tedavisi olmuş hasta aynı gün normal hayatına dönüyor.
İmplantın faydaları
Çiğneme fonksiyonlarını tam olarak yapabilir. (her istediğini yiyebilme)
Daha estetik görünüm sağlar.
Çiğneme fonksiyonları tam olduğu için sağlıklı beslenme sağlar.
Sağlıklı dişlere kavuşma ile yüksek özgüven verir.
Doğal diş formundadır.
(PembeNar)
Akciğerleri koruyan çay
Dr. Ömer Coşkun, ekinezya bitkisinin akciğer sağlığı için önemine vurgu yaparak, “Bu bitki içindeki etken maddeler, akciğerimizde oluşan mikropları yok etmeye yardımcıdır” dedi.
Sağlıkta düzgün nefes alıp vermenin esas olduğuna dikkat çeken Dr. Coşkun, “Akciğerlerimiz soluduğumuz havayı kana vermek ve karbondioksidi kandan atmaktadır. Akciğerlerimizi zorlaştıran nefes darlığına ve mikroplara zemin hazırlayan birçok neden vardır. Öksürük, nefes darlığı, hırıltı, bronşit gibi baş edilmez rahatsızlıklar yaşayabiliriz.
Akciğer sağlığımızı korumak için en başta doğal beslenmek şart. Ekinezya akciğer sağlığı için inanılmaz bir bitkidir. Çünkü içindeki polisakkaritler ve alkylamides adlı etken maddeler akciğerimizde oluşan mikropları yok etmeye yardımcıdır” diye konuştu.
Dr. Coşkun, günde Sabah akşam iki defa içilecek ekinezya çayının başta grip olmak üzere soğuk algınlığı gibi hastalıklardan koruduğunu kaydederek, “Bu bitki sayesinde ayrıca bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı direnç kazanmış olursunuz. Solunum yollarını rahatlatarak hırıltı, öksürük gibi sıkıntıları da ortadan kaldırmaya yardımcıdır. Bunun yanında biriken mikrop, bakteri gibi kötü hücreleri yok etmeye karşı harika bir şifalı bitkidir. Böylece içeceğiniz ekinezya çayı sizi birçok akciğer hastalıklarına karşı korumuş olur” ifadelerini kullandı.
Sağlıkta düzgün nefes alıp vermenin esas olduğuna dikkat çeken Dr. Coşkun, “Akciğerlerimiz soluduğumuz havayı kana vermek ve karbondioksidi kandan atmaktadır. Akciğerlerimizi zorlaştıran nefes darlığına ve mikroplara zemin hazırlayan birçok neden vardır. Öksürük, nefes darlığı, hırıltı, bronşit gibi baş edilmez rahatsızlıklar yaşayabiliriz.
Akciğer sağlığımızı korumak için en başta doğal beslenmek şart. Ekinezya akciğer sağlığı için inanılmaz bir bitkidir. Çünkü içindeki polisakkaritler ve alkylamides adlı etken maddeler akciğerimizde oluşan mikropları yok etmeye yardımcıdır” diye konuştu.
Dr. Coşkun, günde Sabah akşam iki defa içilecek ekinezya çayının başta grip olmak üzere soğuk algınlığı gibi hastalıklardan koruduğunu kaydederek, “Bu bitki sayesinde ayrıca bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı direnç kazanmış olursunuz. Solunum yollarını rahatlatarak hırıltı, öksürük gibi sıkıntıları da ortadan kaldırmaya yardımcıdır. Bunun yanında biriken mikrop, bakteri gibi kötü hücreleri yok etmeye karşı harika bir şifalı bitkidir. Böylece içeceğiniz ekinezya çayı sizi birçok akciğer hastalıklarına karşı korumuş olur” ifadelerini kullandı.
Dişiniz mi kırıldı?
Clinic Plus Uzman Diş Hekimi ve Protez Uzmanı Dt. Sevgen Eralp, diş kırıklarının mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini söyledi.
Milliyet'in haberine göre; Dt. Sevgen Eralp, “Dişlerimiz her ne kadar çok sert ve güçlü yapılar olsalar da ağır bir darbe aldıklarında ya da küçük ama uzun süreli travmalar sonucunda çatlayıp kırılabilirler. Bir diş kırığında en önemlisi geride kalan diş dokusunu en kısa zamanda sağlıklı hale getirmek ve daha sonrasında çeşitli tedavi yöntemleriyle eksik bölümü tamamlamak olacaktır” dedi.
“Diş mine tabakası çeşitli sertlik ölçüm derecelerinde sınıflandırmaya dahil edilmiş ve dünya üzerinde bulunan birçok maddeden daha sert olduğu kabul edilmiştir” diyen Eralp, açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Fakat yine de bazı ani ve sert durumlarda dişlerimiz kırılabiliyor. Yüz üstü düşmelerde özellikle ön dişler, sert kabuklu bir kuruyemişi kırmaya çalışırken de arka dişlerimiz kırılabiliyor. Ya da bir gazoz kapağını dişimizle açmaya çalıştığımızda dişimiz kırılabilir. Çürük varlığında direnci iyice azalmış olan bir diş en ufak bir travma ile kırılabilir. Hatta çorba içerken ya da ekmek yerken dişim kırıldı diyen çok kişi duymuşuzdur. Buz gibi bir dondurmanın hemen sonrasında içilen sıcak bir çay, diş yüzeyinde çatlamalara sebep olabiliyor ve dişin yapısını zayıflatıyor. Sonrasında yenilen sert gıdalarla da diş kolayca kırılabiliyor. Dişimizin kırılması yaşantımız içinde olası bir durum iken, küçük kırıklar hiçbir hassasiyet ve ağrıya sebep olmaz ve tedavi gereksinimi sadece doktorunuz tarafından fark edilerek önerilebilir. Büyük kırıklarda ise kalan diş dokusunun ileri tedavileri gerekebilir. Diş kökü, aldığı travmaya bağlı olarak çene kemiği içinde yerinden oynamış olabilir, canlılığını kaybedebilir. Bu durumda önce kanal tedavisi ve dişin çene kemiği içinde sabitlenmesi ile ilgili tedaviler yapılmalıdır. Sonrasında dişin restorasyonu ile ilgili tedavi seçenekleri konuşulmalıdır. Arka bölgedeki diş kırıklarında standart bir kompozit ya da porselen dolgulardan faydalanabileceğimiz gibi çeşitli fiber post (vida vb.) gibi malzemelerden destek alınarak porselen kuron (kaplama) ile tedavi tamamlanabilir. Ön bölgede de aslında tam olarak bu tedaviler birer seçenek olmakla birlikte ek olarak laminate veneer dediğimiz sistemlerden de faydalanabiliriz. Ön bölge kırıklarında amacımız sadece fonksiyon amaçlı dokuyu tamamlamak değil, aynı zamanda estetiği de tamamlamaktır. Dolayısıyla seçilen tedavi, hem doktoru hem de hastayı tatmin etmelidir. Dolgu materyalleri ile yapılan ön diş kırık tedavileri kompozit veneer olarak adlandırılır ve oldukça tatmin edici sonuçlar verir. Bunun yanı sıra porselen laminate veneer dediğimiz, yaprak porselenlerden de faydalanabiliriz. Porselen laminate veneerler, dişlerden ölçü alınarak laboratuar ortamında hazırlanır ve dişlerinizin üzerine yapıştırılırlar. Son derece estetik sonuç verirler. Kompozit veneerlere göre bakımları daha kolaydır, renklenme yapmazlar ve daha uzun ömürlüdürler. Bu tedavi seçeneklerinden hangisinin daha uygun olduğuna diş doktorunuz yaptığı muayene sonucunda karar vermelidir. Doktorunuzu yönlendirmeniz çok da doğru değildir, çünkü kırık sonucunda geride kalan diş dokusunun destek kalitesi önemlidir ve buna ancak doktorunuz karar verebilir. Kompozit veneer ya da porselen laminate veneer seçeneklerinden ikisi de kırık dişinizi tedavi etmeye yeterli olmayabilir. Kırık dokunun büyüklüğüne göre, dişinize tam bir porselen kuron (kaplama) yapmak gerekebilir. Ya da küçücük bir kompozit materyali ile kırık doku restore edilebilir.”
Kırık restorasyonlarında ilk amacın geride kalan diş dokusunun sağlığını korumak ve destek kalitesini arttırmak olduğunu ifade eden Eralp, “Günümüzde kullanılan malzeme çeşitliliği sayesinde estetik kaygı neredeyse yok gibidir. Fakat şunu da hatırlatmak gerekir ki, bir diş kırıldığında tek bir kırık hattı olması herhalde mucize olur. Diş kırıklarında kağıt yırtığı gibi düzgün bir hat beklememek gerekir. Mutlaka devamında bir çatlak hattı olacaktır veya kırık hattında çatallanmalar olacaktır. Bu çatlak hattı görünen bir yüzeyde ve tedavi edilirse ileride sorun yaratmayacaktır. Fakat kök yüzeyine inen ve kemik içerisinde oluşan bir çatlak hattı gözden kaçabilir veya röntgen yardımıyla tespit edilse bile tedavisi mümkün olmayabilir. Bu gibi durumlarda tedavi seçenekleri açısından daha Radikal kararlar vermek gerekebilir. Diş kırıklarından sonra, kısa zaman içinde diş doktorunuza başvurduğunuz takdirde sağlığınız açısından en doğru tedavi yapılacaktır. Doğru tedavi yapıldığı takdirde, beklenen estetik de sağlanacaktır” diye konuştu.
Milliyet'in haberine göre; Dt. Sevgen Eralp, “Dişlerimiz her ne kadar çok sert ve güçlü yapılar olsalar da ağır bir darbe aldıklarında ya da küçük ama uzun süreli travmalar sonucunda çatlayıp kırılabilirler. Bir diş kırığında en önemlisi geride kalan diş dokusunu en kısa zamanda sağlıklı hale getirmek ve daha sonrasında çeşitli tedavi yöntemleriyle eksik bölümü tamamlamak olacaktır” dedi.
“Diş mine tabakası çeşitli sertlik ölçüm derecelerinde sınıflandırmaya dahil edilmiş ve dünya üzerinde bulunan birçok maddeden daha sert olduğu kabul edilmiştir” diyen Eralp, açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Fakat yine de bazı ani ve sert durumlarda dişlerimiz kırılabiliyor. Yüz üstü düşmelerde özellikle ön dişler, sert kabuklu bir kuruyemişi kırmaya çalışırken de arka dişlerimiz kırılabiliyor. Ya da bir gazoz kapağını dişimizle açmaya çalıştığımızda dişimiz kırılabilir. Çürük varlığında direnci iyice azalmış olan bir diş en ufak bir travma ile kırılabilir. Hatta çorba içerken ya da ekmek yerken dişim kırıldı diyen çok kişi duymuşuzdur. Buz gibi bir dondurmanın hemen sonrasında içilen sıcak bir çay, diş yüzeyinde çatlamalara sebep olabiliyor ve dişin yapısını zayıflatıyor. Sonrasında yenilen sert gıdalarla da diş kolayca kırılabiliyor. Dişimizin kırılması yaşantımız içinde olası bir durum iken, küçük kırıklar hiçbir hassasiyet ve ağrıya sebep olmaz ve tedavi gereksinimi sadece doktorunuz tarafından fark edilerek önerilebilir. Büyük kırıklarda ise kalan diş dokusunun ileri tedavileri gerekebilir. Diş kökü, aldığı travmaya bağlı olarak çene kemiği içinde yerinden oynamış olabilir, canlılığını kaybedebilir. Bu durumda önce kanal tedavisi ve dişin çene kemiği içinde sabitlenmesi ile ilgili tedaviler yapılmalıdır. Sonrasında dişin restorasyonu ile ilgili tedavi seçenekleri konuşulmalıdır. Arka bölgedeki diş kırıklarında standart bir kompozit ya da porselen dolgulardan faydalanabileceğimiz gibi çeşitli fiber post (vida vb.) gibi malzemelerden destek alınarak porselen kuron (kaplama) ile tedavi tamamlanabilir. Ön bölgede de aslında tam olarak bu tedaviler birer seçenek olmakla birlikte ek olarak laminate veneer dediğimiz sistemlerden de faydalanabiliriz. Ön bölge kırıklarında amacımız sadece fonksiyon amaçlı dokuyu tamamlamak değil, aynı zamanda estetiği de tamamlamaktır. Dolayısıyla seçilen tedavi, hem doktoru hem de hastayı tatmin etmelidir. Dolgu materyalleri ile yapılan ön diş kırık tedavileri kompozit veneer olarak adlandırılır ve oldukça tatmin edici sonuçlar verir. Bunun yanı sıra porselen laminate veneer dediğimiz, yaprak porselenlerden de faydalanabiliriz. Porselen laminate veneerler, dişlerden ölçü alınarak laboratuar ortamında hazırlanır ve dişlerinizin üzerine yapıştırılırlar. Son derece estetik sonuç verirler. Kompozit veneerlere göre bakımları daha kolaydır, renklenme yapmazlar ve daha uzun ömürlüdürler. Bu tedavi seçeneklerinden hangisinin daha uygun olduğuna diş doktorunuz yaptığı muayene sonucunda karar vermelidir. Doktorunuzu yönlendirmeniz çok da doğru değildir, çünkü kırık sonucunda geride kalan diş dokusunun destek kalitesi önemlidir ve buna ancak doktorunuz karar verebilir. Kompozit veneer ya da porselen laminate veneer seçeneklerinden ikisi de kırık dişinizi tedavi etmeye yeterli olmayabilir. Kırık dokunun büyüklüğüne göre, dişinize tam bir porselen kuron (kaplama) yapmak gerekebilir. Ya da küçücük bir kompozit materyali ile kırık doku restore edilebilir.”
Kırık restorasyonlarında ilk amacın geride kalan diş dokusunun sağlığını korumak ve destek kalitesini arttırmak olduğunu ifade eden Eralp, “Günümüzde kullanılan malzeme çeşitliliği sayesinde estetik kaygı neredeyse yok gibidir. Fakat şunu da hatırlatmak gerekir ki, bir diş kırıldığında tek bir kırık hattı olması herhalde mucize olur. Diş kırıklarında kağıt yırtığı gibi düzgün bir hat beklememek gerekir. Mutlaka devamında bir çatlak hattı olacaktır veya kırık hattında çatallanmalar olacaktır. Bu çatlak hattı görünen bir yüzeyde ve tedavi edilirse ileride sorun yaratmayacaktır. Fakat kök yüzeyine inen ve kemik içerisinde oluşan bir çatlak hattı gözden kaçabilir veya röntgen yardımıyla tespit edilse bile tedavisi mümkün olmayabilir. Bu gibi durumlarda tedavi seçenekleri açısından daha Radikal kararlar vermek gerekebilir. Diş kırıklarından sonra, kısa zaman içinde diş doktorunuza başvurduğunuz takdirde sağlığınız açısından en doğru tedavi yapılacaktır. Doğru tedavi yapıldığı takdirde, beklenen estetik de sağlanacaktır” diye konuştu.
İdrardaki değişiklikler kanser habercisi
Memorial Kayseri Hastanesi Üroloji Bölümü’nden Op. Dr. Doğan Durmazer, bazı vitamin ilaçlarının kullanımının, havuç ya da turunçgillerin tüketiminin, idrarda renk değişimlerine yol açabileceğini belirterek, "Ancak idrarda gözle görülen kanama durumunda, vakit geçirmeden bir uzmana başvurulmalı ve kanamanın hangi organdan kaynaklandığı belirlenerek, hastalığın tedavi şekline karar verilmelidir" diye konuştu.
Üroloji Doktoru Doğan Durmazer, "İdrardaki kan, boşaltım sistemindeki herhangi bir sorundan kaynaklanabilir. Açık pembe ile koyu kırmızı arasında değişen renklerdeki kanın nedeni böbrek taşları, kötü huylu tümör ya da idrar kesesi tümörleri, nefritler, idrar borusu taşları, idrar kesesi iltihabı olabilir. Özellikle idrardaki pıhtılı kanama mesane (idrar torbası) ve böbrek tümörlerinin habercisi olabilir’" dedi.
Memorial Kayseri Hastanesi Üroloji Bölümü’nden Op. Dr. Doğan Durmazer, bazı vitamin ilaçlarının kullanımının, havuç ya da turunçgillerin tüketiminin, idrarda renk değişimlerine yol açabileceğini belirterek, "Ancak idrarda gözle görülen kanama durumunda, vakit geçirmeden bir uzmana başvurulmalı ve kanamanın hangi organdan kaynaklandığı belirlenerek, hastalığın tedavi şekline karar verilmelidir" diye konuştu.
Ciddiye alın
İdrarın renginin normalde berrak olduğunu belirten Dr. Durmazer,açıklamasını şöyle sürdürdü:
"İdrarda, kan hücrelerinin (eritrosit) 3 adetten fazla görülmesi kanamanın varlığını ortaya koyar. İdrardaki kan miktarı bazen gözle görülemez. Bu durumda rutin bir kontrolde mikroskopla bakılarak belirlenir. İdrardaki kan, boşaltım sistemindeki herhangi bir sorundan kaynaklanabilir. Açık pembe ile koyu kırmızı arasında değişen renklerdeki kanın nedeni böbrek taşları, kötü huylu tümör ya da idrar kesesi tümörleri, nefritler, idrar borusu taşları, idrar kesesi iltihabı olabilir.Özellikle idrardaki pıhtılı kanama mesane (idrar torbası) ve böbrek tümörlerinin habercisi olabilir.Bu yüzden idrarda oluşan gözle ya da mikroskopla görülen kanamanın ciddiye alınması gerekir."
Üroloji Doktoru Doğan Durmazer, "İdrardaki kan, boşaltım sistemindeki herhangi bir sorundan kaynaklanabilir. Açık pembe ile koyu kırmızı arasında değişen renklerdeki kanın nedeni böbrek taşları, kötü huylu tümör ya da idrar kesesi tümörleri, nefritler, idrar borusu taşları, idrar kesesi iltihabı olabilir. Özellikle idrardaki pıhtılı kanama mesane (idrar torbası) ve böbrek tümörlerinin habercisi olabilir’" dedi.
Memorial Kayseri Hastanesi Üroloji Bölümü’nden Op. Dr. Doğan Durmazer, bazı vitamin ilaçlarının kullanımının, havuç ya da turunçgillerin tüketiminin, idrarda renk değişimlerine yol açabileceğini belirterek, "Ancak idrarda gözle görülen kanama durumunda, vakit geçirmeden bir uzmana başvurulmalı ve kanamanın hangi organdan kaynaklandığı belirlenerek, hastalığın tedavi şekline karar verilmelidir" diye konuştu.
Ciddiye alın
İdrarın renginin normalde berrak olduğunu belirten Dr. Durmazer,açıklamasını şöyle sürdürdü:
"İdrarda, kan hücrelerinin (eritrosit) 3 adetten fazla görülmesi kanamanın varlığını ortaya koyar. İdrardaki kan miktarı bazen gözle görülemez. Bu durumda rutin bir kontrolde mikroskopla bakılarak belirlenir. İdrardaki kan, boşaltım sistemindeki herhangi bir sorundan kaynaklanabilir. Açık pembe ile koyu kırmızı arasında değişen renklerdeki kanın nedeni böbrek taşları, kötü huylu tümör ya da idrar kesesi tümörleri, nefritler, idrar borusu taşları, idrar kesesi iltihabı olabilir.Özellikle idrardaki pıhtılı kanama mesane (idrar torbası) ve böbrek tümörlerinin habercisi olabilir.Bu yüzden idrarda oluşan gözle ya da mikroskopla görülen kanamanın ciddiye alınması gerekir."
