Diş ağrısının kesin çözümü diş hekimine gidip tedavi olmaktan geçiyor. Ancak bu sürede ağrıyı hafifletecek doğal yöntemleri deneyebilirsiniz.
Diş ağrısının kesin çözümünün diş hekimine gidip profesyonel yardım alıp tedavi olmayı gerektirdiğini söyleyen Diş Hekimi Selçuk Özbölük, “Ancak doktora gidinceye kadar ağrıyı hafifletmede bazı doğal çözümler uygulanabilir, bu çözümlerin geçici olduğu unutulmamalıdır, mutlaka bir diş hekimine görünmek gerekir” dedi.
Diş Hekimi Selçuk Özbölük ağrıyı hafifletmede uygulanabilecek doğal çözümleri şu şekilde sıraladı:
İlk olarak diş fırçalamayı deneyin. Fırçalama çürüğe sıkışmış ve ağrıya neden olan besinleri uzaklaştırmaya yardımcı olur. Dişlerin dişipi ile temizlenmesi ve fırçalama ağrının azalmasına neden olur.
Sirkeli su ve tuzlu su gargarası diş ağrılarını kısmen uyuşturur. Dişi bakterilerden temizler şişlikleri azaltır. Dişeti ve açık diş çürüklerine dezenfektan etkisi vardır.
Diş hekiminize danışarak ağrı kesici ve antibiyotik kullanımı gerekebilir. Antibiyotik kullanımı için mutlaka diş hekiminize danışmanız gerekmektedir. Ağrıyan diş ısırdığında daha fazla ağrıya neden olursa bu iltahaplanmanın göstergesidir.
Karanfil yağı veya kuru karanfil yüzyıllardır enfeksiyonu tedavi etmede kullanılır. Diş ağrısına iyi gelen karanfil yağı anestezik ve antiseptik özelliklere sahiptir. Eugenol denilen güçlü bir madde içerir. Bakteri öldürmeye yarayan bu madde diş macunlarında da vardır. Kuru karanfil ağrıyan bölgeye konup bekletilirse o bölgeyi uyuşturarak ağrı hissini azaltır. Ayrıca antibakteriyel özelliğinden dolayı çürük dişin çevresindeki zararlı bakterilere etki eder.
Buz uygulaması; ağrıyan diş bölgesine soğuk kompres uygulaması geçici olarak ağrıyı hafifletir.
Sarımsak çürük diş üzerinde bekletilerek ağrıya neden olan bakterileri yok eder.
Çörek otu uyuşturma özelliği yoktur ancak düzenli kullanıldığında ağrıya neden olan etkenlerin ortadan kalkmasını sağlar. Vücudun bağışıklık sistemini güçlendirir.
Buğday çimi suyu; diş etleri ve dişlerdeki enfeksiyonlardan koruyan doğal bir antibiyotiktir. Ağızda bakterilerin artmasını engeller ve diş ağrısını azaltır.
Zerdeçal; antibakteriyel ve antiseptik özellikleri sayesinde ağrı giderme gücüne sahiptir. Su ile karıştırılıp hamur haline getirilir ve ağrıyan dişin üzerine uygulanır.
Karabiber; güçlü bir antibakteriyel ve antienflamatuar özellikleri olan doğal bir antibiyotiktir. Diş ağrısının azalmasında etkilidir.
30 Kasım 2014 Pazar
Depresyon bulaşıcı bir hastalık olabilir
ABD’deki Stony Brook Üniversitesi’nden Türk asıllı Dr. Turhan Canli, depresyonun duygu durum bozukluğundan ziyade bir enfeksiyon hastalığı olarak yeniden tanımlanabileceğini ileri sürdü.
Canli, depresyondaki kişilerin bulaşıcı hastalıklara yakalanan kişilerinkine benzer belirtiler gösterdiklerini, enerjilerinin azaldığını, yataktan kalkmakta zorlandıklarını, çevrelerine ilgilerinin azaldığını belirtti.
Depresyondaki kişilerin katıldığı araştırmaların, bu kişilerin beyninde enfeksiyon belirtilerine rastlandığını ortaya koyduğunu belirten Canli, bu bulguların bakteri, parazit veya virüse karşı bağışıklık sisteminin harekete geçtiğini gösterdiğini vurguladı.
“Biology of Mood and Anxiety Disorders” dergisinde yayımlanan makalede Canli, bakteri, virüs ve parazitlerin genetik yapıda değişikliklere yol açabileceğine, parazitlerin doğum sırasında ya da ebeveynler ve çocuklar arasındaki temasla bulaşabileceğine dikkati çekti.