O işlemin amacı kilo vermek değil
Vücudundaki fazla yağlanmadan şikayetçi olan herkesin ilk aklına gelen çözümlerden biri olan liposuction yani yağ alma ameliyatı, vücutta özellikle normalden daha belirgin olarak yağ birikimi görülen, spor ve diyete rağmen düzelme yaşanmayan bölgelere uygulanan cerrahi bir işlem.
Liposuction ameliyatının zayıflama amacıyla uygulanan bir ameliyat olmadığını, amacın vücudu şekillendirmek olduğunu vurgulayan Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi uzmanı Op. Dr. Evren Helvacı, liposuction hakkında merak edilenleri anlattı.
LIPOSUCTIONDA AMAÇ KİLO KAYBI DEĞİL
Liposuctionla ilgili en çok merak edilenlerin başında ameliyatla kilo verilip verilmediği geliyor. Liposuctionda temel amaç normalden fazla yağ birikimi olan bölgelerdeki fazla yağın parçalanarak alınmasıdır. İşlem sonrası mevcut yağ hacminde azalma ve uygulamanın yapıldığı bölgede incelme olacaktır ancak hastalar ameliyatta yüksek miktarda kilo kaybı ya da zayıflama beklememelidirler. Liposuction mevcut yağ hücrelerinde azalma sağlar. Ancak hastanın tekrar kilo alıması durumunda yağ hücrelerinde hacim olarak büyüme görülebilir. Bu yüzden ameliyat sonuçlarını korumak isteyen hastalar, ameliyat sonrası diyet ve egzersize devam etmelidirler.
18 yaş sonrası, ameliyata engel ek bir hastalığı olmayan, ideal kilosuna yakın kadın ve erkeklerde liposuction ameliyatı uygulanabilir.
EN ÇOK KARIN, BEL, SIRT, KALÇA, POPO VE BACAKLARA UYGULANIYOR
18 yaş sonrası, ameliyata engel ek bir hastalığı olmayan, ideal kilosuna yakın kadın ve erkeklere uygulanabilen liposuctionın en sık uygulandığı bölgeler fazla yağ birikimine meyilli olan karın ve bel bölgesi, sırt ve kalça, popo ve bacaklardır. Ayrıca sarkıklığı olmaksızın sadece yağ fazlalığı olan kol, gıdı yada meme bölgesine de uygulanabilmektedir. Ameliyat su basınçlı liposuction tekniği, lazer yada vaser teknikleri kullanılarak gerçekleştirilebilir. Her tekniğin kendine has avantajları bulunur.
1 HAFTA SONRA İŞE DÖNMEK MÜMKÜN
Ameliyat sonrası doktorun tavsiyesine gore ortalama 3 hafta süreyle korse kullanılıyor. Hastalar yileşme süresince 1 ay boyunca mümkün olduğunca az tuz tüketmeli ve yağlı yemeklerden kaçınmalı. İlk birkaç kaç gün uygulanan bölgeye göre farklı yoğunluklarda ağrı hissi olabilir ancak ortalama 1 hafta sonra tekrar işe ve sosyal yaşantıya dönülebiliyor.
Op. Dr. Evren Helvacı / Hürriyet
Liposuction ameliyatının zayıflama amacıyla uygulanan bir ameliyat olmadığını, amacın vücudu şekillendirmek olduğunu vurgulayan Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi uzmanı Op. Dr. Evren Helvacı, liposuction hakkında merak edilenleri anlattı.
LIPOSUCTIONDA AMAÇ KİLO KAYBI DEĞİL
Liposuctionla ilgili en çok merak edilenlerin başında ameliyatla kilo verilip verilmediği geliyor. Liposuctionda temel amaç normalden fazla yağ birikimi olan bölgelerdeki fazla yağın parçalanarak alınmasıdır. İşlem sonrası mevcut yağ hacminde azalma ve uygulamanın yapıldığı bölgede incelme olacaktır ancak hastalar ameliyatta yüksek miktarda kilo kaybı ya da zayıflama beklememelidirler. Liposuction mevcut yağ hücrelerinde azalma sağlar. Ancak hastanın tekrar kilo alıması durumunda yağ hücrelerinde hacim olarak büyüme görülebilir. Bu yüzden ameliyat sonuçlarını korumak isteyen hastalar, ameliyat sonrası diyet ve egzersize devam etmelidirler.
18 yaş sonrası, ameliyata engel ek bir hastalığı olmayan, ideal kilosuna yakın kadın ve erkeklerde liposuction ameliyatı uygulanabilir.
EN ÇOK KARIN, BEL, SIRT, KALÇA, POPO VE BACAKLARA UYGULANIYOR
18 yaş sonrası, ameliyata engel ek bir hastalığı olmayan, ideal kilosuna yakın kadın ve erkeklere uygulanabilen liposuctionın en sık uygulandığı bölgeler fazla yağ birikimine meyilli olan karın ve bel bölgesi, sırt ve kalça, popo ve bacaklardır. Ayrıca sarkıklığı olmaksızın sadece yağ fazlalığı olan kol, gıdı yada meme bölgesine de uygulanabilmektedir. Ameliyat su basınçlı liposuction tekniği, lazer yada vaser teknikleri kullanılarak gerçekleştirilebilir. Her tekniğin kendine has avantajları bulunur.
1 HAFTA SONRA İŞE DÖNMEK MÜMKÜN
Ameliyat sonrası doktorun tavsiyesine gore ortalama 3 hafta süreyle korse kullanılıyor. Hastalar yileşme süresince 1 ay boyunca mümkün olduğunca az tuz tüketmeli ve yağlı yemeklerden kaçınmalı. İlk birkaç kaç gün uygulanan bölgeye göre farklı yoğunluklarda ağrı hissi olabilir ancak ortalama 1 hafta sonra tekrar işe ve sosyal yaşantıya dönülebiliyor.
Op. Dr. Evren Helvacı / Hürriyet
Çocuk sahibi olmayı zorlaştırıyor
Doğurganlık döneminin herhangi bir bölümünde ortaya çıkabilen ve hastaların genellikle adet düzensizliği, aşırı tüylenme, sivilcelenme ve kısırlık gibi şikayetlerle doktora başvurduğu bir hastalık olan polikistik over sendromu, oluşumunda genetik faktörler ve bunun yanında beslenme ve egzersiz gibi çevresel faktörlerin rol oynadığı bir hastalıktır.
Polikistik Over Sendromu tanısı alan kişilerde adet düzensizliği ve buna bağlı yumurtlama bozuklukları, aşırı tüylenme ve sivilcelenme gibi kozmetik sorunlar, kısırlık problemi ile artmış rahim ve meme kanseri, diyabet ve kalp- damar hastalıkları risklerinin bulunduğunu söyleyen Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Recai Pabuçcu, hastalıkla ve çeşitleriyle ilgili önemli bilgilendirmelerde bulundu.
Polikistik Over Sendromu (PCOS); merkezi sinir sistemi, hipofiz bezi, yumurtalıklar, böbreküstü bezleri ve diğer dokular arasındaki etkileşimlerin bozulmasına bağlı olarak üretkenlik döneminin herhangi bir bölümünde ortaya çıkabilen karmaşık bir hastalıktır. Polikistik over sendromunun kadının hayatının hangi döneminde başladığı bilinmemektedir. Bazı araştırmalarda anne karnında bazı araştırmalarda ergenlik döneminde başladığı savunulmuştur. Normalde adet döngüsünün ilk gününden itibaren olgunlaşmaya başlayan yumurta hücresinin gelişiminin yarıda kalması, yeterli büyüklüğe erişip çatlayamayarak her defasında yumurtalıklardan birinde milimetrik boyutlarda bir kistin oluşmasıyla sonuçlanmaktadır. Yumurtanın çatlayamaması adet görmek için gerekli hormon seviyesinin tamamlanamayarak adetin gecikmesine ve bir dizi hormonal bozukluğun oluşmasına neden olmaktadır. Hastalığın belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olan esas olay kadınlarda hakim olması gereken östrojen hormonu yerine erkeklere özgü karakterlerin gelişmesini sağlayan androjen hormonunun fazla salgılanmasıdır.
Polikistik Over Sendromlu hastaların %90'ında aşırı kilo, adet düzensizliği(adet gecikmesi, az adet görme veya hiç adet görememe), aşırı tüylenme, sivilcelenme gibi problemler vardır. %10 hasta ise zayıf olup yumurtalıkları ilaçla tedavi edildiğinde aşırı uyarılmaya bağlı ‘aşırı uyarılmış yumurtalık sendromu ‘ çoğul gebelik veya düşük riski ile karşılaşmaktadır.
POLİKİSTİK OVER SENDROMLU HASTALAR 4 GRUBA AYRILIYOR
1. ADOLESAN (ERGENLİK DÖNEMİNDEKİ) HASTALAR: Bu gruptaki hastalar çocukluktan veya ergenlik döneminden itibaren kilo almaya başlayan, adet düzensizliği, aşırı tüylenme, sivilcelenme gibi problemleri olan hastalardır. Bu hastalara tanı konulduktan sonra uygun bir egzersiz ve diyet programına alınırlar. Tüylenme, saç dökülmesi, ciltte aşırı yağlanma ve sivilcelenme gibi kozmetik problemler gerekli tıbbi tedavinin yanında lazer gibi kozmetik yöntemlerle desteklenir. Ayrıca hormon bozukluğu ve adet düzensizliği varsa uygun hormon tedavileri başlanabilir.
2. CİNSEL OLGUNLUK DÖNEMİNDE OLUP BEKAR VEYA ÇOCUK PROBLEMİ OLMAYAN HASTALAR: Bu hastalardan aşırı kilolu olanların uygun Beden Kitle İndexi değerine ulaşılması hedeflenmeli, uygun bir egzersiz ve diyet programı uygulanmalıdır. Tüylenme, saç dökülmesi, ciltte aşırı yağlanma ve sivilcelenme gibi kozmetik problemler için gerekli tıbbı tedavinin yanında lazer gibi kozmetik yöntemlerle destek sağlanmalıdır. Bu gruptaki zayıf hastalarda ise tanı aşamasında belirtilerin karışması riski olduğu için erkeklik hormonu (androjen) salgılayan tümörler, Cushing Sendromu, Konjenital adrenal hiperplazi gibi diğer hastalık ihtimalleri araştırılmalıdır.
3 .ÇOCUK SAHİBİ OLAMAYAN HASTALAR: Bu gruptaki hastalar hekimleri tedavi konusunda en çok zorlayan hastalardır. 1yıllık korunmasız ilişkiye rağmen gebelik elde edilemeyen hastalarda öncelikle erkek faktörü değerlendirilip gerekli tedaviler yapılır. Daha sonra tüplerin açık olup olmadığını anlamak için rahim filmi çektirilir. Soruna yönelik tedavi planlanır. Eğer çiftlerde sperm testi normal, rahim filminde de tüpler açıksa birinci basamak tedavi hastanın mevcut kilosunun en az %5'inin verdirilmesidir. Bu şekilde hastaların %30-40'ı gebe kalmaktadır. Bu gruptaki zayıf ya da kilo verip de gebe kalamayan aşırı kilolu hastalarda ikinci basamak tedaviye geçilir, ilaçlarla yumurtlama tedavisi yapılır. Bu yöntemlerle hastaların %60-70'inde yumurtlama oluşurken %20-30’unda tedaviye direnç gelişmektedir. Yumurtlama olmuşsa %40-50 gebelik gerçekleşmektedir. Tedaviye dirençli hastalara ya iğne ile yumurtlama tedavisi yapılmakta (çoğunlukla aşılama tedavisi ile desteklenerel) ya da laparaskopik (kapalı) yöntemle yumurtalara 4-5 adet pencere açılmasıyla yapılan Laparaskopik Ovaryan Drilling yöntemi uygulanmaktadır. 3 defa aşılama tedavisine yanıt vermeyen çocuksuz hastalarda bundan sonraki basamak tüp bebek tedavisi olmalıdır. Tüp bebek tedavisinde yumurtalar uyarılırken çok dikkatli bir tedavi rejimi uygulanmalı, tedavi sonucu yumurtalıkların aşırı uyarılması sendromundan kaçınılmalıdır. Polikistik over sendromlu hastalarda bu durumlarda tüp bebek tedavisi
• Gebelik elde edilemeyen ilaç veya iğne tedavileri,
• Tüplerin yapışık veya tıkalı olduğu durumlar,
• Evre 3-4 endometriosis(Çikolata kisti)
• Genetik tanı yapmayı gerektiren hastalık geçirme öyküsü
• Erkek kaynaklı kısırlık
• İleri anne yaşı
4. İLERİ YAŞTAKİ ÇOCUK SAHİBİ OLMUŞ VEYA ÇOCUK PROBLEMİ OLMAYAN HASTALAR: Bu Şeker hastalığına yatkınlık (İnsülin direnci): Polikistik Over Sendromlu kadınlar şeker hastalığı(diyabet) gelişimi yönünden artmış risk altındadır çünkü polikistik over sendromunda insülin direnci temel rol oynamaktadır. İnsülin direnci yumurtlama fonksiyonunun bozulmasına neden olarak polikistik over sendromlu hastaların çocuk sahibi olmalarını zorlaştırmaktadır.
• Yüksek tansiyon ve kalp krizi riski: Polikistik over sendromlu kadınlarda görülen obezite, şeker hastalığı, yüksek tansiyon ve yüksek kan yağlarının olması kalp krizi riskini arttırmaktadır.
• Rahim kanseri riski: Polikistik over sendromlu kadınlar rahim kanseri riski taşımaktadırlar. Obezite, düzenli olarak rahim iç tabakasının adet kanaması ile dökülememesi ve çocuk doğurmamak kanser riskini arttırmaktadır.
Sonuç olarak, PCOS hastaları asla hastalıklı bir insan psikolojisine kapılarak hayatı kendilerine yaşanmaz hale getirmemelidirler. Görme sorunu olan bir insan gözlük takarak yaşama nasıl uyum sağlıyor ise PCOS hastaları da diyet ve egzersizle kilo kontrolü yaparak, zamanında doktora başvurup problemine çözüm üreterek istediği sayıda çocuk sahibi olup tamamen normal bir yaşam standardı yakalayabilmektedir.
Prof. Dr. Recai Pabuçcu / Hürriyet
Polikistik Over Sendromu tanısı alan kişilerde adet düzensizliği ve buna bağlı yumurtlama bozuklukları, aşırı tüylenme ve sivilcelenme gibi kozmetik sorunlar, kısırlık problemi ile artmış rahim ve meme kanseri, diyabet ve kalp- damar hastalıkları risklerinin bulunduğunu söyleyen Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Recai Pabuçcu, hastalıkla ve çeşitleriyle ilgili önemli bilgilendirmelerde bulundu.
Polikistik Over Sendromu (PCOS); merkezi sinir sistemi, hipofiz bezi, yumurtalıklar, böbreküstü bezleri ve diğer dokular arasındaki etkileşimlerin bozulmasına bağlı olarak üretkenlik döneminin herhangi bir bölümünde ortaya çıkabilen karmaşık bir hastalıktır. Polikistik over sendromunun kadının hayatının hangi döneminde başladığı bilinmemektedir. Bazı araştırmalarda anne karnında bazı araştırmalarda ergenlik döneminde başladığı savunulmuştur. Normalde adet döngüsünün ilk gününden itibaren olgunlaşmaya başlayan yumurta hücresinin gelişiminin yarıda kalması, yeterli büyüklüğe erişip çatlayamayarak her defasında yumurtalıklardan birinde milimetrik boyutlarda bir kistin oluşmasıyla sonuçlanmaktadır. Yumurtanın çatlayamaması adet görmek için gerekli hormon seviyesinin tamamlanamayarak adetin gecikmesine ve bir dizi hormonal bozukluğun oluşmasına neden olmaktadır. Hastalığın belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olan esas olay kadınlarda hakim olması gereken östrojen hormonu yerine erkeklere özgü karakterlerin gelişmesini sağlayan androjen hormonunun fazla salgılanmasıdır.
Polikistik Over Sendromlu hastaların %90'ında aşırı kilo, adet düzensizliği(adet gecikmesi, az adet görme veya hiç adet görememe), aşırı tüylenme, sivilcelenme gibi problemler vardır. %10 hasta ise zayıf olup yumurtalıkları ilaçla tedavi edildiğinde aşırı uyarılmaya bağlı ‘aşırı uyarılmış yumurtalık sendromu ‘ çoğul gebelik veya düşük riski ile karşılaşmaktadır.
POLİKİSTİK OVER SENDROMLU HASTALAR 4 GRUBA AYRILIYOR
1. ADOLESAN (ERGENLİK DÖNEMİNDEKİ) HASTALAR: Bu gruptaki hastalar çocukluktan veya ergenlik döneminden itibaren kilo almaya başlayan, adet düzensizliği, aşırı tüylenme, sivilcelenme gibi problemleri olan hastalardır. Bu hastalara tanı konulduktan sonra uygun bir egzersiz ve diyet programına alınırlar. Tüylenme, saç dökülmesi, ciltte aşırı yağlanma ve sivilcelenme gibi kozmetik problemler gerekli tıbbi tedavinin yanında lazer gibi kozmetik yöntemlerle desteklenir. Ayrıca hormon bozukluğu ve adet düzensizliği varsa uygun hormon tedavileri başlanabilir.
2. CİNSEL OLGUNLUK DÖNEMİNDE OLUP BEKAR VEYA ÇOCUK PROBLEMİ OLMAYAN HASTALAR: Bu hastalardan aşırı kilolu olanların uygun Beden Kitle İndexi değerine ulaşılması hedeflenmeli, uygun bir egzersiz ve diyet programı uygulanmalıdır. Tüylenme, saç dökülmesi, ciltte aşırı yağlanma ve sivilcelenme gibi kozmetik problemler için gerekli tıbbı tedavinin yanında lazer gibi kozmetik yöntemlerle destek sağlanmalıdır. Bu gruptaki zayıf hastalarda ise tanı aşamasında belirtilerin karışması riski olduğu için erkeklik hormonu (androjen) salgılayan tümörler, Cushing Sendromu, Konjenital adrenal hiperplazi gibi diğer hastalık ihtimalleri araştırılmalıdır.
3 .ÇOCUK SAHİBİ OLAMAYAN HASTALAR: Bu gruptaki hastalar hekimleri tedavi konusunda en çok zorlayan hastalardır. 1yıllık korunmasız ilişkiye rağmen gebelik elde edilemeyen hastalarda öncelikle erkek faktörü değerlendirilip gerekli tedaviler yapılır. Daha sonra tüplerin açık olup olmadığını anlamak için rahim filmi çektirilir. Soruna yönelik tedavi planlanır. Eğer çiftlerde sperm testi normal, rahim filminde de tüpler açıksa birinci basamak tedavi hastanın mevcut kilosunun en az %5'inin verdirilmesidir. Bu şekilde hastaların %30-40'ı gebe kalmaktadır. Bu gruptaki zayıf ya da kilo verip de gebe kalamayan aşırı kilolu hastalarda ikinci basamak tedaviye geçilir, ilaçlarla yumurtlama tedavisi yapılır. Bu yöntemlerle hastaların %60-70'inde yumurtlama oluşurken %20-30’unda tedaviye direnç gelişmektedir. Yumurtlama olmuşsa %40-50 gebelik gerçekleşmektedir. Tedaviye dirençli hastalara ya iğne ile yumurtlama tedavisi yapılmakta (çoğunlukla aşılama tedavisi ile desteklenerel) ya da laparaskopik (kapalı) yöntemle yumurtalara 4-5 adet pencere açılmasıyla yapılan Laparaskopik Ovaryan Drilling yöntemi uygulanmaktadır. 3 defa aşılama tedavisine yanıt vermeyen çocuksuz hastalarda bundan sonraki basamak tüp bebek tedavisi olmalıdır. Tüp bebek tedavisinde yumurtalar uyarılırken çok dikkatli bir tedavi rejimi uygulanmalı, tedavi sonucu yumurtalıkların aşırı uyarılması sendromundan kaçınılmalıdır. Polikistik over sendromlu hastalarda bu durumlarda tüp bebek tedavisi
• Gebelik elde edilemeyen ilaç veya iğne tedavileri,
• Tüplerin yapışık veya tıkalı olduğu durumlar,
• Evre 3-4 endometriosis(Çikolata kisti)
• Genetik tanı yapmayı gerektiren hastalık geçirme öyküsü
• Erkek kaynaklı kısırlık
• İleri anne yaşı
4. İLERİ YAŞTAKİ ÇOCUK SAHİBİ OLMUŞ VEYA ÇOCUK PROBLEMİ OLMAYAN HASTALAR: Bu Şeker hastalığına yatkınlık (İnsülin direnci): Polikistik Over Sendromlu kadınlar şeker hastalığı(diyabet) gelişimi yönünden artmış risk altındadır çünkü polikistik over sendromunda insülin direnci temel rol oynamaktadır. İnsülin direnci yumurtlama fonksiyonunun bozulmasına neden olarak polikistik over sendromlu hastaların çocuk sahibi olmalarını zorlaştırmaktadır.
• Yüksek tansiyon ve kalp krizi riski: Polikistik over sendromlu kadınlarda görülen obezite, şeker hastalığı, yüksek tansiyon ve yüksek kan yağlarının olması kalp krizi riskini arttırmaktadır.
• Rahim kanseri riski: Polikistik over sendromlu kadınlar rahim kanseri riski taşımaktadırlar. Obezite, düzenli olarak rahim iç tabakasının adet kanaması ile dökülememesi ve çocuk doğurmamak kanser riskini arttırmaktadır.
Sonuç olarak, PCOS hastaları asla hastalıklı bir insan psikolojisine kapılarak hayatı kendilerine yaşanmaz hale getirmemelidirler. Görme sorunu olan bir insan gözlük takarak yaşama nasıl uyum sağlıyor ise PCOS hastaları da diyet ve egzersizle kilo kontrolü yaparak, zamanında doktora başvurup problemine çözüm üreterek istediği sayıda çocuk sahibi olup tamamen normal bir yaşam standardı yakalayabilmektedir.
Prof. Dr. Recai Pabuçcu / Hürriyet
Vitiligo cilt dışında birçok hastalığa neden olabilir
Bağışıklık sisteminin kendi kendine saldırması sonucu ile gelişen, cilt pigmentlerinin kaybı ile seyreden Vitiligo, halk arasındaki adıyla Ala hastalığı için tıp bilimi yıllarca değişik teoremler üretmiş ancak nedeni bir türlü anlaşılamamış ve bu sebeple tedavisi de oldukça kısıtlı kalmıştır.
Son yıllarda yapılan araştırmalarda edinilen bulgular, bu eski ve hazin hastalığın tedavisinde farklı ve çok olumlu sonuçlar alınmasına yol açmıştır. Uzm. Dr. Ülkü Duraksoy, vitiligo hastalığı hakkında bilinmesi gerekenleri anlattı. Vitiligo yıllar boyunca yalnızca bir cilt hastalığı gibi görülmüş ve tedavisi de buna uygun olarak yapılmıştır. Sadece cilde odaklanarak lokalize tedaviler gerçekleştirilmesi, kremler kullanılması ve ışın terapileri uygulanması hastalığın tedavisinde geçici çözümler olmuş ancak hastalık mutlaka tekrarlamış ve hatta artarak çoğalmıştır. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalarla hastalığın gerçek boyutu ortaya çıkmış, otoimmün yani temelinde bağışıklık sistemi olan bir hastalık olduğu tıp otoritelerince kanıtlanmıştır. Bununla birlikte tedavisi ile ilgili de yepyeni umutlar doğmuştur. Hastaları tarafından bile tam olarak anlamlandırılamayan vitiligo hakkında bilinmesi gerekenler;
- Vitiligo, sadece bir cilt hastalığı değildir.
- Vitiligo, beraberinde başka hastalık ve/veya risk faktörleri de taşır.
- Vitiligo ile beraber mutlaka çoklu vitamin eksiklikleri araştırılmalıdır.
- Vitiligo bağışıklık sistemi ile ilgili bir hastalık olup, bağışıklık sistemi zayı?adığında ortaya çıkar. Bağışıklık sistemi güçlendirildiğinde, tamamen kaybolabilir veya sınırlı kalabilir.
- Vitiligoda mutlaka tiroit iltihabı araştırılmalıdır. Çok büyük bir çoğunluğunda oto antikorlar pozitiftir. Bir kısmında ise negatif olduğu halde sessiz tiroidit vardır.
- Vitiligoda gıda duyarlılıkları mutlaka incelenmeli ve buna özel diyet tedavileri başlanmalıdır.
- Vitiligoda midede ‘Helikobakter Pylori’ mikrobu mutlaka araştırılmalıdır.
- Vitiligoda insülin direnci, gizli şeker ve şeker hastalığı araştırılmalı ve bulunursa tedavi edilmelidir.
- Vitiligo hastasının kansere, özellikle tiroit ve kolon kanserine yakalanma riski normal kişilere göre daha yüksektir.
- Vitiligo hastasının ‘Romatoid Artrit’, ‘Behçet’, ‘Ankilozan Spondulit’ , ‘Lupus’, ‘Hashimoto’ gibi oto-immün hastalıklara yakalanma riski yüksektir. Zaten immunoterapi tedavisinin doğma nedeni de budur.
- Vitiligoda bağırsak florasında artmış ‘Kandidiazis’, ‘Klastridium’ , ‘Disbiozis’ varlığı araştırılmalı ve bulunursa tedavi edilmelidir.
Özetle, vitiligonun tek etkin ve kalıcı tedavisi immunoterapi, yani bağışıklığı onarma tedavisidir. Bu tedavi aynı zamanda diğer risk faktörlerini de kişiye özel olarak ortadan kaldırmış olacaktır. İmmunoterapiyle sistemik tedavi sağlanır, yani bağışıklık sisteminde var olan tüm arızalar bulunur, çıkartılır, etkin ve kalıcı tedavi sağlanır.
Uzm. Dr. Ülkü Duraksoy
Son yıllarda yapılan araştırmalarda edinilen bulgular, bu eski ve hazin hastalığın tedavisinde farklı ve çok olumlu sonuçlar alınmasına yol açmıştır. Uzm. Dr. Ülkü Duraksoy, vitiligo hastalığı hakkında bilinmesi gerekenleri anlattı. Vitiligo yıllar boyunca yalnızca bir cilt hastalığı gibi görülmüş ve tedavisi de buna uygun olarak yapılmıştır. Sadece cilde odaklanarak lokalize tedaviler gerçekleştirilmesi, kremler kullanılması ve ışın terapileri uygulanması hastalığın tedavisinde geçici çözümler olmuş ancak hastalık mutlaka tekrarlamış ve hatta artarak çoğalmıştır. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalarla hastalığın gerçek boyutu ortaya çıkmış, otoimmün yani temelinde bağışıklık sistemi olan bir hastalık olduğu tıp otoritelerince kanıtlanmıştır. Bununla birlikte tedavisi ile ilgili de yepyeni umutlar doğmuştur. Hastaları tarafından bile tam olarak anlamlandırılamayan vitiligo hakkında bilinmesi gerekenler;
- Vitiligo, sadece bir cilt hastalığı değildir.
- Vitiligo, beraberinde başka hastalık ve/veya risk faktörleri de taşır.
- Vitiligo ile beraber mutlaka çoklu vitamin eksiklikleri araştırılmalıdır.
- Vitiligo bağışıklık sistemi ile ilgili bir hastalık olup, bağışıklık sistemi zayı?adığında ortaya çıkar. Bağışıklık sistemi güçlendirildiğinde, tamamen kaybolabilir veya sınırlı kalabilir.
- Vitiligoda mutlaka tiroit iltihabı araştırılmalıdır. Çok büyük bir çoğunluğunda oto antikorlar pozitiftir. Bir kısmında ise negatif olduğu halde sessiz tiroidit vardır.
- Vitiligoda gıda duyarlılıkları mutlaka incelenmeli ve buna özel diyet tedavileri başlanmalıdır.
- Vitiligoda midede ‘Helikobakter Pylori’ mikrobu mutlaka araştırılmalıdır.
- Vitiligoda insülin direnci, gizli şeker ve şeker hastalığı araştırılmalı ve bulunursa tedavi edilmelidir.
- Vitiligo hastasının kansere, özellikle tiroit ve kolon kanserine yakalanma riski normal kişilere göre daha yüksektir.
- Vitiligo hastasının ‘Romatoid Artrit’, ‘Behçet’, ‘Ankilozan Spondulit’ , ‘Lupus’, ‘Hashimoto’ gibi oto-immün hastalıklara yakalanma riski yüksektir. Zaten immunoterapi tedavisinin doğma nedeni de budur.
- Vitiligoda bağırsak florasında artmış ‘Kandidiazis’, ‘Klastridium’ , ‘Disbiozis’ varlığı araştırılmalı ve bulunursa tedavi edilmelidir.
Özetle, vitiligonun tek etkin ve kalıcı tedavisi immunoterapi, yani bağışıklığı onarma tedavisidir. Bu tedavi aynı zamanda diğer risk faktörlerini de kişiye özel olarak ortadan kaldırmış olacaktır. İmmunoterapiyle sistemik tedavi sağlanır, yani bağışıklık sisteminde var olan tüm arızalar bulunur, çıkartılır, etkin ve kalıcı tedavi sağlanır.
Uzm. Dr. Ülkü Duraksoy
Menopozda 'ezber bozan tedavi' önerisi
Üreme Tıbbı ve Cerrahisi Genel Sekreteri Prof. Dr. Bülent Gülekli, korkulanın aksine bir grup hasta için hormon replasman ve östrojen replasman tedavilerinin yüzde 100 fayda sağladığını, bu hasta grubunu da hekimlerin belirlemesi gerektiğini söyledi.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülekli, bir ilaç firmasının menopoz ve kalp krizi ilişkisi üzerine ABD'de yaptığı araştırma sonuçlarının bilim adamları tarafından yeterince tartışılmadan kamuoyuna sızdırıldığını ve yanlış algı sonucu hormon ve östrojen replasman tedavilerinden tamamen vazgeçildiğini aktardı.
Oysa menopozla ilgili tedavilerin tıbbın durağan bir bilim olmadığını kanıtlar nitelikte olduğunu ve bilim adamlarının da yenilikleri takip etmesi gerektiğini kaydeden Gülekli, şunları söyledi:
"1990'larda bir takım gözlemlerimize dayanarak hastalara menopoza girdikten sonra devamlı ilaç kullanmaları gerektiğini söylüyorduk. Bu hastaları yılda 1 kere takip etmek gerekiyor. Bir başka şey daha öğrendik menopoza girmiş kadınlara üzerinden yıllar geçmiş olsa da 'sizin kalbinizi koruyacağız' diye bir ilaç vermenin yararı yok, gördük koruyamıyoruz. Yeni menopoza girmiş kadının da kalbini krizden bir ilaçla koruyamayacağımızı öğrenmiş olduk. İlaç verdiğimizde bazı olumlu şeyler oluyor ama ilaç her şeyi iyileştiremiyor. Eskiden ilacın her derde deva olacağını söylüyorduk, cilt sarkmasına da kalp krizine de engel diyorduk ve hastalıktan koruduğunu düşünüyorduk. Şimdi böyle olmadığını öğrendik. Bazı durumlarda ilaç vermiyoruz ama bazı durumlarda veriyoruz."
Yumurtalıkların iki görevi olduğunu, bunlardan birinin neslin devamını sağlamak diğerinin ise östrojen hormonu ile kadını sağlıklı kılmak olduğunu dile getiren Gülekli, menopozda gerekli hallerde bu hormonu dışarıdan ilaçla verdiklerini anlattı.
Hormon replasman tedavisi ilaçlarının kansere neden olduğu gerekçesiyle Türkiye'de ve dünyada ilaçların bırakıldığını söyleyen Prof. Dr. Bülent Gülekli, şöyle devam etti:
"Ancak şimdi biliyoruz ki bir grup hastanın ilaçları kullanması gerekiyor. Bunlar, normal yaşında menopoza girmiş ve ciddi şikayeti olan hastalar. Diğer grup ise erken, yani üreme çağında yumurtalıkları erkenden iflas etmiş 20'li, 30'lu yaşlarındaki kadınlar. Onların da menopoz yaşına gelene kadar ilaçları kullanması gerekiyor. Ne kadar kullanacak? Bu sorunun henüz cevabı yok onu zaman gösterecek."
Yarar zarar hesabı
İlaç tedavisinin yararlı etkileri olduğunu, kemikleri ciddi ölçüde koruduğunu anlatan Gülekli, menopoz sonrası kemik kırığına bağlı ölümlerin, ilaca bağlı olarak oluşabilecek tromboembolik rahatsızlıklara oranla çok daha yüksek olduğunu belirtti.
Gülekli, hekimlerin hastalarını zarar vermeksizin tedavi etmesi ve çok sık görülen durumlara karşı koruyabilmesi gerektiğini söyledi.
Östrojen replasman tedavisinde sadece östrojen verildiğini ve rahmi alınmış kadınlara uygulandığını anlatan Gülekli, "Progesteron ise sadece rahmi korumak için veriliyor. Progesteronun meme kanseri riskinde 5 yıl sonunda artışa neden olabileceği görülüyor. Ancak yeni menopoza girmiş kadına her yıl düzenli kontrollerini yapmak şartıyla ilk 5 yıl ilaç vermek risk artışına neden olmuyor ama ileri yaşlarda başlarsanız o zaman risk artışı var" dedi.
Bir grup hasta için hormon replasman veya östrojen replasman tedavilerinin yüzde 100 fayda sağladığını dile getiren Bülent Gülekli, bu grubu hekimlerin belirlemesi gerektiğini ve düzenli kontroller yapılması gerektiğini anlattı.
Menopoz yaşı ve kilo değerlendirmesi
Sağlıklı yumurtanın tükenmesi anlamına gelen menopoz yaşının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini, Ulusal Menopoz Osteoporoz Derneği verilerine göre Türkiye'deki menopoz yaşının ortalama 47-48 olduğunu ifade eden Bülent Gülekli, bu ortalamanın kliniğe gelen hastalardan elde edildiğini anlattı.
Tüm kadınların menopoz kliniklerine başvurmadığı için ortalama yaşın sağlıklı olarak belirlenemediğine dikkati çeken Prof. Dr. Gülekli, Türkiye'deki menopoz yaşının İngiltere gibi 51-52 olduğunu düşündüklerini, sosyo ekonomik düzey yükseldikçe menopoz yaşının da yükseldiğini bildirdi.
Tedavide kullanılan ilaçların kadınlara kilo aldırdığı yönündeki inanışın da yanlış olduğunu ifade eden Gülekli, kilo alımının yaşam biçimine bağlı olduğunu ifade etti.
Menopozdan geri dönüşün mümkün olmadığını, bu dönemde kadınların gebe kalamayacağını da belirten Prof. Dr. Bülent Gülekli, ancak yumurta bağışı ile gebe kalınabileceğini, bu yöntemin de Türkiye'de yasak olduğunu sözlerine ekledi.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülekli, bir ilaç firmasının menopoz ve kalp krizi ilişkisi üzerine ABD'de yaptığı araştırma sonuçlarının bilim adamları tarafından yeterince tartışılmadan kamuoyuna sızdırıldığını ve yanlış algı sonucu hormon ve östrojen replasman tedavilerinden tamamen vazgeçildiğini aktardı.
Oysa menopozla ilgili tedavilerin tıbbın durağan bir bilim olmadığını kanıtlar nitelikte olduğunu ve bilim adamlarının da yenilikleri takip etmesi gerektiğini kaydeden Gülekli, şunları söyledi:
"1990'larda bir takım gözlemlerimize dayanarak hastalara menopoza girdikten sonra devamlı ilaç kullanmaları gerektiğini söylüyorduk. Bu hastaları yılda 1 kere takip etmek gerekiyor. Bir başka şey daha öğrendik menopoza girmiş kadınlara üzerinden yıllar geçmiş olsa da 'sizin kalbinizi koruyacağız' diye bir ilaç vermenin yararı yok, gördük koruyamıyoruz. Yeni menopoza girmiş kadının da kalbini krizden bir ilaçla koruyamayacağımızı öğrenmiş olduk. İlaç verdiğimizde bazı olumlu şeyler oluyor ama ilaç her şeyi iyileştiremiyor. Eskiden ilacın her derde deva olacağını söylüyorduk, cilt sarkmasına da kalp krizine de engel diyorduk ve hastalıktan koruduğunu düşünüyorduk. Şimdi böyle olmadığını öğrendik. Bazı durumlarda ilaç vermiyoruz ama bazı durumlarda veriyoruz."
Yumurtalıkların iki görevi olduğunu, bunlardan birinin neslin devamını sağlamak diğerinin ise östrojen hormonu ile kadını sağlıklı kılmak olduğunu dile getiren Gülekli, menopozda gerekli hallerde bu hormonu dışarıdan ilaçla verdiklerini anlattı.
Hormon replasman tedavisi ilaçlarının kansere neden olduğu gerekçesiyle Türkiye'de ve dünyada ilaçların bırakıldığını söyleyen Prof. Dr. Bülent Gülekli, şöyle devam etti:
"Ancak şimdi biliyoruz ki bir grup hastanın ilaçları kullanması gerekiyor. Bunlar, normal yaşında menopoza girmiş ve ciddi şikayeti olan hastalar. Diğer grup ise erken, yani üreme çağında yumurtalıkları erkenden iflas etmiş 20'li, 30'lu yaşlarındaki kadınlar. Onların da menopoz yaşına gelene kadar ilaçları kullanması gerekiyor. Ne kadar kullanacak? Bu sorunun henüz cevabı yok onu zaman gösterecek."
Yarar zarar hesabı
İlaç tedavisinin yararlı etkileri olduğunu, kemikleri ciddi ölçüde koruduğunu anlatan Gülekli, menopoz sonrası kemik kırığına bağlı ölümlerin, ilaca bağlı olarak oluşabilecek tromboembolik rahatsızlıklara oranla çok daha yüksek olduğunu belirtti.
Gülekli, hekimlerin hastalarını zarar vermeksizin tedavi etmesi ve çok sık görülen durumlara karşı koruyabilmesi gerektiğini söyledi.