Depresyona yakalananlar ve sağlıklı kişilerin katıldığı geniş çaplı araştırmaların parazit, virüs ya da bakterilerin depresyonun nedeni olduğunu göstermesi halinde hastalığın ilerde aşıyla tedavi edilebileceğini belirtti.
Midenin 6 düşmanı
Özellikle ülserli olanların alması gereken önlemler…
Beslenme ve Diyet Uzmanı Müge Özyurt Şafak, ülser hastalarının günlük yaşamlarında 6 yanlış yaptıklarını belirtti. İşte midenin 6 düşmanı:
DEMLİ ÇAY VE BOL KAHVE TÜKETMEK: Eğer çok istiyorsanız günde en fazla 2-3 bardak açık çay tüketebilirsiniz. Bunların yerine bitki çaylarını tercih etmenizde fayda var.
UZUN SÜRE AÇ KALMAK: Küçük porsiyonlar halinde 2-3 saat aralıklarla beslenin.
SİGARA İÇMEK: Özellikle aç karnına içilen sigara, mide kanaması ve ülseri tetikliyor.
HIZLI YEMEK YEMEK: Hızlı yemek asit salgılanmasını ve mide hareketlerini artırıyor.
ACILI-BAHARATLI YEMEKLER TÜKETMEK: Kırmızı pul biber, karabiber ve isot gibi acı baharatlar mideye zarar veriyor
ÇOK TUZLU GIDALARLA BESLENMEK: Günde 6 gramdan fazla tuz tüketmeyin. Salamura besin tüketimini de sınırlandırın.
Habertürk
Etiketler:
mide kanseri,
reflü,
sağlık,
tedavi,
ülser
Çarpık dişleri düzeltmek daha kolay
Ağızda belirgin olarak gözükmeyen, ergonomik şeffaf plaklar çarpık dişlerinizi düzeltmek için bahane bırakmıyor.
Dent Suadiye Diş Kliniği’nden Ortodonti Uzmanı Dr. Ahmet Pınar ve Dr. İlker Arslan bize estetik tüm kaygıları gideren tel kullanılmadan çarpık dişleri tedavi eden Invisalign yöntemi hakkında bilgi verdi.
Çoğunlukla genetik sebeplerden kaynaklanan ve erken yaşlarda düzeltilen çarpık dişler; her yaşta düzeltilebiliyor ancak uzun tedavi süreci ve diş tellerinden kaynaklı estetik kaygılar yetişkinleri bu tedaviden uzak tutuyor. ‘Telsiz Invisalign’ denen ve Türkiye’de de uygulanmaya başlanan bu yöntem hakkında Dent Suadiye Kliniği’nden Ortodonti Uzmanı Dr. Ahmet Pınar ve Dr. İlker Arslan verdi.
18-24 AY TEDAVİ DEVAM EDİYOR
Tel ve braket kullanılmadan yapılan tedaviye Invisalign yöntemi adı veriliyor. Bu yöntemi ve tedavi sürecini anlatır mısınız?
Invisalign yöntemi, çapraşık dişleri düzeltme amacı ile dişlere takılan, çıkarılabilir, ağızda belirgin olarak gözükmeyen bir seri şeffaf düzeltici plaklarla, braket ve teller kullanılmadan dişlerin düzeltilebilmesini sağlayan bir sistemdir. Şeffaf düzelticiler 3 boyutlu özel bilgisayarlı sistemler yardımıyla hastanın diş yapısına birebir uygun olarak modellenirler.
Invisalign yönteminde her bir düzeltici plak yaklaşık 2 hafta boyunca kullanılır. 2 hafta sonra yeni bir düzeltici takılır. Bu yeni düzeltici ile eskisi arasında dişleri daha düzgün hale getirici küçük farklılıklar bulunmaktadır. Bu süreç adım adım ilerlemektedir. 6 hafta arayla ortodonti uzmanınız yapacağı muayene ile tedavi sürecini yönlendirecektir.Tedavi süresi dişlerdeki çapraşıklık miktarına bağlı olarak 9-15 ay arasında değişmektedir. Bu dönemde yaklaşık 18-30 adet şeffaf düzeltici plak kullanılır. Tellerle ve braketlerle yapılan klasik ortodontik tedavi ise 18-24 ay sürmektedir.
DİŞ TELLERİNE GÖRE DAHA ESTETİK
Bu yöntemin telle yapılana oranla ne gibi bir üstünlüğü söz konusu?
Invisalign yönteminin klasik tel ve braketlere göre en önemli avantajı estetik üstünlüğüdür. Düzeltici plaklar tamamen şeffaftır ve fark edilmesi oldukça zordur. Bu durum özellikle ortodontik tedavi yaptırmak isteyen ancak braket ve tellerin görüntüsü sebebiyle tedaviyi erteleyen yetişkinler arasında İnvisalign’ın popülerliğini artırmaktadır.