Östrojen replasman tedavisinde sadece östrojen verildiğini ve rahmi alınmış kadınlara uygulandığını anlatan Gülekli, "Progesteron ise sadece rahmi korumak için veriliyor. Progesteronun meme kanseri riskinde 5 yıl sonunda artışa neden olabileceği görülüyor. Ancak yeni menopoza girmiş kadına her yıl düzenli kontrollerini yapmak şartıyla ilk 5 yıl ilaç vermek risk artışına neden olmuyor ama ileri yaşlarda başlarsanız o zaman risk artışı var" dedi.
Bir grup hasta için hormon replasman veya östrojen replasman tedavilerinin yüzde 100 fayda sağladığını dile getiren Bülent Gülekli, bu grubu hekimlerin belirlemesi gerektiğini ve düzenli kontroller yapılması gerektiğini anlattı.
Menopoz yaşı ve kilo değerlendirmesi
Sağlıklı yumurtanın tükenmesi anlamına gelen menopoz yaşının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini, Ulusal Menopoz Osteoporoz Derneği verilerine göre Türkiye'deki menopoz yaşının ortalama 47-48 olduğunu ifade eden Bülent Gülekli, bu ortalamanın kliniğe gelen hastalardan elde edildiğini anlattı.
Tüm kadınların menopoz kliniklerine başvurmadığı için ortalama yaşın sağlıklı olarak belirlenemediğine dikkati çeken Prof. Dr. Gülekli, Türkiye'deki menopoz yaşının İngiltere gibi 51-52 olduğunu düşündüklerini, sosyo ekonomik düzey yükseldikçe menopoz yaşının da yükseldiğini bildirdi.
Tedavide kullanılan ilaçların kadınlara kilo aldırdığı yönündeki inanışın da yanlış olduğunu ifade eden Gülekli, kilo alımının yaşam biçimine bağlı olduğunu ifade etti.
Menopozdan geri dönüşün mümkün olmadığını, bu dönemde kadınların gebe kalamayacağını da belirten Prof. Dr. Bülent Gülekli, ancak yumurta bağışı ile gebe kalınabileceğini, bu yöntemin de Türkiye'de yasak olduğunu sözlerine ekledi.
Etiketler:
hastalık,
kalp krizi,
menopoz,
sağlık,
tedavi
27 Ocak 2015 Salı
Çocuğunuz böyle oturuyorsa dikkat!
Çocukların yanlış oturuş pozisyonları, önlem alınmazsa ileride bel, sırt ve omurga gibi vücudun önemli bölümlerinde kaymalar meydana getiriyor.
İleride çocukların kaslarının doğru ve koordineli çalışmasını engelleyen diz üstü oturur gibi gözüken fakat ayakların dış yana bakması olarak tanımlanan ‘W oturuş’ biçimi çocuğun içe basmasına, düztabanlığa, belinde, sırtlarında ve omurgalarında kaymalara hatta kalça çıkıklarına bile neden olabiliyor. Avrasya Hospital Fizik Tedavi Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Şenay Sıldır, “Çocukların bu oturuş şeklinin yürüyene kadar hiçbir sakıncası yoktur. Ancak çocuk yürüdükten sonra bu oturuşa mani olmak gerekir” ifadelerini kullandı.
W oturuş çok tehlikeli
Çocukların yürüdükten sonra oturuş şekillerinin aileleri tarafından dikkatle takip edilmesi gerektiğini söyleyen Uzm. Dr. Şenay Sıldır, “Kalça kemiği yuvası ve uyluk kemiğinin yuvarlak başı kalçada daha sonra yuva olacak sığ bir çöküntüye dayalı olarak durur. Çocuk yürüyene kadar bu yuva şeklini almaz. Çünkü yuva femurun kalça kemiği üzerindeki hareketi ile oluşur. Uzun süre ‘W’ şeklinde oturan çocukların ileride yürüyüşleri, duruşları ve kaslarının gelişimi bozulabilir. Örneğin bacak arka kaslarının kısa kalması ve sertleşmesine bağlı olarak çocuklar balerin gibi parmak uçlarında yürüyebilirler, düztabanlık ortaya çıkabilir. Bu yüzden çocukların yanlış oturuş biçimlerine engel olmak
Evde çocuklara tüneller kurun
Çocuklara çeşitli egzersizler yaptırarak onları bu oturuş biçiminden uzaklaştırmak gerektiğini söyleyen Uzm. Dr. Şenay Sıldır, “Çocukların evde oluşturulan tünellerin içinden emekleyerek geçmeleri, parklarda tırmanmaları, yorgan içerisine kafaları dışarıda olacak şekilde yuvarlamaları gibi egzersizler çok faydalı olur” diye konuştu.
İçe basma önlenebilir
W oturuş biçimini sürdüren çocuklarda içe basmaların da oluştuğuna dikkat çeken Uzm. Dr. Sıldır tedavi için şu tavsiyelerde bulundu: “Oturma şeklinden sonra ayakkabıyla da sağlanabiliyor. İçe basan çocuklarda dış yanlar açıkta kaldığı için tabanın dış yanına destek konularak tedavi edilebilir” dedi.
İleride çocukların kaslarının doğru ve koordineli çalışmasını engelleyen diz üstü oturur gibi gözüken fakat ayakların dış yana bakması olarak tanımlanan ‘W oturuş’ biçimi çocuğun içe basmasına, düztabanlığa, belinde, sırtlarında ve omurgalarında kaymalara hatta kalça çıkıklarına bile neden olabiliyor. Avrasya Hospital Fizik Tedavi Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Şenay Sıldır, “Çocukların bu oturuş şeklinin yürüyene kadar hiçbir sakıncası yoktur. Ancak çocuk yürüdükten sonra bu oturuşa mani olmak gerekir” ifadelerini kullandı.
W oturuş çok tehlikeli
Çocukların yürüdükten sonra oturuş şekillerinin aileleri tarafından dikkatle takip edilmesi gerektiğini söyleyen Uzm. Dr. Şenay Sıldır, “Kalça kemiği yuvası ve uyluk kemiğinin yuvarlak başı kalçada daha sonra yuva olacak sığ bir çöküntüye dayalı olarak durur. Çocuk yürüyene kadar bu yuva şeklini almaz. Çünkü yuva femurun kalça kemiği üzerindeki hareketi ile oluşur. Uzun süre ‘W’ şeklinde oturan çocukların ileride yürüyüşleri, duruşları ve kaslarının gelişimi bozulabilir. Örneğin bacak arka kaslarının kısa kalması ve sertleşmesine bağlı olarak çocuklar balerin gibi parmak uçlarında yürüyebilirler, düztabanlık ortaya çıkabilir. Bu yüzden çocukların yanlış oturuş biçimlerine engel olmak
Evde çocuklara tüneller kurun
Çocuklara çeşitli egzersizler yaptırarak onları bu oturuş biçiminden uzaklaştırmak gerektiğini söyleyen Uzm. Dr. Şenay Sıldır, “Çocukların evde oluşturulan tünellerin içinden emekleyerek geçmeleri, parklarda tırmanmaları, yorgan içerisine kafaları dışarıda olacak şekilde yuvarlamaları gibi egzersizler çok faydalı olur” diye konuştu.
İçe basma önlenebilir
W oturuş biçimini sürdüren çocuklarda içe basmaların da oluştuğuna dikkat çeken Uzm. Dr. Sıldır tedavi için şu tavsiyelerde bulundu: “Oturma şeklinden sonra ayakkabıyla da sağlanabiliyor. İçe basan çocuklarda dış yanlar açıkta kaldığı için tabanın dış yanına destek konularak tedavi edilebilir” dedi.
26 Ocak 2015 Pazartesi
At plasentası, keçi kanı, sülük!
Profesyonel sporcuların kabusu olan sakatlıkların tedavisi konusunda çok fazla sayıda yöntem bulunuyor. Keçi kanı, sülük ve at plasentası gibi akla hayale gelmeyecek şeyler kullanan da var, tamamen inançla tedavi etmeyi seçenler de...
Profesyonel bir futbolcu için sakatlanmaktan daha kötü bir şey yoktur. Sporun fiziksel doğası gereği sakatlıklar ve yaralanmalar zaman zaman futbolcuların kariyerlerinde kısa süreli kâbuslara dönüşebiliyor. Ancak futbol dünyasında alternatif tedavileriyle öne çıkan isimler buldukları yöntemlerle tartışılmaya devam ediyor. Bunların başında ise Sırbistanlı Doktor Mariana Kovacevic geliyor.
At plesantası tedavisi futbol dünyasında ilk kez Mucize Doktor olarak bilinen Mariana Kovacevic ile duyuldu. Sırbistan'da yaşayan Kovacevic, tedavilerinde at plasentası kullanmasıyla tanınıyor. Kovacevic, sakatlığın olduğu bölgeye bu yöntemle masaj yaparak iyileşmeyi hızlandırıyor.
DÜNYACA ÜNLÜ YILDIZLARI TEDAVİ ETTİ
Mucize Doktor'un tedavi ettiği futbolcular arasında Frank Lampard, Van Persie, Albert Riera, Branislav Ivanovic, Nemanja Vidic, Yossi Benayoun, Pablo Zabaleta, Vincent Kompany, Dejan Stankovic, Danko Lazovic, Marko Pantelic, Darijo Srna, Ivica Olic ve Diego Costa gibi futbolcular bulunuyor. Kovacevic'in tedavisinin olmazsa olmazları “at plasentası, masaj ve psikolojik terapi”. Bireysel başvuranların yanı sıra Real Madrid, Manchester City ve Liverpool gibi kulüplerin de bu tedavi yönteminin haklarını satın almak istediği de daha önce sıkça basında yer almıştı.
MARIANA KOVACEVIC NASIL TEDAVİ EDİYOR?
Fizyoterapi konusunda üst düzey bir eğitim alan Mariana Kovacevic, atlardan elde ettiği plasenta sıvısını elektrik şoku kullanarak kaslara enjekte ediyor. Kullandığı özel bir aletle derinin 15 mm altına giren Mariana Kovacevic, elektrikle plasenta sıvısını kaslara yedirerek masaj yapıyor. Futbolcu psikolojisi de bu noktada devreye giriyor ve Mariana Kovacevic’in daha kısa sürede sonuç almasını sağlıyor.
Seans başı 5 bin Euro alan Mariana Kovacevic'in yöntemleri Sırbistan'da yetkililerce defalarca inceleme altına alındı.
EN İLGİNÇ TEDAVİ YÖNTEMLERİ
İnançla tedavi:
İngiliz menajer Glenn Hoddle, inançla tedavi konusunun öncüleri arasında yer alıyor. Chelsea’den ayrılıp 1996 yılında İngiliz Milli Takımı’nın başına geçen Hoddle, inanç şifacısı olarak bilinen Eileen Drury’i sağlık ekibinin başına getirdi. Futbolculuk kariyeri boyunca sakatlıklardan bu şekilde kurtulmasına yardımcı olan Drury ile birlikte çalışan Hoddle’ın bu metodu milli futbolcular tarafından ciddiye alınmadı.
Keçi Kanı:
Türk futbolcularının bir zamanlar kapısını aşındırdığı Bayern Münih’in efsane doktorlarından Hans Wilhelm Müller-Wohlfahrt (üstte) kendine has tedavi yöntemleriyle bir döneme damgasını vurdu. Ronaldo’dan, Gerrard’a kadar pek çok ismi tedavi eden Hans Wilhelm, keçi kanı tedavisiyle biliniyor. Keçiden elde edilen kanı hafifçe dövdükten sonra enjeksiyon yöntemiyle sakatlık yaşanan bölgeye uygulayan Alman doktor, pek çok önemli ismi kısa sürede sahalara döndürmeyi başardı.
Kayropraktik:
Hollandalı Doktor Dick van Toorn (üstte) futbol yıldızlarının en gözde doktorları arasında yer alıyor. Cristiano Ronaldo, Arjen Robben, Rafael van der Vaart ve Wesley Sneijder gibi pek çok ismi kendine has Kayropraktik (elle tedavi) yöntemiyle tedavi eden Doktor Dick van Toorn, bunun yanı sıra akupunktur, buz banyosu ve kurtarma salonları gibi ek tedavilerle de futbolcuların sahalara dönüş sürelerini kısaltıyor.
Viagra tedavisi:
Bolivya Milli Takımı başta olmak üzere ülkede mücadele eden pek çok futbol kulübü yüksek rakım nedeniyle oyuncuların yükseklik farkından etkilenmemesi için kandaki oksijen seviyesini artıran Viagra kullanıyor. Doktorların bilinçli olarak verdiği bu ilaç genellikle futbolcuların meyve sularına katılıyor. 2014 Dünya Kupası elemelerinde sahaya çıkan Arjantinli futbolculardan Di Maria oksijen maskesi ile sahayı terk etmek zorunda kalırken Lionel Messi de kusmuştu.
Sülük tedavisi:
Kronik diz ağrısı ve şişliklerinde kullanılan ilginç yöntemlerin başında sülük tedavisi geliyor. Bir sülük ısırığı kanın pıhtılaşmasını önlerken, salgıladığı sıvı sayesinde de tedavinin seyri daha da kolaylaşıyor. Diz sakatlıklarıyla sıkça boğuşan Louis Saha, bu tedavi sayesinde kısa sürede sahalara dönmeyi başaran isimlerden oldu.
Diş tedavisi:
Diş sinirleriyle vücudun diğer kasları arasındaki bağ pek çok futbolcunun sakatlanmasına neden oluyor. Özellikle 20 yaş dişleri olan futbolcuların kolaylıkla kas sakatlığı yaşadığı Van Persie ve Malouda gibi futbolcularla pek çok kez gün yüzüne çıktı. Operasyon geçirerek bu durumdan kurtulan futbolcular toparlanmak için bir hafta ile 10 gün arasında fitness salonunda egzersizler yaparak kaslarını yeniden güçlendiriyor.
Çin Hamsteri:
Spor dünyasının en sıra dışı tedavilerinin başında ise Çin Hamsteri alıyor. Özellikle kemik kırıklarında üretimi hızlandıran bu yöntem ise Çin Hamsteri’nin yumurtalığından alınan bir maddede gizli. İçinde Osteojenik protein-1 barındıran yumurtalık cerrahların kemik onarımında yardımcı madde olarak başrol oynuyor. Bu sayede en az 6 hafta sahalardan uzak kalacak bir oyuncunun 4 haftada sahalarda olması sağlanıyor.
(Koray Surkal / Hürriyet)
Profesyonel bir futbolcu için sakatlanmaktan daha kötü bir şey yoktur. Sporun fiziksel doğası gereği sakatlıklar ve yaralanmalar zaman zaman futbolcuların kariyerlerinde kısa süreli kâbuslara dönüşebiliyor. Ancak futbol dünyasında alternatif tedavileriyle öne çıkan isimler buldukları yöntemlerle tartışılmaya devam ediyor. Bunların başında ise Sırbistanlı Doktor Mariana Kovacevic geliyor.
At plesantası tedavisi futbol dünyasında ilk kez Mucize Doktor olarak bilinen Mariana Kovacevic ile duyuldu. Sırbistan'da yaşayan Kovacevic, tedavilerinde at plasentası kullanmasıyla tanınıyor. Kovacevic, sakatlığın olduğu bölgeye bu yöntemle masaj yaparak iyileşmeyi hızlandırıyor.
DÜNYACA ÜNLÜ YILDIZLARI TEDAVİ ETTİ
Mucize Doktor'un tedavi ettiği futbolcular arasında Frank Lampard, Van Persie, Albert Riera, Branislav Ivanovic, Nemanja Vidic, Yossi Benayoun, Pablo Zabaleta, Vincent Kompany, Dejan Stankovic, Danko Lazovic, Marko Pantelic, Darijo Srna, Ivica Olic ve Diego Costa gibi futbolcular bulunuyor. Kovacevic'in tedavisinin olmazsa olmazları “at plasentası, masaj ve psikolojik terapi”. Bireysel başvuranların yanı sıra Real Madrid, Manchester City ve Liverpool gibi kulüplerin de bu tedavi yönteminin haklarını satın almak istediği de daha önce sıkça basında yer almıştı.
MARIANA KOVACEVIC NASIL TEDAVİ EDİYOR?
Fizyoterapi konusunda üst düzey bir eğitim alan Mariana Kovacevic, atlardan elde ettiği plasenta sıvısını elektrik şoku kullanarak kaslara enjekte ediyor. Kullandığı özel bir aletle derinin 15 mm altına giren Mariana Kovacevic, elektrikle plasenta sıvısını kaslara yedirerek masaj yapıyor. Futbolcu psikolojisi de bu noktada devreye giriyor ve Mariana Kovacevic’in daha kısa sürede sonuç almasını sağlıyor.
Seans başı 5 bin Euro alan Mariana Kovacevic'in yöntemleri Sırbistan'da yetkililerce defalarca inceleme altına alındı.
EN İLGİNÇ TEDAVİ YÖNTEMLERİ
İnançla tedavi:
İngiliz menajer Glenn Hoddle, inançla tedavi konusunun öncüleri arasında yer alıyor. Chelsea’den ayrılıp 1996 yılında İngiliz Milli Takımı’nın başına geçen Hoddle, inanç şifacısı olarak bilinen Eileen Drury’i sağlık ekibinin başına getirdi. Futbolculuk kariyeri boyunca sakatlıklardan bu şekilde kurtulmasına yardımcı olan Drury ile birlikte çalışan Hoddle’ın bu metodu milli futbolcular tarafından ciddiye alınmadı.
Keçi Kanı:
Türk futbolcularının bir zamanlar kapısını aşındırdığı Bayern Münih’in efsane doktorlarından Hans Wilhelm Müller-Wohlfahrt (üstte) kendine has tedavi yöntemleriyle bir döneme damgasını vurdu. Ronaldo’dan, Gerrard’a kadar pek çok ismi tedavi eden Hans Wilhelm, keçi kanı tedavisiyle biliniyor. Keçiden elde edilen kanı hafifçe dövdükten sonra enjeksiyon yöntemiyle sakatlık yaşanan bölgeye uygulayan Alman doktor, pek çok önemli ismi kısa sürede sahalara döndürmeyi başardı.
Kayropraktik:
Hollandalı Doktor Dick van Toorn (üstte) futbol yıldızlarının en gözde doktorları arasında yer alıyor. Cristiano Ronaldo, Arjen Robben, Rafael van der Vaart ve Wesley Sneijder gibi pek çok ismi kendine has Kayropraktik (elle tedavi) yöntemiyle tedavi eden Doktor Dick van Toorn, bunun yanı sıra akupunktur, buz banyosu ve kurtarma salonları gibi ek tedavilerle de futbolcuların sahalara dönüş sürelerini kısaltıyor.
Viagra tedavisi:
Bolivya Milli Takımı başta olmak üzere ülkede mücadele eden pek çok futbol kulübü yüksek rakım nedeniyle oyuncuların yükseklik farkından etkilenmemesi için kandaki oksijen seviyesini artıran Viagra kullanıyor. Doktorların bilinçli olarak verdiği bu ilaç genellikle futbolcuların meyve sularına katılıyor. 2014 Dünya Kupası elemelerinde sahaya çıkan Arjantinli futbolculardan Di Maria oksijen maskesi ile sahayı terk etmek zorunda kalırken Lionel Messi de kusmuştu.
Sülük tedavisi:
Kronik diz ağrısı ve şişliklerinde kullanılan ilginç yöntemlerin başında sülük tedavisi geliyor. Bir sülük ısırığı kanın pıhtılaşmasını önlerken, salgıladığı sıvı sayesinde de tedavinin seyri daha da kolaylaşıyor. Diz sakatlıklarıyla sıkça boğuşan Louis Saha, bu tedavi sayesinde kısa sürede sahalara dönmeyi başaran isimlerden oldu.
Diş tedavisi:
Diş sinirleriyle vücudun diğer kasları arasındaki bağ pek çok futbolcunun sakatlanmasına neden oluyor. Özellikle 20 yaş dişleri olan futbolcuların kolaylıkla kas sakatlığı yaşadığı Van Persie ve Malouda gibi futbolcularla pek çok kez gün yüzüne çıktı. Operasyon geçirerek bu durumdan kurtulan futbolcular toparlanmak için bir hafta ile 10 gün arasında fitness salonunda egzersizler yaparak kaslarını yeniden güçlendiriyor.
Çin Hamsteri:
Spor dünyasının en sıra dışı tedavilerinin başında ise Çin Hamsteri alıyor. Özellikle kemik kırıklarında üretimi hızlandıran bu yöntem ise Çin Hamsteri’nin yumurtalığından alınan bir maddede gizli. İçinde Osteojenik protein-1 barındıran yumurtalık cerrahların kemik onarımında yardımcı madde olarak başrol oynuyor. Bu sayede en az 6 hafta sahalardan uzak kalacak bir oyuncunun 4 haftada sahalarda olması sağlanıyor.
(Koray Surkal / Hürriyet)
Ameliyat yerine şekerli su
Türkiye'de her 10 kişiden 8'i bel, her 10 kişiden 4'ü de hayatının bir döneminde boyun rahatsızlığı geçiriyor.
Cerrahi müdahalelerin yanı sıra bel ve boyun Ağrılarının tedavisinde son yıllarda yeni yöntemler de geliştirilmekte.Ameliyat yerine şekeri su yöntemi, kuru iğne tedavisi gibi alternatiflere ilgi her geçen gün artıyor. Hasarlı bölgeye şekerli serum içeren bir solüsyon enjekte ederek uygulanan Proloterapi yöntemi hastalarda yüzde 80'a kadar olumlu sonuçlar vermekte. Proloterapinin doğal bir tedavi yöntemi olduğunu belirten Dr. Davut Karakuzu, “Proloterapi yöntemiyle kas - iskelet sisteminde hasarlı olan eklemlerde şekerli serum yardımıyla mikropsuz bir iltihap oluşturarak vücudun tamir mekanizmasını harekete geçirip sağlam ve yeni dokular oluşturmaya çalışıyoruz. Proloterapi, elde edilen olumlu sonuçlar nedeniyle hastalar tarafından en sık tercih edilen tedaviler arasına girmeyi başardı” diye konuştu.
Proloterapinin kireçlenmelerden bel ve boyun fıtıklarına, migrenden tendon ve ligament hasarlarına kadar çok sayıda rahatsızlığın tedavisinde dünyanın gelişmiş ülkelerinde uzun yıllardır uygulandığı bilgisini veren Dr. Davut Karakuzu, “Bir enjeksiyon yöntemi olan Proloterapi uygulamasında hasarlı eklemdeki bazı özel bölgelere içerisinde şekerli serumun bulunduğu özel bir solüsyon enjekte ediyoruz. Böylece hasarlı eklemde birkaç gün süren mikropsuz bir iltihap oluşturmaya çalışıyoruz. Oluşturduğumuz bu iltihabi reaksiyon aslında içerisinde sağlığın ve yenilenmenin sırrını barındırıyor. Bu iltihabi reaksiyonun ardından vücut hasarlı bölgeye tamirci hücreleri göndererek zayıflamış, aşınmış ve hasarlı olan tendon, ligament ve eklemin tamir edilerek güçlenmesini sağlıyor. Bu iyileşme süreci sonunda yeni dokular eskisine göre çok daha sağlıklı hale geliyor. Yani bir anlamda proloterapi ile hasarlı dokular yeniden inşa edilmiş oluyor, hasarlı parçaların yerine çok daha sağlamları konarak bir daha aynı sorunun yaşanma ihtimali en aza indirgeniyor. Ameliyatsız ve doğal bir tedavi yöntemi olması ve son derece iyi sonuçlar vermesi nedeniyle Proloterapiye ilgi her geçen gün artıyor. Hastalar tedavinin ardından hemen günlük hayatlarına devam edebiliyor” şeklinde konuştu.
Kuru iğne ile tedavi
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Turan Uslu ile birlikte bel-boyun rahatsızlıkları, diz kireçlenmeleri ve ağrıları, omuz ve diğer eklemlerin ağrı ve rahatsızlıkları alanlarında ameliyatsız yöntemlerle hastaları tedavi etmeye çalıştıklarını anlatan Dr. Davut Karakuzu, “Proloterapinin yanı sıra hastanın ihtiyacına göre İMS (Kuru İğne Tedavisi) ve omurga destek aparatları gibi araç ve yöntemleri de tedavide kullanıyoruz. Özellikle kronik ağrılarda bu yöntemler olumlu sonuçlar almamızı sağlıyor. Kuru iğne tedavisinde, ağrıya neden olan kasılmış ve kısalmış kasa çok ince bir iğne ile girilerek kas uyarılıyor, böylece kas spazmı çözülüyor ve kasın boyu uzuyor, sıkışan eklem rahatlatılıyor. Sonuçta sadece ağrı giderilmiyor, ağrıya neden olan temel bozukluk da tedavi edilmiş oluyor. Her hastanın rahatsızlığına uygun kişiye özel bir de omurga destek aparatı veriyoruz. Omurgada bozukluk olan yerler için özel dizayn edilmiş kişiye özel olan bu aparatta hastayı uzandırarak rahatsızlığın düzelmesini sağlıyoruz. Hasta bu aparatı evinde kullanıyor ve günde sadece 20 dakika uzanarak iyileşiyor. Bu aparatı omurgadaki doğal eğriliklerin yeniden oluşmasını sağlamada kullanıyoruz" şeklinde konuşuyor.
Cerrahi müdahalelerin yanı sıra bel ve boyun Ağrılarının tedavisinde son yıllarda yeni yöntemler de geliştirilmekte.Ameliyat yerine şekeri su yöntemi, kuru iğne tedavisi gibi alternatiflere ilgi her geçen gün artıyor. Hasarlı bölgeye şekerli serum içeren bir solüsyon enjekte ederek uygulanan Proloterapi yöntemi hastalarda yüzde 80'a kadar olumlu sonuçlar vermekte. Proloterapinin doğal bir tedavi yöntemi olduğunu belirten Dr. Davut Karakuzu, “Proloterapi yöntemiyle kas - iskelet sisteminde hasarlı olan eklemlerde şekerli serum yardımıyla mikropsuz bir iltihap oluşturarak vücudun tamir mekanizmasını harekete geçirip sağlam ve yeni dokular oluşturmaya çalışıyoruz. Proloterapi, elde edilen olumlu sonuçlar nedeniyle hastalar tarafından en sık tercih edilen tedaviler arasına girmeyi başardı” diye konuştu.
Proloterapinin kireçlenmelerden bel ve boyun fıtıklarına, migrenden tendon ve ligament hasarlarına kadar çok sayıda rahatsızlığın tedavisinde dünyanın gelişmiş ülkelerinde uzun yıllardır uygulandığı bilgisini veren Dr. Davut Karakuzu, “Bir enjeksiyon yöntemi olan Proloterapi uygulamasında hasarlı eklemdeki bazı özel bölgelere içerisinde şekerli serumun bulunduğu özel bir solüsyon enjekte ediyoruz. Böylece hasarlı eklemde birkaç gün süren mikropsuz bir iltihap oluşturmaya çalışıyoruz. Oluşturduğumuz bu iltihabi reaksiyon aslında içerisinde sağlığın ve yenilenmenin sırrını barındırıyor. Bu iltihabi reaksiyonun ardından vücut hasarlı bölgeye tamirci hücreleri göndererek zayıflamış, aşınmış ve hasarlı olan tendon, ligament ve eklemin tamir edilerek güçlenmesini sağlıyor. Bu iyileşme süreci sonunda yeni dokular eskisine göre çok daha sağlıklı hale geliyor. Yani bir anlamda proloterapi ile hasarlı dokular yeniden inşa edilmiş oluyor, hasarlı parçaların yerine çok daha sağlamları konarak bir daha aynı sorunun yaşanma ihtimali en aza indirgeniyor. Ameliyatsız ve doğal bir tedavi yöntemi olması ve son derece iyi sonuçlar vermesi nedeniyle Proloterapiye ilgi her geçen gün artıyor. Hastalar tedavinin ardından hemen günlük hayatlarına devam edebiliyor” şeklinde konuştu.
Kuru iğne ile tedavi
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Turan Uslu ile birlikte bel-boyun rahatsızlıkları, diz kireçlenmeleri ve ağrıları, omuz ve diğer eklemlerin ağrı ve rahatsızlıkları alanlarında ameliyatsız yöntemlerle hastaları tedavi etmeye çalıştıklarını anlatan Dr. Davut Karakuzu, “Proloterapinin yanı sıra hastanın ihtiyacına göre İMS (Kuru İğne Tedavisi) ve omurga destek aparatları gibi araç ve yöntemleri de tedavide kullanıyoruz. Özellikle kronik ağrılarda bu yöntemler olumlu sonuçlar almamızı sağlıyor. Kuru iğne tedavisinde, ağrıya neden olan kasılmış ve kısalmış kasa çok ince bir iğne ile girilerek kas uyarılıyor, böylece kas spazmı çözülüyor ve kasın boyu uzuyor, sıkışan eklem rahatlatılıyor. Sonuçta sadece ağrı giderilmiyor, ağrıya neden olan temel bozukluk da tedavi edilmiş oluyor. Her hastanın rahatsızlığına uygun kişiye özel bir de omurga destek aparatı veriyoruz. Omurgada bozukluk olan yerler için özel dizayn edilmiş kişiye özel olan bu aparatta hastayı uzandırarak rahatsızlığın düzelmesini sağlıyoruz. Hasta bu aparatı evinde kullanıyor ve günde sadece 20 dakika uzanarak iyileşiyor. Bu aparatı omurgadaki doğal eğriliklerin yeniden oluşmasını sağlamada kullanıyoruz" şeklinde konuşuyor.
Etiketler:
ağrı,
ameliyat,
bel fıtığı,
boyun fıtığı,
sağlık,
tedavi
Çocuklarda kepçe kulak sorunu
Estecenter Plastik Cerrahi Merkezi Doç.Dr.Erdem Güven yarıyıl tatilinin çocukların küçük sevimli kusurları kepçe kulak sorunundan kurtulmanın tam zamanı olacağını belirtti.
Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Doç.Dr.Erdem Güven,''Doğum sonrası kulak kıkırdağının kıvrımlarının tam olarak oluşmaması genel olarak “Kepçe Kulak” olarak adlandırılabilir. Kulağın yapısını oluşturan kıvrımlar temel olarak doğumdan sonra ilk 5-6 yaşlarına kadar oluşmaktadır.''diye ifade etti.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı kulak kıvrımlarının yeterince oluşmaması sonucu kulaklar başın her iki yanında dışarı doğru çıkık bir şekilde konumlanırlar. Kepçe kulak rahatsızlığının bazı çeşitlerinde ailevi nedenler bulunabilmektedir. Genetik geçişi direk olarak gösterilmemekle birlikte ailede bulunması çocuklarda da bir yatkınlık oluşturabilmektedir.''dedi.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Kepçe kulak rahatsızlığı genel olarak fonksiyonel ve işitsel bir bozukluğa yol açmamaktadır. Bazı sendromik durumlarda dış kulak yolu gelişim bozuklukları eşlik edebildiğinden dolayı fonksiyonel rahatsızlıklar bulunabilmektedir. Ancak toplumda rastlanılan kepçe kulak bozukluklarında işitmeyle ilgili bir eksiklik veya kayıp görülmemektedir.''diyerek sözlerine şöyle devam etti:
''Genellikle çocuklarla birlikte anılan bu durum en erken kaç yaşında tedavi edilebilir? Operasyon için ideal denilebilecek bir yaş var mıdır? sorularının cevapları;Tarafımızdan tavsiye edilen ideal tedavi yaşı kulak gelişiminin tamamlandığı dönem olan, ilkokula başlamadan önce 5,5- 6 yaş civarıdır. Bunun nedeni okulda çocukların arkadaşları tarafından sosyal travmaya uğramasını engellemek, çocuğun kendine olan güveninin kaybolmasının önüne geçilmesi için erken yaşta operasyonun yapılması önerilmektedir.''diye belirtti.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Ülkemizde sağlıklı bir istatistik olmamasına rağmen her iki cinste yaklaşık eşit oranlarda görüldüğü söylenebilir. Ancak kız çocuklar saçları ile kulaklarını kapatabildiği için daha geç yaşlarda ameliyat olmaktadırlar.5-6 yaşlarından sonra görünümün düzelmesi mümkün değildir. Kulak kıkırdağı gelişimi bu yaşlarda tamamlandığı için bir düzelme söz konusu olmamaktadır.Kepçe kulak deformitesi çocukların üzerine oldukça büyük bir psikolojik yük getirebilmektedir. özellikle ilkokul döneminde arkadaşları tarafından alay edilen çocuklar da kendine güven kaybı, toplum içine çıkamama, topluluk önünde konuşma zaafiyeti, derslerde başarısızlık, okula gitmek istememe gibi psikolojik travmaya bağlı semptomlar görülebilmektedir.''diye söyledi.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Cerrahi tedavi genellikle lokal anestezi altında gerçekleştirilebilirken, daha küçük çocuklarda sedasyon anestezisi ile sakinleştirilip uygulanabilmektedir. Genellikle 1-1.5 saatlik bir operasyon olup hastanede kalmayı gerektirmeyen günübirlik bir işlem şeklinde uygulanmaktadır. Cerrahi girişimde kulak arkasından girilerek kulak kıkırdakları inceltilir, gerekiyorsa yumuşatılır ve özel iplikler ile geri pozisyonda ve kıvrımları yeniden oluşturularak şekillendirilir. Kulak arkası kıvrımından girilerek yapıldığı için ameliyat sonrasında görülebilir bir iz kalması söz konusu değildir.Ameliyat sonrası kafa sargısı 1 veya 2 günde çıkarılarak saç bandına geçilir. Saç bandının 1 hafta gece gündüz kullanılması tavsiye edilir. İlk iki gün hafif bir Ağrı kesici önerilir. Genellikle antibiyotik kullanımı gerekmez. Kulak arkasından yapıldığı için herhangi bir iz oluşması söz konusu değildir.''dedi.
Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Doç.Dr.Erdem Güven,''Doğum sonrası kulak kıkırdağının kıvrımlarının tam olarak oluşmaması genel olarak “Kepçe Kulak” olarak adlandırılabilir. Kulağın yapısını oluşturan kıvrımlar temel olarak doğumdan sonra ilk 5-6 yaşlarına kadar oluşmaktadır.''diye ifade etti.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı kulak kıvrımlarının yeterince oluşmaması sonucu kulaklar başın her iki yanında dışarı doğru çıkık bir şekilde konumlanırlar. Kepçe kulak rahatsızlığının bazı çeşitlerinde ailevi nedenler bulunabilmektedir. Genetik geçişi direk olarak gösterilmemekle birlikte ailede bulunması çocuklarda da bir yatkınlık oluşturabilmektedir.''dedi.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Kepçe kulak rahatsızlığı genel olarak fonksiyonel ve işitsel bir bozukluğa yol açmamaktadır. Bazı sendromik durumlarda dış kulak yolu gelişim bozuklukları eşlik edebildiğinden dolayı fonksiyonel rahatsızlıklar bulunabilmektedir. Ancak toplumda rastlanılan kepçe kulak bozukluklarında işitmeyle ilgili bir eksiklik veya kayıp görülmemektedir.''diyerek sözlerine şöyle devam etti:
''Genellikle çocuklarla birlikte anılan bu durum en erken kaç yaşında tedavi edilebilir? Operasyon için ideal denilebilecek bir yaş var mıdır? sorularının cevapları;Tarafımızdan tavsiye edilen ideal tedavi yaşı kulak gelişiminin tamamlandığı dönem olan, ilkokula başlamadan önce 5,5- 6 yaş civarıdır. Bunun nedeni okulda çocukların arkadaşları tarafından sosyal travmaya uğramasını engellemek, çocuğun kendine olan güveninin kaybolmasının önüne geçilmesi için erken yaşta operasyonun yapılması önerilmektedir.''diye belirtti.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Ülkemizde sağlıklı bir istatistik olmamasına rağmen her iki cinste yaklaşık eşit oranlarda görüldüğü söylenebilir. Ancak kız çocuklar saçları ile kulaklarını kapatabildiği için daha geç yaşlarda ameliyat olmaktadırlar.5-6 yaşlarından sonra görünümün düzelmesi mümkün değildir. Kulak kıkırdağı gelişimi bu yaşlarda tamamlandığı için bir düzelme söz konusu olmamaktadır.Kepçe kulak deformitesi çocukların üzerine oldukça büyük bir psikolojik yük getirebilmektedir. özellikle ilkokul döneminde arkadaşları tarafından alay edilen çocuklar da kendine güven kaybı, toplum içine çıkamama, topluluk önünde konuşma zaafiyeti, derslerde başarısızlık, okula gitmek istememe gibi psikolojik travmaya bağlı semptomlar görülebilmektedir.''diye söyledi.
Doç.Dr.Erdem Güven,''Cerrahi tedavi genellikle lokal anestezi altında gerçekleştirilebilirken, daha küçük çocuklarda sedasyon anestezisi ile sakinleştirilip uygulanabilmektedir. Genellikle 1-1.5 saatlik bir operasyon olup hastanede kalmayı gerektirmeyen günübirlik bir işlem şeklinde uygulanmaktadır. Cerrahi girişimde kulak arkasından girilerek kulak kıkırdakları inceltilir, gerekiyorsa yumuşatılır ve özel iplikler ile geri pozisyonda ve kıvrımları yeniden oluşturularak şekillendirilir. Kulak arkası kıvrımından girilerek yapıldığı için ameliyat sonrasında görülebilir bir iz kalması söz konusu değildir.Ameliyat sonrası kafa sargısı 1 veya 2 günde çıkarılarak saç bandına geçilir. Saç bandının 1 hafta gece gündüz kullanılması tavsiye edilir. İlk iki gün hafif bir Ağrı kesici önerilir. Genellikle antibiyotik kullanımı gerekmez. Kulak arkasından yapıldığı için herhangi bir iz oluşması söz konusu değildir.''dedi.
Uykusuzluk çekenlere müjde!
ABD’de bulunan Stanford Üniversitesi tarafından gece yarısı uyananların kısa bir süre içinde yeniden uyumasını sağlayarak yeni gün yorgunluğundan kurtaran özel bir sprey üretildi.
ABD’de üretilen sprey gece yarısı uyananların kısa bir sürede yeniden uyumalarını sağlıyor. Stanford Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından geliştirilen “Sprayable Sleep” isimli sprey suni ışık sağlayan elektronik bir aygıtla çalışıyor. Herhangi bir kimyasal madde kullanılmadan üretilen sprey, 3:00 ile 05:00 saatleri arasında salgılanarak vücudun biyolojik saatini koruyup ritmini ayarlayan melatonin, proteinleri oluşturan 20 aminoasitten biri olan tirozin ve saf su karışımında oluşuyor. Sprey ’in ilk örneklerinin Şubat ayı içerisine ulaşılacağı bildirildi.