Invisalign’ın diğer bir üstünlüğü ağız hijyeninin sağlanmasının daha kolay olmasıdır. Yeme-içme konusunda klasik ortodontik tedavide olan kısıtlamalar İnvisalign’da yoktur. Çünkü yemek yerken ve sıcak içecekler tüketilirken zaten çıkarılmaktadır. İstendiğinde ağızdan çıkarılabilir, fırçaladıktan sonra tekrar takılabilir.
Invisalign yönteminin diğer bir avantajı ise tedavi süresinin ve tedavi sonucunun önceden bilinebilmesidir. Klasik ortodontik tedavide ise tedavi süresi hastaya ve hekime bağlı olarak değişkenlik gösterebilir ve net süre vermek çok mümkün değildir.
Invisalign yönteminde sabit tellerle karşılaştırıldığında yaşanması muhtemel “alışma dönemi” çok daha rahat geçirilir.
INVISALIGN HANGİ YAŞTAN İTİBAREN UYGULANABİLİR?
İnvisalign yöntemi tüm süt dişleri düşüp yerine daimi dişlerin geldiği 12 yaşından itibaren başarıyla uygulanabilir.
DİŞLERİN ÇARPIK ÇIKACAĞINI NEREDEN ANLAYIP NASIL BİR ÖNLEM GELİŞTİREBİLİRİZ?
Dişlerin çapraşık çıkabileceğinin bazı belirtileri vardır, örneğin süt dişleri çok düzgün olan ve dişlerin arasında aralıklar olmayan çocuklarda daimi dişlerin çapraşık olabileceğini söyleyebiliriz. Özellikle anne veya babadan birinde ortodontik bir sorun varsa çocukta bu yönden risk grubundadır. Ancak bu durumun tespiti için panoramik röntgen değerlendirmesi gerekir.
DİŞLERİN ÇARPIKLIĞI İLERİ YAŞLARDA DA TEDAVİ EDİLİYOR MU, YOKSA ARTIK DİŞLER İYİCE OTURDU, İŞ İŞTEN GEÇTİ DİYE İNSANLAR INVISALIGN TEDAVİSİ UYGULAMAK İSTEMİYOR MU?
Dişleri ilgilendiren çapraşıklık ve uyumsuzluklar her yaşta ortodontik tedavi ile düzeltilebilir. Ortodontik tedavinin yaşı yoktur. Son yıllarda ortodontik tedavi gören her beş hastadan birinin 21 yaş ve üzeri olduğu belirlenmiştir.
ORTODONTİK TEDAVİ SÜRECİNİ YASAMAK İSTEMEYENLER BUNA ALTERNATİF OLARAK PROTEZ DİS VB. UYGULAMALAR MI YAPTIRIYOR?
Ortodontik tedavi sürecini uzun bulan az sayıda yetişkin hasta köprü veya porselen lamina yöntemleriyle tedavi seçeneğini tercih edebilmektedir.
HANGİ DURUMLARDA ORTODONTİK TEDAVİYE ERKEN YAŞLARDA BAŞLANMALIDIR?
Her çocuk 7 yaşına geldiğinde bir ortodonti uzmanı tarafından muayene edilmelidir. Sorunlar erken teşhis edildiğinde erken alınabilecek küçük önlemlerle sorunlar oluşmadan veya büyümeden tedavi edilebilir. Çenelerin pozisyonunu ilgilendiren bir sorun varsa yani alt çene veya üst çene önde veya geride ise erken yaşlarda (8-12 yaş arası) tedavi gerekir, bunun dışındaki durumlarda yaş faktörü önemli değildir, ortodontik tedavi her yaşta başarı ile uygulanabilir. Çapraşıklık miktarı çok önemli değildir. Dent Suadiye’de 65 yaşında hastalara da 8 yaşındaki hastalara da çarpık diş tedavisi uygulamaktayız.
DİŞ ÇARPIKLIKLARI BAŞKA HASTALIKLARA SEBEP OLUR
DİŞLERDEKİ TEDAVİ EDİLMEYEN ÇARPIKLIKLAR BAŞKA RAHATSIZLIKLARA SEBEP OLUR MU?
Dişlerdeki çapraşıklıklar diş çürükleri başta olmak üzere birçok diş ve diş eti sorununa sebep olurlar. Özellikle birbirine komşu iki çapraşık dişin arasındaki bölgede diş çürüğü görülme ihtimali yüksektir. Bunun yanında uzun vadede dişi destekleyen kemikte de erime görülmektedir, sapasağlam ve çürüksüz dişler kemik desteğini kaybedince sallanmaya başlayıp kendiliğinden düşebilmektedir.