ABD’de üretilen sprey gece yarısı uyananların kısa bir sürede yeniden uyumalarını sağlıyor. Stanford Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından geliştirilen “Sprayable Sleep” isimli sprey suni ışık sağlayan elektronik bir aygıtla çalışıyor. Herhangi bir kimyasal madde kullanılmadan üretilen sprey, 3:00 ile 05:00 saatleri arasında salgılanarak vücudun biyolojik saatini koruyup ritmini ayarlayan melatonin, proteinleri oluşturan 20 aminoasitten biri olan tirozin ve saf su karışımında oluşuyor. Sprey ’in ilk örneklerinin Şubat ayı içerisine ulaşılacağı bildirildi.
Toplumun %70’i dişlerini sıkıyor
Halk arasında diş gıcırdatma ve sıkma olarak bilinen hastalık, çoğunlukla stres ve huzursuzluktan kaynaklanırken 2 yaşından 70 yaşına kadar herkesi etkileyebiliyor.
Modern çağın en yaygın hastalıklarından biri olan Bruksizm, toplumun yüzde 70’ini etkiliyor.
Diş Hekimi Emek Saran “modern çağın hastalığı” olarak tanımladığı Bruksizm’in tedavisinin önemine dikkat çekiyor. Hastalığın iki yaşındaki bir çocukta da, 70 yaşındaki bir yaşlıda da görülebildiğini belirten Saran, tedavi edilmediği takdirde çene ekleminin etkilenmesi sonucunda yüzde asimetri, yüz şeklinde genişleme, ağzı açamama ya da çene kilitlenmesine yol açabileceğine dikkat çekiyor.
Toplumda yaygın olarak diş sıkma ve gıcırdatma olarak bilinen, genellikle uyku sırasında, bilinç dışı yapılan bir eylem olarak görülen Bruksizm, toplumun %70’ini etkiliyor; her 10 kişiden 7’sinin dişlerini sıktığı yaygın bir hastalık olarak kendini göstertiyor.
Dişlerini gıcırdatan ve bunun sonucunda sürekli olarak çene ve baş Ağrısı çeken kişilerin çoğunda görülen hastalığın belirtileri dişlerde aşınma ve kırılma, çene ekleminde (kulak önünde) ağrı, baş ve kas ağrısı olarak biliniyor.
Eğer kişinin kendisinde ya da yakınında dişleri birbirine sürtme, gıcırdatma veya çeneyi sıkma gibi istem dışı ve fonksiyonel olmayan davranış biçimi varsa hemen bir doktora başvurulması gerektiğine dikkat çeken Saran, “Diş gıcırtma ve sıkmanın kişiye verdiği fiziksel zarar gerçekten de büyüktür. Size bir örnek vereyim; normal çiğneme kuvvetiniz, 27 kg’dır. Dişlerimizi sıkarken uygulanan ısırma kuvveti ise 400 kg’dır. Yani, dişlerinizle bir otomobili hareket ettirebilirsiniz. Kol kası için 10 kg ağırlıkla çalışan bir kadının, çene kası ve eklemini gece boyunca ne kadar zorladığını anlayabiliriz. Bu kasın büyümesi maalesef yüz ovalini değiştiriyor, yüzde asimetri oluşturuyor. Bu durum, estetik görünümü de ciddi bir şekilde etkiliyor.” bilgisini verdi.
Dişlerin yapısal bozukluklarının da neden olduğu bu rahatsızlığın genellikle psikolojik bir sorun olarak kendini gösterdiği ve ruhsal kökenli fiziksel rahatsızlıklar grubuna girdiğini belirten Saran; “Bruksizm’i duyguların bedensel olarak dışavurumu diye tanımlayabiliriz Genellikle uykudayken ortaya çıkıyor. Stress, depresyon, anksiyete, huzursuz bir yaşam bu hastalığın nedenlerinden birkaçı. Çiğneme yüzey düzensizlikleri, yüksek yapılan diş dolguları, intestinal parazitler, alerjiler, endokrin bozukluklar gibi lokal ve sistemik nedenler de diş sıkmaya neden olan diğer fiziksel belirtilerdir.”
Çiğneme yüzey düzensizlikleri, yüksek yapılan diş dolguları, intestinal parazitler, alerjiler, endokrin bozukluklar gibi lokal ve sistemik nedenler de diş sıkmaya neden olan diğer fiziksel belirtiler olarak dikkat çekiyor.
Anksiyete yani kaygı halinin yaygın olduğu bu hastalığın tedavisinde diş doktoru ve psikiyatristin eş zamanlı çalışmasının büyük önem taşıdığını vurgulayan Saran; “ Hastalığın tedavisi, diş hasarının büyüklüğü ve muhtemel sebebine dayanarak diş doktoru tarafından hastaya uygun olarak belirleniyor. Kişiye özel hazırlanan, gece yatarken kullanılan şeffaf plaklar en sık uygulanan tedavi yöntemidir. Bu plakların kasları, dişleri ve çene eklemini koruyucu ve tedavi edici görevi vardır. Bu tedaviyi uygulayan doktorunun özel eğitim almış olması gerekiyor.
Kişinin ağız içi muayenesi sonunda dişlerin yapısı, yanakta dişlerin oluşturduğu iz, dişlerin ilişkileri, yüz kasları ve çiğneme kasları detaylı olarak inceleniyor. Kişinin sorununa yönelik, herkese farklı kalınlık ve yapıda plak hazırlanıyor. Gece plakları, sadece dişleri korumaya yöneliktir. Ancak, Bruksizm’e neden olan, kişinin iç dünyasında ya da yaşamındaki duygu bütünlüğünü bozan nedenlerin ortadan kaldırılması psikitatristin yardımıyla mümkündür. Çocuklar içinse, diş doktoruyla birlikte çocuk psikiyatristine başvurmak gerektiğini söylemeliyim.” ifadesinde bulundu
Bruksizm hastalığının sosyolojik boyutu var
Cinsiyet ayrımı gözetmeyen bu hastalığa modern toplumlarda erkeklerde, kırsalda ise kadınlarda daha sık rastlanıyor. Kırsal kesimde yaşayan kadınlarda duyguları bastırma, kendini ifade etmede zorlanma gibi durumlar hastalığın nedenlerinin başında geliyor. Son yıllarda çocuklarda da artış görülüyor; çocukların da uyku sırasında dişlerini gıcırdattığı aileler tarafından söyleniyor.
Yaşam koşulları içinde zorlanan, travmalar yaşayan ve yarış atı gibi baskı altında bulunan, 7-14 yaş arasındaki çocukların % 77’sinde diş gıcırdatma görüldüğü bilgisini veren Diş Hekimi Emek Saran, 4-6 yaş çocukların yüzde % 31’inde bu rahatsızlığın görüldüğünü ifade etti. Saran sözlerine şöyle devam ediyor: “Öyle ki, üç yaşındaki çocuklara dahi plak kullandırılıyor. Eğer erken yaşlarda koruyucu tedaviler yapılmaz ise; henüz büyüme-gelişmesi devam eden çocuklarda hem dişlerde hem de çene ekleminde kalıcı hasarlar oluşabiliyor.”
Alternatif tedavi yöntemleri
Hızla gelişen tedavi yönetmelerine bir yenisi daha eklenirken yetişkinler için kullanılan Botoks yöntemi, yüzde bulunan fazla kasların kuvvetlerinin dengelenmesi amacıyla uygulanıyor. Yüzünüzde, dişlerinizi sıkmanızı sağlayan iki kas bulunuyor. Bu kaslar, diş sıkma alışkanlığı olanlarda daha da kuvvetleniyor. Örneğin, kol kasınızı çalıştırıp güçlendirmeniz gibi. Kas kuvvetini azaltma etkisi nedeniyle, ilk olarak fizik tedavi uzmanları tarafından kullanılan yöntemle, aşırı kuvvetlenmiş kasa botoks uygulanıyor. Dolayısıyla kas normal kuvvetine getiriliyor. Böylece dişler daha az sıkılıyor ve dişlere daha az zarar veriliyor.
Modern çağın en yaygın hastalıklarından biri olan Bruksizm, toplumun yüzde 70’ini etkiliyor.
Diş Hekimi Emek Saran “modern çağın hastalığı” olarak tanımladığı Bruksizm’in tedavisinin önemine dikkat çekiyor. Hastalığın iki yaşındaki bir çocukta da, 70 yaşındaki bir yaşlıda da görülebildiğini belirten Saran, tedavi edilmediği takdirde çene ekleminin etkilenmesi sonucunda yüzde asimetri, yüz şeklinde genişleme, ağzı açamama ya da çene kilitlenmesine yol açabileceğine dikkat çekiyor.
Toplumda yaygın olarak diş sıkma ve gıcırdatma olarak bilinen, genellikle uyku sırasında, bilinç dışı yapılan bir eylem olarak görülen Bruksizm, toplumun %70’ini etkiliyor; her 10 kişiden 7’sinin dişlerini sıktığı yaygın bir hastalık olarak kendini göstertiyor.
Dişlerini gıcırdatan ve bunun sonucunda sürekli olarak çene ve baş Ağrısı çeken kişilerin çoğunda görülen hastalığın belirtileri dişlerde aşınma ve kırılma, çene ekleminde (kulak önünde) ağrı, baş ve kas ağrısı olarak biliniyor.
Eğer kişinin kendisinde ya da yakınında dişleri birbirine sürtme, gıcırdatma veya çeneyi sıkma gibi istem dışı ve fonksiyonel olmayan davranış biçimi varsa hemen bir doktora başvurulması gerektiğine dikkat çeken Saran, “Diş gıcırtma ve sıkmanın kişiye verdiği fiziksel zarar gerçekten de büyüktür. Size bir örnek vereyim; normal çiğneme kuvvetiniz, 27 kg’dır. Dişlerimizi sıkarken uygulanan ısırma kuvveti ise 400 kg’dır. Yani, dişlerinizle bir otomobili hareket ettirebilirsiniz. Kol kası için 10 kg ağırlıkla çalışan bir kadının, çene kası ve eklemini gece boyunca ne kadar zorladığını anlayabiliriz. Bu kasın büyümesi maalesef yüz ovalini değiştiriyor, yüzde asimetri oluşturuyor. Bu durum, estetik görünümü de ciddi bir şekilde etkiliyor.” bilgisini verdi.
Dişlerin yapısal bozukluklarının da neden olduğu bu rahatsızlığın genellikle psikolojik bir sorun olarak kendini gösterdiği ve ruhsal kökenli fiziksel rahatsızlıklar grubuna girdiğini belirten Saran; “Bruksizm’i duyguların bedensel olarak dışavurumu diye tanımlayabiliriz Genellikle uykudayken ortaya çıkıyor. Stress, depresyon, anksiyete, huzursuz bir yaşam bu hastalığın nedenlerinden birkaçı. Çiğneme yüzey düzensizlikleri, yüksek yapılan diş dolguları, intestinal parazitler, alerjiler, endokrin bozukluklar gibi lokal ve sistemik nedenler de diş sıkmaya neden olan diğer fiziksel belirtilerdir.”
Çiğneme yüzey düzensizlikleri, yüksek yapılan diş dolguları, intestinal parazitler, alerjiler, endokrin bozukluklar gibi lokal ve sistemik nedenler de diş sıkmaya neden olan diğer fiziksel belirtiler olarak dikkat çekiyor.
Anksiyete yani kaygı halinin yaygın olduğu bu hastalığın tedavisinde diş doktoru ve psikiyatristin eş zamanlı çalışmasının büyük önem taşıdığını vurgulayan Saran; “ Hastalığın tedavisi, diş hasarının büyüklüğü ve muhtemel sebebine dayanarak diş doktoru tarafından hastaya uygun olarak belirleniyor. Kişiye özel hazırlanan, gece yatarken kullanılan şeffaf plaklar en sık uygulanan tedavi yöntemidir. Bu plakların kasları, dişleri ve çene eklemini koruyucu ve tedavi edici görevi vardır. Bu tedaviyi uygulayan doktorunun özel eğitim almış olması gerekiyor.
Kişinin ağız içi muayenesi sonunda dişlerin yapısı, yanakta dişlerin oluşturduğu iz, dişlerin ilişkileri, yüz kasları ve çiğneme kasları detaylı olarak inceleniyor. Kişinin sorununa yönelik, herkese farklı kalınlık ve yapıda plak hazırlanıyor. Gece plakları, sadece dişleri korumaya yöneliktir. Ancak, Bruksizm’e neden olan, kişinin iç dünyasında ya da yaşamındaki duygu bütünlüğünü bozan nedenlerin ortadan kaldırılması psikitatristin yardımıyla mümkündür. Çocuklar içinse, diş doktoruyla birlikte çocuk psikiyatristine başvurmak gerektiğini söylemeliyim.” ifadesinde bulundu
Bruksizm hastalığının sosyolojik boyutu var
Cinsiyet ayrımı gözetmeyen bu hastalığa modern toplumlarda erkeklerde, kırsalda ise kadınlarda daha sık rastlanıyor. Kırsal kesimde yaşayan kadınlarda duyguları bastırma, kendini ifade etmede zorlanma gibi durumlar hastalığın nedenlerinin başında geliyor. Son yıllarda çocuklarda da artış görülüyor; çocukların da uyku sırasında dişlerini gıcırdattığı aileler tarafından söyleniyor.
Yaşam koşulları içinde zorlanan, travmalar yaşayan ve yarış atı gibi baskı altında bulunan, 7-14 yaş arasındaki çocukların % 77’sinde diş gıcırdatma görüldüğü bilgisini veren Diş Hekimi Emek Saran, 4-6 yaş çocukların yüzde % 31’inde bu rahatsızlığın görüldüğünü ifade etti. Saran sözlerine şöyle devam ediyor: “Öyle ki, üç yaşındaki çocuklara dahi plak kullandırılıyor. Eğer erken yaşlarda koruyucu tedaviler yapılmaz ise; henüz büyüme-gelişmesi devam eden çocuklarda hem dişlerde hem de çene ekleminde kalıcı hasarlar oluşabiliyor.”
Alternatif tedavi yöntemleri
Hızla gelişen tedavi yönetmelerine bir yenisi daha eklenirken yetişkinler için kullanılan Botoks yöntemi, yüzde bulunan fazla kasların kuvvetlerinin dengelenmesi amacıyla uygulanıyor. Yüzünüzde, dişlerinizi sıkmanızı sağlayan iki kas bulunuyor. Bu kaslar, diş sıkma alışkanlığı olanlarda daha da kuvvetleniyor. Örneğin, kol kasınızı çalıştırıp güçlendirmeniz gibi. Kas kuvvetini azaltma etkisi nedeniyle, ilk olarak fizik tedavi uzmanları tarafından kullanılan yöntemle, aşırı kuvvetlenmiş kasa botoks uygulanıyor. Dolayısıyla kas normal kuvvetine getiriliyor. Böylece dişler daha az sıkılıyor ve dişlere daha az zarar veriliyor.
24 Ocak 2015 Cumartesi
Onkoloji Derneği'inden kanser hastası listesine destek
Türk Radyasyon Onkolojisi Derneği, kanser hastalığının erken tanısının konulabilmesi, tarama programlarının sağ kalıma katkısının belirlenebilmesi, tedavilerin başarıları ve gelecekteki projelerin belirlenebilmesi için doğru istatistiklerin önemli olduğunu bildirdi.
Dernek tarafından yapılan yazılı açıklamada, bazı basın organlarında, kanserle ilgili yaşam sürelerine yönelik yayınlarda, Sağlık Bakanlığının internet sitesinde yer alan “Türkiye'de Kanser Kontrolü 2014” başlıklı rapora dönük eleştirilerde bulunulduğu ifade edildi.
KANSERİN ERKEN TANISI İÇİN SAĞ KALIM BİLİNMELİ
Söz konusu yayınlarda, “raporda yer alan bazı kanser türlerinde ortalama sağ kalım verilerinin hastalar üzerine olumsuz etkilerinin bulunduğu ve bunun hak ihlali olduğu” iddialarının yer aldığı belirtilen açıklamada, “Kanser hastalığının erken tanısının konulabilmesi ve erken tanı için yapılan tarama programlarının sağ kalıma katkısının belirlenebilmesi, ayrıca kanser tedavilerinin başarılarının gözlenmesi, gelecekteki projelerin belirlenebilmesi doğru istatistiklerin sağlanabilmesi ile oluşmaktadır” denildi.
Türkiye'de ilk kanser kayıtlarının İzmir'de, Kanser İzlem Denetleme Merkezi'nin (KIDEM) öncülüğünde tutulduğu ifade edilen açıklamada, KIDEM'in bu verilerinin tüm Türkiye'deki kanser istatistiklerini yansıtmasının olanaksız olduğu ifade edildi.
"BİRÇOK GELİŞMİŞ ÜLKEDE BU İSTATİSTİKLER PAYLAŞILIYOR"
Kanser Daire Başkanlığının son yıllarda yaptığı çalışmalarla kanser kayıt sisteminin tüm Türkiye'yi içermeye başladığına dikkat çekilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
“Kanser Daire Başkanlığı elde ettiği sonuçları objektif olarak internet sitesinde yayınlamaya başlamış, bu da bilgi isteği olan kişilerin bilgiye kolay ulaşmasını sağlamıştır. Tablonun altında kanserlerdeki ortalama sağ kalımın evreye, yaşa, ek hastalık yüküne ve tümörün biyolojik yapısına göre değiştiği özellikle belirtilmiştir. İnternet ortamında çok sayıda doğru olmayan bilgilerin verildiği göz önünde bulundurulursa bu tür bilgilerin resmi bir kurumdan ve doğru olarak verilmesi çok önemlidir. Bu tür istatistikler dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü (NCI) gibi kuruluşlar tarafından da toplumla paylaşılmaktadır.”
"VERİLER KANSER POLİTİKALARINA IŞIK TUTUYOR"
Türk Tıbbi Onkoloji Derneğinden yapılan açıklamada da bir ülkenin kanser konusunda doğru sağlık politikaları geliştirebilmesi ve tedavisini en etkin şekilde, kendi ülke koşullarına uygun olarak sağlayabilmesi için kendi istatistiksel verilerini bilmesi gerektiği vurgulandı.
sağlık bakanlığı Kanser Savaş Daire Başkanlığının son yıllarda yaptığı çalışmalarla bu konuda önemli bir eksiği ortadan kaldırdığı ifade edilen açıklamada, son raporda, Türkiye'de kanser görülme sıklığı verilerine ek olarak, sağ kalım verilerinin de yayınlandığı kaydedildi.
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ "ÖLÜM ORANI" BAŞLIĞIYLA VERİYOR
Bu raporda sağ kalım sürelerinin genel ortalamayı yansıttığı, hastanın yaşı, tümörün evresi, tümörün biyolojisi ve hastanın ek hastalıklarına göre değişkenlik gösterebileceğinin açıkça belirtildiğine dikkat çekilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi:
“Bu önemli verilerin bizlere ulaşmasını sağlayan bu çalışmalara imza atmış bir daire ve çalışanlarının bu şekilde itibarsızlaştırılması bizi üzmüştür. Bu tür istatistiksel veriler dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde DSÖ ve Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü gibi itibarlı kuruluşlar tarafından da çekinmeden toplumla paylaşılmaktadır. NCI'ın halka da açık olan web sitesinde bu tür istatistikler her bir kanser için '5 yılın sonunda kaç hasta hayatta kalır' başlığı altında verilmektedir. DSÖ'nün web sitesinde de bu veriler 'mortalite=ölüm oranı' başlığı altında verilmektedir. Kanser politikalarına ışık tutan bu verileri değerlendirirken tüm bunların göz önünde bulundurulması daha sağlıklı olacaktır.”
Dernek tarafından yapılan yazılı açıklamada, bazı basın organlarında, kanserle ilgili yaşam sürelerine yönelik yayınlarda, Sağlık Bakanlığının internet sitesinde yer alan “Türkiye'de Kanser Kontrolü 2014” başlıklı rapora dönük eleştirilerde bulunulduğu ifade edildi.
KANSERİN ERKEN TANISI İÇİN SAĞ KALIM BİLİNMELİ
Söz konusu yayınlarda, “raporda yer alan bazı kanser türlerinde ortalama sağ kalım verilerinin hastalar üzerine olumsuz etkilerinin bulunduğu ve bunun hak ihlali olduğu” iddialarının yer aldığı belirtilen açıklamada, “Kanser hastalığının erken tanısının konulabilmesi ve erken tanı için yapılan tarama programlarının sağ kalıma katkısının belirlenebilmesi, ayrıca kanser tedavilerinin başarılarının gözlenmesi, gelecekteki projelerin belirlenebilmesi doğru istatistiklerin sağlanabilmesi ile oluşmaktadır” denildi.
Türkiye'de ilk kanser kayıtlarının İzmir'de, Kanser İzlem Denetleme Merkezi'nin (KIDEM) öncülüğünde tutulduğu ifade edilen açıklamada, KIDEM'in bu verilerinin tüm Türkiye'deki kanser istatistiklerini yansıtmasının olanaksız olduğu ifade edildi.
"BİRÇOK GELİŞMİŞ ÜLKEDE BU İSTATİSTİKLER PAYLAŞILIYOR"
Kanser Daire Başkanlığının son yıllarda yaptığı çalışmalarla kanser kayıt sisteminin tüm Türkiye'yi içermeye başladığına dikkat çekilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
“Kanser Daire Başkanlığı elde ettiği sonuçları objektif olarak internet sitesinde yayınlamaya başlamış, bu da bilgi isteği olan kişilerin bilgiye kolay ulaşmasını sağlamıştır. Tablonun altında kanserlerdeki ortalama sağ kalımın evreye, yaşa, ek hastalık yüküne ve tümörün biyolojik yapısına göre değiştiği özellikle belirtilmiştir. İnternet ortamında çok sayıda doğru olmayan bilgilerin verildiği göz önünde bulundurulursa bu tür bilgilerin resmi bir kurumdan ve doğru olarak verilmesi çok önemlidir. Bu tür istatistikler dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü (NCI) gibi kuruluşlar tarafından da toplumla paylaşılmaktadır.”
"VERİLER KANSER POLİTİKALARINA IŞIK TUTUYOR"
Türk Tıbbi Onkoloji Derneğinden yapılan açıklamada da bir ülkenin kanser konusunda doğru sağlık politikaları geliştirebilmesi ve tedavisini en etkin şekilde, kendi ülke koşullarına uygun olarak sağlayabilmesi için kendi istatistiksel verilerini bilmesi gerektiği vurgulandı.
sağlık bakanlığı Kanser Savaş Daire Başkanlığının son yıllarda yaptığı çalışmalarla bu konuda önemli bir eksiği ortadan kaldırdığı ifade edilen açıklamada, son raporda, Türkiye'de kanser görülme sıklığı verilerine ek olarak, sağ kalım verilerinin de yayınlandığı kaydedildi.
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ "ÖLÜM ORANI" BAŞLIĞIYLA VERİYOR
Bu raporda sağ kalım sürelerinin genel ortalamayı yansıttığı, hastanın yaşı, tümörün evresi, tümörün biyolojisi ve hastanın ek hastalıklarına göre değişkenlik gösterebileceğinin açıkça belirtildiğine dikkat çekilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi:
“Bu önemli verilerin bizlere ulaşmasını sağlayan bu çalışmalara imza atmış bir daire ve çalışanlarının bu şekilde itibarsızlaştırılması bizi üzmüştür. Bu tür istatistiksel veriler dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde DSÖ ve Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü gibi itibarlı kuruluşlar tarafından da çekinmeden toplumla paylaşılmaktadır. NCI'ın halka da açık olan web sitesinde bu tür istatistikler her bir kanser için '5 yılın sonunda kaç hasta hayatta kalır' başlığı altında verilmektedir. DSÖ'nün web sitesinde de bu veriler 'mortalite=ölüm oranı' başlığı altında verilmektedir. Kanser politikalarına ışık tutan bu verileri değerlendirirken tüm bunların göz önünde bulundurulması daha sağlıklı olacaktır.”
Etiketler:
kanser,
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sgk,
tedavi
Annenin hastalığı bebeği katarakt yapabiliyor
İleri yaşlarda gözlerde ortaya çıkan kataraktın yeni doğmuş bebeklerde de görüldüğü bildirildi.
Göz hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Levent Alimgil, kataraktın toplumda sık rastlanan göz hastalıklarından biri olduğunu söyledi. Kataraktta cerrahi tedavi dışında başka bir tedavi yönteminin bulunmadığına dikkati çeken Alimgil, "Özellikle aile yeni doğan bebeğini sağlık kontrolünden geçirmelidir. Kimi bebekler hayata katarakt hastalığıyla başlayabiliyor" dedi.
DOĞUŞTAN KATARAKT ACİLEN AMELİYAT EDİLMELİ
Doğuştan kataraktın acilen ameliyat edilmesi gereken bir durum olduğunu vurgulayan Alimgil, doğuştan kataraktlarda mercek gözün ışık almasını engellerse gözün fizyolojik gelişiminin sekteye uğradığını kaydetti.
Göz ışık alamadığı için tembelleşeceğini dile getiren Alimgil, şöyle konuştu:
KATARAKTLI BEBEKLER TÜL PERDENİN ARKASINDAN BAKAR
"Dolayısıyla doğuştan katarakt, bebeğin hayata bir tül perdenin ardından bakarak başlamaması için acildir. Kataraktı gördüğümüz anda bir an evvel alıp çocuğun ışığa kavuşmasını sağlamamız lazım. Çünkü beyinle göz arasındaki ilişki 4-5 yaşına kadar gelişmeye devam ediyor. Göz ışık alamıyorsa katarakt sebebiyle görüntü gözde oluşamıyorsa, o kadar derin göz tembellikleri oluşuyor ki çocuk daha ileri yaşlarda ameliyat edilse bile hiçbir faydası olmuyor."
Bu konuda yeterli bilgi sahibi olmayan kişilerin, "Bir aylıkken ameliyat mı olur" şeklinde yönlendirmeleriyle geç kalındığına işaret eden Alimgil, "Katarakt görüldüğü anda bebek ister üç günlük ister 10 günlük olsun acilen ameliyat edilmesi gerekir" dedi.
"ANNENİN GEÇİRDİĞİ RAHATSIZLIK BEBEĞİ KATARAKT YAPABİLİYOR"
Alimgil, kataraktın yaşa bağlı ya da doğuştan olabileceğini ifade ederek, "Bebeğin gelişimsel problemleri, annenin hamileyken geçirdiği bir takım rahatsızlıklar gibi nedenlere bağlı doğuştan bebek kataraktlı olabilir. 3-4 yaşlarında ortaya çıkan ve görmeyi engelleyen kataraktlar vardır" şeklinde konuştu.
Kataraktın kişinin başını bir yere vurma gibi travmatik nedenlerle de ortaya çıkabileceğini dile getiren Alimgil, şunları söyledi:
"Görme duyusunun gerçekleştirilebilmesi için gözün şeffaf olması gereken ortamları var. Bunlardan biri gözün dışındaki kornea, biri de lens denilen mercektir. Katarakt, lensin şeffaflığını çeşitli nedenlerle kaybetmesi demektir ama bu şeffaflığın kaybolması farklı sebeplerden olabiliyor. Gözün bir başka hastalığın sonucu gelişen komplike katarakt dediğimiz bir türü de vardır fakat bütün bunların dışında en sık görülen 'senil katarakt' yani yaşa bağlı kataraktır."
Katarakt cerrahisinin tüm tıbbi cerrahi işlemler içinde sonuçları en doğru tahmin edilebilen ve başarı oranı en yüksek yöntem olduğunu belirten Alimgil, kişilerin dünyaya bir tül perdeden bakmaması için belirli aralıklarla göz muayenesi yaptırması gerektiğini ifade etti.
Göz hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Levent Alimgil, kataraktın toplumda sık rastlanan göz hastalıklarından biri olduğunu söyledi. Kataraktta cerrahi tedavi dışında başka bir tedavi yönteminin bulunmadığına dikkati çeken Alimgil, "Özellikle aile yeni doğan bebeğini sağlık kontrolünden geçirmelidir. Kimi bebekler hayata katarakt hastalığıyla başlayabiliyor" dedi.
DOĞUŞTAN KATARAKT ACİLEN AMELİYAT EDİLMELİ
Doğuştan kataraktın acilen ameliyat edilmesi gereken bir durum olduğunu vurgulayan Alimgil, doğuştan kataraktlarda mercek gözün ışık almasını engellerse gözün fizyolojik gelişiminin sekteye uğradığını kaydetti.
Göz ışık alamadığı için tembelleşeceğini dile getiren Alimgil, şöyle konuştu:
KATARAKTLI BEBEKLER TÜL PERDENİN ARKASINDAN BAKAR
"Dolayısıyla doğuştan katarakt, bebeğin hayata bir tül perdenin ardından bakarak başlamaması için acildir. Kataraktı gördüğümüz anda bir an evvel alıp çocuğun ışığa kavuşmasını sağlamamız lazım. Çünkü beyinle göz arasındaki ilişki 4-5 yaşına kadar gelişmeye devam ediyor. Göz ışık alamıyorsa katarakt sebebiyle görüntü gözde oluşamıyorsa, o kadar derin göz tembellikleri oluşuyor ki çocuk daha ileri yaşlarda ameliyat edilse bile hiçbir faydası olmuyor."
Bu konuda yeterli bilgi sahibi olmayan kişilerin, "Bir aylıkken ameliyat mı olur" şeklinde yönlendirmeleriyle geç kalındığına işaret eden Alimgil, "Katarakt görüldüğü anda bebek ister üç günlük ister 10 günlük olsun acilen ameliyat edilmesi gerekir" dedi.
"ANNENİN GEÇİRDİĞİ RAHATSIZLIK BEBEĞİ KATARAKT YAPABİLİYOR"
Alimgil, kataraktın yaşa bağlı ya da doğuştan olabileceğini ifade ederek, "Bebeğin gelişimsel problemleri, annenin hamileyken geçirdiği bir takım rahatsızlıklar gibi nedenlere bağlı doğuştan bebek kataraktlı olabilir. 3-4 yaşlarında ortaya çıkan ve görmeyi engelleyen kataraktlar vardır" şeklinde konuştu.
Kataraktın kişinin başını bir yere vurma gibi travmatik nedenlerle de ortaya çıkabileceğini dile getiren Alimgil, şunları söyledi:
"Görme duyusunun gerçekleştirilebilmesi için gözün şeffaf olması gereken ortamları var. Bunlardan biri gözün dışındaki kornea, biri de lens denilen mercektir. Katarakt, lensin şeffaflığını çeşitli nedenlerle kaybetmesi demektir ama bu şeffaflığın kaybolması farklı sebeplerden olabiliyor. Gözün bir başka hastalığın sonucu gelişen komplike katarakt dediğimiz bir türü de vardır fakat bütün bunların dışında en sık görülen 'senil katarakt' yani yaşa bağlı kataraktır."
Katarakt cerrahisinin tüm tıbbi cerrahi işlemler içinde sonuçları en doğru tahmin edilebilen ve başarı oranı en yüksek yöntem olduğunu belirten Alimgil, kişilerin dünyaya bir tül perdeden bakmaması için belirli aralıklarla göz muayenesi yaptırması gerektiğini ifade etti.
23 Ocak 2015 Cuma
Yaşlanma burnu etkiliyor
Yaşlandıkça derimizinkalınlığı ve elastikliği azalır. Deri altındaki yağ dokusu tabakası incelir, hatta bazı yerlerde tamamen yok olur.
Yaşlı insanlara yada orta yaştan daha yukarıdaki insanlara baktığımızda burun uçlarının genellikle pek kalkık olmadığını, hatta çoğunlukla daha düşük denilebilecek yapıda olduğunu, burun kanatlarının canlılığını kaybetmiş ve bazılarında iki yandan burun içine doğru hafif çökük olabildiğini, burun sırtındaki kemerin daha belirgin olduğunu gözlemleriz. İmkan olup da bu insanların gençlik resimlerine baktığımızda bu değişimin çok daha belirgin olduğunu farkederiz.
Yaşlandıkça derimizinkalınlığı ve elastikliği azalır.Deri altındaki yağ dokusu tabakası incelir, hatta bazı yerlerde tamamen yok olur. Yine yaşlanma ilebirlikte , kıkırdaklar incelir, zayıflar , dirençleri- dayanıklılığı azalır.Aynı şekilde burun içi bağ dokusu ve lifler zayıflar. İşte tüm bu nedenlerden dolayı , yaşlanma ile beraber burun yapısında , görünümünde ve aynı zamanda burun fonksiyonlarında olumsuz yönde değişiklikler olabilir. Burun yan duvarları, burun kanatları içeriye doğru çökebilir , burun ucu aşağıya doğru düşebilir. Burun sırtında var olan kemer daha belirgin bir hal alabilir. Burun derisi elastikiyetini kaybettiği ve burun kıkırdakları yumuşadığı için burun ucu aşağıya doğru düşer.
Burunun dış bölümünde - dış görünümündeki bu değişiklikler , burun fonksiyonlarında da olumsuz değişikliklere yol açabilir . Burun ucu aşağıya düşünce burun delikleri kısmen kapanabilir. Havayolu konforu bozulur, burundan nefes alması nispeten azalır. (Bunu bir çok insan, kendinde deneyerek görebilir . İşaret parmağı ile burun ucunu biraz yukarı kaldırmakla daha iyi nefes alabildiğini gözlemler.)
Yine aynı şekilde, burun kanatlarının ve burun yan duvarlarının çökmesi de hava yolunu daraltır. Eğer bu kişide burun içi yapılar çok normal ise fazlaca bir sıkıntı oluşmaz.Ama hafif bir deviyasyon ( burun orta bölmesinin eğriliği) dahi mevcutsa, yada alerjik yapı mevcutsa ( burun içinde polipler varsa ) veya hafif de olsa konkahipertrofisi (burun eti büyüklüğü) mevcutsa burun anatomisine eklenen bu olumsuz gelişmeler sonucunda, burundan nefes almada ciddi zorluk yaşanabilir.Bu kişiler de geçirilen bir üst solunum yolu enfeksiyonu yada basit bir gripal enfeksiyon dahi, kişiyi çok daha fazla rahatsız eder.
İşte bu nedenledir ki, insanların bir çoğunda orta yaşa kadar burundan nefes alma ile ilgili bir problem yokken, orta yaştan sonra burun tıkanıklığı, gece uyku esnasında sorunlar başlamaktadır. Yine bu neden ile, bu yaş civarında deviyasyon ve konka ameliyatları sıkça yapılmaktadır.
Burun tıkanıklıkları beraberinde gece sıkıntılı uyuma,sık sık uykuların bölünmesi, Sabah dinlenememiş ve yorgun olarak uyanma, sinirlilik, tekrarlayan baş ağrıları,gün içi uykuya meyil, ağız kuruması, depresyon, problemleri görülmektedir.
Bu durumdaki hastalara başarılı bir şekilde yapılacak Septo-rinoplasti (Fonksiyonel –Estetik Burun cerrahisi) ameliyatı ile problemler ortadan kaldırılabilir.
Op. Dr. Yusuf Can
Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Milliyet
Yaşlı insanlara yada orta yaştan daha yukarıdaki insanlara baktığımızda burun uçlarının genellikle pek kalkık olmadığını, hatta çoğunlukla daha düşük denilebilecek yapıda olduğunu, burun kanatlarının canlılığını kaybetmiş ve bazılarında iki yandan burun içine doğru hafif çökük olabildiğini, burun sırtındaki kemerin daha belirgin olduğunu gözlemleriz. İmkan olup da bu insanların gençlik resimlerine baktığımızda bu değişimin çok daha belirgin olduğunu farkederiz.
Yaşlandıkça derimizinkalınlığı ve elastikliği azalır.Deri altındaki yağ dokusu tabakası incelir, hatta bazı yerlerde tamamen yok olur. Yine yaşlanma ilebirlikte , kıkırdaklar incelir, zayıflar , dirençleri- dayanıklılığı azalır.Aynı şekilde burun içi bağ dokusu ve lifler zayıflar. İşte tüm bu nedenlerden dolayı , yaşlanma ile beraber burun yapısında , görünümünde ve aynı zamanda burun fonksiyonlarında olumsuz yönde değişiklikler olabilir. Burun yan duvarları, burun kanatları içeriye doğru çökebilir , burun ucu aşağıya doğru düşebilir. Burun sırtında var olan kemer daha belirgin bir hal alabilir. Burun derisi elastikiyetini kaybettiği ve burun kıkırdakları yumuşadığı için burun ucu aşağıya doğru düşer.
Burunun dış bölümünde - dış görünümündeki bu değişiklikler , burun fonksiyonlarında da olumsuz değişikliklere yol açabilir . Burun ucu aşağıya düşünce burun delikleri kısmen kapanabilir. Havayolu konforu bozulur, burundan nefes alması nispeten azalır. (Bunu bir çok insan, kendinde deneyerek görebilir . İşaret parmağı ile burun ucunu biraz yukarı kaldırmakla daha iyi nefes alabildiğini gözlemler.)
Yine aynı şekilde, burun kanatlarının ve burun yan duvarlarının çökmesi de hava yolunu daraltır. Eğer bu kişide burun içi yapılar çok normal ise fazlaca bir sıkıntı oluşmaz.Ama hafif bir deviyasyon ( burun orta bölmesinin eğriliği) dahi mevcutsa, yada alerjik yapı mevcutsa ( burun içinde polipler varsa ) veya hafif de olsa konkahipertrofisi (burun eti büyüklüğü) mevcutsa burun anatomisine eklenen bu olumsuz gelişmeler sonucunda, burundan nefes almada ciddi zorluk yaşanabilir.Bu kişiler de geçirilen bir üst solunum yolu enfeksiyonu yada basit bir gripal enfeksiyon dahi, kişiyi çok daha fazla rahatsız eder.
İşte bu nedenledir ki, insanların bir çoğunda orta yaşa kadar burundan nefes alma ile ilgili bir problem yokken, orta yaştan sonra burun tıkanıklığı, gece uyku esnasında sorunlar başlamaktadır. Yine bu neden ile, bu yaş civarında deviyasyon ve konka ameliyatları sıkça yapılmaktadır.
Burun tıkanıklıkları beraberinde gece sıkıntılı uyuma,sık sık uykuların bölünmesi, Sabah dinlenememiş ve yorgun olarak uyanma, sinirlilik, tekrarlayan baş ağrıları,gün içi uykuya meyil, ağız kuruması, depresyon, problemleri görülmektedir.
Bu durumdaki hastalara başarılı bir şekilde yapılacak Septo-rinoplasti (Fonksiyonel –Estetik Burun cerrahisi) ameliyatı ile problemler ortadan kaldırılabilir.
Op. Dr. Yusuf Can
Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Milliyet
Çocuğum hangi sporu yapmalı?
Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ebru Gözer, hangi yaşta hangi spor yapılmalı, spor yaparken nelere dikkat edilmeli gibi konularda önerilerde bulundu.
Çocukların spor yapması hem sağlıklı olmaları hem de sosyal açıdan gelişmeleri için büyük önem taşıyor. Spor seçiminin çocuğun yaşı ve fiziksel gelişimine uygun olarak yapılması gerektiğini söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ebru Gözer, hangi yaşta hangi spor yapılmalı, spor yaparken nelere dikkat edilmeli gibi konularda önerilerde bulundu.
Günümüzde sokakta oynamaya fırsat bulamayan, bu boşluğu da evde bilgisayar başında geçiren çocukların sporla uğraşması çok daha önemli hale geliyor. Spor alışkanlığının çocuklara ebeveynler tarafından kazandırılması gerektiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ebru Gözer, “0-1 yaş, refleksif hareketler; 1-2 yaş, ilkel hareketler; 2-6 yaş, temel hareketler dönemi; 7-12 yaş ise sporla ilgili dönem olarak ayrılmıştır” dedi. Dr. Gözer, 7-12 yaş döneminde temel becerilerine hız kazandırma, daha akıcı olma, ip atlama ve taş sektirme gibi tipik geçiş hareketlerini sergilediklerini belirterek bu dönemde daha karmaşık spor türlerinin seçilmeye başlanabileceğini söyledi. Bu dönemin bir spor branşına odaklanma ile spor becerilerini uygulama evresi olduğunu dile getiren Dr. Gözer bu yaşlarda kuvvet, dayanıklılık, hız ve denge gibi özelliklerin gelişmeye başladığını ve fiziksel performansın giderek arttığını anlattı.
Ergenlik öncesi döneminde, çocuğun ilgisi de dikkate alınarak atletizm, jimnastik, yüzme ve kayak gibi sporların daha uygun olacağını belirten Dr. Gözer “Bu sporlara ait temel hareket formların yapılandırılması ve teknik becerilerinin geliştirilmesi fizyolojik gelişime daha uygun olarak olur” dedi. Dr. Ebru Gözer yaşlara göre yapılacak spor türlerini şöyle sıraladı;
Jimnastik: 4 - 6 yaş
Yüzme: 5 - 6 yaş
Tenis: 7 - 8 yaş
Basketbol: 9 - 10 yaş
Voleybol: 10 - 12 yaş
Su Topu: 10 - 12 yaş
Hentbol: 10 -12 yaş
Atletizm: 10 - 16 yaş
Kürek: 11 -14 yaş
Okçuluk: 12 -14 yaş
Futbol: 12 - 14 yaş
Boks: 13 -15 yaş
Halter: 14 - 15 yaş
Spor öncesinde yemek yedirmeyin
Çocuğun yaşına ve fiziksel aktivitesine göre bir beslenme planı yapılması gerektiğini söyleyen Dr. Gözer, egzersizden 1 saat önce hafif bir yemek yenmesini önerdi. Aç ya da tok olmanın performansı olumsuz etkileyeceğini hatırlatan Dr. Gözer, egzersiz öncesinde çocuklara kuruyemiş, peynirli bir tost gibi besinlerin yedirilebileceğini belirtti. Egzersiz sırasında ve sonrasında bol sıvı tüketmek gerektiğini anlatan Dr. Gözer, “Sonrasında meyve, kompleks karbonhidratlar tercih edilebilir. Şekerli besinler, trans yağlı yiyecekler sporcu beslenmesinde yer almaz. Proteinli yiyecekler ve süt ürünleri de düzenli spor yapan çocukların tüketmeleri gereken ana besin grubudur” dedi.
Spor özgüveni pekiştirir
Sporun fiziksel katkılarına değinen Dr. Gözer, “Bedenin esnek hale gelmesi ile temel becerilerin geliştirilmesi, dayanıklılık, denge, el-göz koordinasyonu ve çabukluk kazanımları sonucu motor yetenekler geliştirilmiş olur. Erken çocukluk ile başlayan aktiviteler daha organize spor aktivitelerini dönüştükçe bu beceriler hızla gelişir. Geç çocukluk döneminde güç ve enerji gerektiren egzersizlere başlanabilir. Postural gelişim olumlu yönde etkilenir. Yarışmalı ve takım oyunlarına hazır hale gelirler” dedi.
Sporun çocuklar üzerinde psikolojik etkilerinin de olduğunu söyleyen Dr. Gözer bu etkilerin basit kurallara uyma ile başlayıp, şarkı söyleme dans etme, oyunlara katılma ile kendini ifade etme ile çocuğun özgüveni pekiştirmesine yarayacağını belirtti. Dr. Gözer, sporun daha ileri yaşlarda grup ve mücadeleci oyunlar ile takım oyuncusu olma, liderlik, disiplin ve ödül sistemi ile sınır bilme, takım ruhu, sırdaşlık ve arkadaşlık gibi duygusal gelişimini etkileyecek özellikler kazanılmasına destek olacağını sözlerine ekledi.
Spor yapan çocuklar nelere dikkat etmeli?
Düzenli spor yapan bir çocuğun fizyolojik gelişimini takip eden ekipte bir hekim bulunması bir zorunluluktur.
Aynı yaştaki çocukların bilişsel düzeyi, fiziksel olgunluk be yetenekleri çok farklı olabilmektedir. Çocuğa, farklı aktiviteleri keşfetmesi için geniş zaman verilmeli, anne-baba veya yaşıtları bu konuda herhangi bir baskı yapmamalıdır.
Antrenör veya eğitimci tarafından ortaya konan beklenti ve seçilen hedefler çocuğun gelişim düzeyine uygun olmalıdır.
Çocuk ve ailesine doğru beslenme alışkanlıkları öğretilmeli ve önemi benimsetilmelidir.
Çocukların vücut yüzey alanları erişkinlere göre fazladır. Bu nedenle çevre ısı ve ortam değişikliklerinden etkilenirler. Çok terlemezler. Ortam ısısı yüzme gibi sporlarda dikkatli ayarlanmalıdır. Ortam sıcak ise molalar ve su takviyesi yapılmalıdır.
Su sporları ile ilgilenen çocuklarda kulak iltihapları sık görülebilmektedir. Bu nedenle silikonlu tıkaçlar kullanılabilir.
Egzersizler sırasında hareketlerin çok yönlü olmasına dikkat edilmelidir.
Çocukların spor yapması hem sağlıklı olmaları hem de sosyal açıdan gelişmeleri için büyük önem taşıyor. Spor seçiminin çocuğun yaşı ve fiziksel gelişimine uygun olarak yapılması gerektiğini söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ebru Gözer, hangi yaşta hangi spor yapılmalı, spor yaparken nelere dikkat edilmeli gibi konularda önerilerde bulundu.
Günümüzde sokakta oynamaya fırsat bulamayan, bu boşluğu da evde bilgisayar başında geçiren çocukların sporla uğraşması çok daha önemli hale geliyor. Spor alışkanlığının çocuklara ebeveynler tarafından kazandırılması gerektiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ebru Gözer, “0-1 yaş, refleksif hareketler; 1-2 yaş, ilkel hareketler; 2-6 yaş, temel hareketler dönemi; 7-12 yaş ise sporla ilgili dönem olarak ayrılmıştır” dedi. Dr. Gözer, 7-12 yaş döneminde temel becerilerine hız kazandırma, daha akıcı olma, ip atlama ve taş sektirme gibi tipik geçiş hareketlerini sergilediklerini belirterek bu dönemde daha karmaşık spor türlerinin seçilmeye başlanabileceğini söyledi. Bu dönemin bir spor branşına odaklanma ile spor becerilerini uygulama evresi olduğunu dile getiren Dr. Gözer bu yaşlarda kuvvet, dayanıklılık, hız ve denge gibi özelliklerin gelişmeye başladığını ve fiziksel performansın giderek arttığını anlattı.
Ergenlik öncesi döneminde, çocuğun ilgisi de dikkate alınarak atletizm, jimnastik, yüzme ve kayak gibi sporların daha uygun olacağını belirten Dr. Gözer “Bu sporlara ait temel hareket formların yapılandırılması ve teknik becerilerinin geliştirilmesi fizyolojik gelişime daha uygun olarak olur” dedi. Dr. Ebru Gözer yaşlara göre yapılacak spor türlerini şöyle sıraladı;
Jimnastik: 4 - 6 yaş
Yüzme: 5 - 6 yaş
Tenis: 7 - 8 yaş
Basketbol: 9 - 10 yaş
Voleybol: 10 - 12 yaş
Su Topu: 10 - 12 yaş
Hentbol: 10 -12 yaş
Atletizm: 10 - 16 yaş
Kürek: 11 -14 yaş
Okçuluk: 12 -14 yaş
Futbol: 12 - 14 yaş
Boks: 13 -15 yaş
Halter: 14 - 15 yaş
Spor öncesinde yemek yedirmeyin
Çocuğun yaşına ve fiziksel aktivitesine göre bir beslenme planı yapılması gerektiğini söyleyen Dr. Gözer, egzersizden 1 saat önce hafif bir yemek yenmesini önerdi. Aç ya da tok olmanın performansı olumsuz etkileyeceğini hatırlatan Dr. Gözer, egzersiz öncesinde çocuklara kuruyemiş, peynirli bir tost gibi besinlerin yedirilebileceğini belirtti. Egzersiz sırasında ve sonrasında bol sıvı tüketmek gerektiğini anlatan Dr. Gözer, “Sonrasında meyve, kompleks karbonhidratlar tercih edilebilir. Şekerli besinler, trans yağlı yiyecekler sporcu beslenmesinde yer almaz. Proteinli yiyecekler ve süt ürünleri de düzenli spor yapan çocukların tüketmeleri gereken ana besin grubudur” dedi.
Spor özgüveni pekiştirir
Sporun fiziksel katkılarına değinen Dr. Gözer, “Bedenin esnek hale gelmesi ile temel becerilerin geliştirilmesi, dayanıklılık, denge, el-göz koordinasyonu ve çabukluk kazanımları sonucu motor yetenekler geliştirilmiş olur. Erken çocukluk ile başlayan aktiviteler daha organize spor aktivitelerini dönüştükçe bu beceriler hızla gelişir. Geç çocukluk döneminde güç ve enerji gerektiren egzersizlere başlanabilir. Postural gelişim olumlu yönde etkilenir. Yarışmalı ve takım oyunlarına hazır hale gelirler” dedi.
Sporun çocuklar üzerinde psikolojik etkilerinin de olduğunu söyleyen Dr. Gözer bu etkilerin basit kurallara uyma ile başlayıp, şarkı söyleme dans etme, oyunlara katılma ile kendini ifade etme ile çocuğun özgüveni pekiştirmesine yarayacağını belirtti. Dr. Gözer, sporun daha ileri yaşlarda grup ve mücadeleci oyunlar ile takım oyuncusu olma, liderlik, disiplin ve ödül sistemi ile sınır bilme, takım ruhu, sırdaşlık ve arkadaşlık gibi duygusal gelişimini etkileyecek özellikler kazanılmasına destek olacağını sözlerine ekledi.
Spor yapan çocuklar nelere dikkat etmeli?
Düzenli spor yapan bir çocuğun fizyolojik gelişimini takip eden ekipte bir hekim bulunması bir zorunluluktur.
Aynı yaştaki çocukların bilişsel düzeyi, fiziksel olgunluk be yetenekleri çok farklı olabilmektedir. Çocuğa, farklı aktiviteleri keşfetmesi için geniş zaman verilmeli, anne-baba veya yaşıtları bu konuda herhangi bir baskı yapmamalıdır.
Antrenör veya eğitimci tarafından ortaya konan beklenti ve seçilen hedefler çocuğun gelişim düzeyine uygun olmalıdır.
Çocuk ve ailesine doğru beslenme alışkanlıkları öğretilmeli ve önemi benimsetilmelidir.
Çocukların vücut yüzey alanları erişkinlere göre fazladır. Bu nedenle çevre ısı ve ortam değişikliklerinden etkilenirler. Çok terlemezler. Ortam ısısı yüzme gibi sporlarda dikkatli ayarlanmalıdır. Ortam sıcak ise molalar ve su takviyesi yapılmalıdır.
Su sporları ile ilgilenen çocuklarda kulak iltihapları sık görülebilmektedir. Bu nedenle silikonlu tıkaçlar kullanılabilir.
Egzersizler sırasında hareketlerin çok yönlü olmasına dikkat edilmelidir.
Bu belirtilere dikkat edin
Memorial Diyarbakır Hastanesi Çocuk Nörolojisi Bölümü’nden Prof. Dr. Ahmet Yaramış, otizm hakkında bilgi verdi.
Otizmin nedeninin günümüze kadar yapılan araştırmalar neticesinde henüz bulunamadığını kaydeden Prof. Dr. Yaramış, genetik ve bazı çevresel faktörlerin otizmin nedeni olarak gösterildiğini, ancak henüz kesin olarak ispatlanmadığını söyledi. Prof. Dr. Yaramış, “Ancak beyin fonksiyonlarını ve hücre iletişimlerini bozan, nadir de olsa bazı genetik, beyin kimya bozuklukları veya epilepsi gibi hastalıklarda otizm bulgularının görüldüğü bilinmektedir. Daha önceden bilinenin aksine günümüzde aşı ile otizm arasında bir ilişkinin olmadığı bilinmektedir. Teşhisi anne karnında mümkün olmayan otizm, kız çocuklarına oranla erkek çocuklarda dört kat daha fazla görülmektedir. Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir. Otizm, yaygın gelişimsel bozuklukların bir alt grubudur. Yaygın gelişimsel diğer bozukluklar ise, asperger sendromu dil gelişimleri otizme göre daha iyi olmaktadır, rett sendromu sadece kız çocuklarında görülen ağır zihinsel geriliği ve baş çevresi küçüklüğü ile seyreden bir genetik hastalıktır. Dezintegratif ilk iki yaşa kadar çocuğun gelişimi normaldir ancak sonrasında otizm benzeri bulgular başlamaktadır” dedi.
Bu belirtilere dikkat
Otizmin en temel belirtisinin, çocukların göz teması kuramadığı olduğunu kaydeden Prof. Dr. Yaramış, “İsmi ile çağrılan çocuklar tepki veremezler ve bunların neredeyse tümünde konuşma problemleri vardır. Bu hastalar ya hiç konuşamazlar veya geç ve problemli konuşurlar. Otistik çocuklar işaret ile isteklerini gösteremezler, iletişim problemleri çok sıktır. Yaşıtları veya büyükler ile iletişim kurmada isteksizdirler. Grup oyunlarına katılamaz ve oyuncaklar ile anlamlı oynayamazlar. Bazı çocuklarda sallanma, el çırpma, kanat çırpma gibi stereotipi denilen nedeni belli olmayan tekrarlayan anormal hareketler veya ışığı açma-kapama gibi takıntılı davranışlar görülebilir. Otistik çocukların bir diğer önemli belirtisi temastan hoşlanmazlar. Bebeklik çağında bile anne kucağında sakinleşmezler, aksine rahatsız olurlar. Otizmin bilinen bir tedavisi yoktur. Erken yaşta başlanan, aile desteği ile birlikte çocuğun yeteneklerine ve ihtiyaçlarına göre bireysel ve grup olarak özel eğitim programları hazırlanması, uzman kişilerce uygulanması, günümüzde bilinen tek tedavi yöntemidir. Özel eğitim ve ekip çalışmasını gerektiren tedavi uzun sürelidir ve ekipte çocuğun kendi doktoru, özel eğitimcisi, konuşma uzmanı, çocuk psikiyatri veya çocuk nöroloğu mutlaka bulunmalıdır. Uygulanacak olan ilaç tedavileri ise otizme eşlik eden ve varsa mevcut problemleri azaltmaya yöneliktir” diye konuştu.
Otizmin nedeninin günümüze kadar yapılan araştırmalar neticesinde henüz bulunamadığını kaydeden Prof. Dr. Yaramış, genetik ve bazı çevresel faktörlerin otizmin nedeni olarak gösterildiğini, ancak henüz kesin olarak ispatlanmadığını söyledi. Prof. Dr. Yaramış, “Ancak beyin fonksiyonlarını ve hücre iletişimlerini bozan, nadir de olsa bazı genetik, beyin kimya bozuklukları veya epilepsi gibi hastalıklarda otizm bulgularının görüldüğü bilinmektedir. Daha önceden bilinenin aksine günümüzde aşı ile otizm arasında bir ilişkinin olmadığı bilinmektedir. Teşhisi anne karnında mümkün olmayan otizm, kız çocuklarına oranla erkek çocuklarda dört kat daha fazla görülmektedir. Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir. Otizm, yaygın gelişimsel bozuklukların bir alt grubudur. Yaygın gelişimsel diğer bozukluklar ise, asperger sendromu dil gelişimleri otizme göre daha iyi olmaktadır, rett sendromu sadece kız çocuklarında görülen ağır zihinsel geriliği ve baş çevresi küçüklüğü ile seyreden bir genetik hastalıktır. Dezintegratif ilk iki yaşa kadar çocuğun gelişimi normaldir ancak sonrasında otizm benzeri bulgular başlamaktadır” dedi.
Bu belirtilere dikkat
Otizmin en temel belirtisinin, çocukların göz teması kuramadığı olduğunu kaydeden Prof. Dr. Yaramış, “İsmi ile çağrılan çocuklar tepki veremezler ve bunların neredeyse tümünde konuşma problemleri vardır. Bu hastalar ya hiç konuşamazlar veya geç ve problemli konuşurlar. Otistik çocuklar işaret ile isteklerini gösteremezler, iletişim problemleri çok sıktır. Yaşıtları veya büyükler ile iletişim kurmada isteksizdirler. Grup oyunlarına katılamaz ve oyuncaklar ile anlamlı oynayamazlar. Bazı çocuklarda sallanma, el çırpma, kanat çırpma gibi stereotipi denilen nedeni belli olmayan tekrarlayan anormal hareketler veya ışığı açma-kapama gibi takıntılı davranışlar görülebilir. Otistik çocukların bir diğer önemli belirtisi temastan hoşlanmazlar. Bebeklik çağında bile anne kucağında sakinleşmezler, aksine rahatsız olurlar. Otizmin bilinen bir tedavisi yoktur. Erken yaşta başlanan, aile desteği ile birlikte çocuğun yeteneklerine ve ihtiyaçlarına göre bireysel ve grup olarak özel eğitim programları hazırlanması, uzman kişilerce uygulanması, günümüzde bilinen tek tedavi yöntemidir. Özel eğitim ve ekip çalışmasını gerektiren tedavi uzun sürelidir ve ekipte çocuğun kendi doktoru, özel eğitimcisi, konuşma uzmanı, çocuk psikiyatri veya çocuk nöroloğu mutlaka bulunmalıdır. Uygulanacak olan ilaç tedavileri ise otizme eşlik eden ve varsa mevcut problemleri azaltmaya yöneliktir” diye konuştu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)