DİŞ ÇARPIKLIKLARI %80 GENETİKTİR
ÇARPIK DİŞ SORUNU DOĞUŞTAN MIDIR, DİŞLERİN YANLIŞ KULLANIMINDAN MI KAYNAKLANMAKTADIR, SEBEBİ NEDİR?
Dişlerdeki çapraşıklık % 80 genetik sebeplerdendir, bunun yanında süt dişlerinin zamanından önce çekilmesi, ağızdan nefes alma, parmak emme, uzun süreli yalancı emzik kullanımı, 20 yaş dişleri, yatış şekli ve bazı beslenme bozukluları dişlerde çapraşıklığa sebep olabilir. Özellikle süt dişlerinin erken çekimi gerekiyorsa mutlaka alttan gelecek dişin boşluğunu korumak amacıyla “yer tutucu” uygulanmalıdır.
HAMİLEYKEN EKSİK/YANLIŞ BESLENME VE İLAÇ KULLANIMININ BEBEKTE ÇARPIK DİŞE SEBEP OLMASI MÜMKÜN MÜDÜR?
Hamilelikteki beslenmeyle diş çapraşıklığı arasında bir bağlantı yoktur, ancak diş yapısının kalitesi dengeli beslenme ile artırılabilir. Özelikle gerekli kalsiyum ve minerallerin eksiksiz alınması bebeğin diş yapısının sorunsuz gelişiminde önemlidir.
BU YÖNTEMİ ÖZELLİKLE TERCİH EDEN BİR KESİMDEN SÖZ EDEBİLİR MİYİZ?
İnvisalign yöntemini daha çok işi gereği toplumla yoğun ilişkide olan ve klasik tel ve braketlerin sosyal hayatını ve iş hayatını negatif yönde etkileyeceğini düşünen avukat, doktor, öğretmen, işadamı, halkla ilişkiler uzmanı, sanatçı ve sporcular yoğunlukla tercih etmektedirler. En azından Dent Suadiye ağırlıkla Ortodonti ve estetik diş hekimliği konularında hizmet verdiği için bu tespitimizin yerinde olduğunu düşünüyoruz.
Dent Suadiye Diş Kliniği’nden Ortodonti Uzmanı Dr. Ahmet Pınar ve Dr. İlker Arslan bize estetik tüm kaygıları gideren tel kullanılmadan çarpık dişleri tedavi eden Invisalign yöntemi hakkında bilgi verdi.
Çoğunlukla genetik sebeplerden kaynaklanan ve erken yaşlarda düzeltilen çarpık dişler; her yaşta düzeltilebiliyor ancak uzun tedavi süreci ve diş tellerinden kaynaklı estetik kaygılar yetişkinleri bu tedaviden uzak tutuyor. ‘Telsiz Invisalign’ denen ve Türkiye’de de uygulanmaya başlanan bu yöntem hakkında Dent Suadiye Kliniği’nden Ortodonti Uzmanı Dr. Ahmet Pınar ve Dr. İlker Arslan verdi.
18-24 AY TEDAVİ DEVAM EDİYOR
Tel ve braket kullanılmadan yapılan tedaviye Invisalign yöntemi adı veriliyor. Bu yöntemi ve tedavi sürecini anlatır mısınız?
Invisalign yöntemi, çapraşık dişleri düzeltme amacı ile dişlere takılan, çıkarılabilir, ağızda belirgin olarak gözükmeyen bir seri şeffaf düzeltici plaklarla, braket ve teller kullanılmadan dişlerin düzeltilebilmesini sağlayan bir sistemdir. Şeffaf düzelticiler 3 boyutlu özel bilgisayarlı sistemler yardımıyla hastanın diş yapısına birebir uygun olarak modellenirler.
Invisalign yönteminde her bir düzeltici plak yaklaşık 2 hafta boyunca kullanılır. 2 hafta sonra yeni bir düzeltici takılır. Bu yeni düzeltici ile eskisi arasında dişleri daha düzgün hale getirici küçük farklılıklar bulunmaktadır. Bu süreç adım adım ilerlemektedir. 6 hafta arayla ortodonti uzmanınız yapacağı muayene ile tedavi sürecini yönlendirecektir.Tedavi süresi dişlerdeki çapraşıklık miktarına bağlı olarak 9-15 ay arasında değişmektedir. Bu dönemde yaklaşık 18-30 adet şeffaf düzeltici plak kullanılır. Tellerle ve braketlerle yapılan klasik ortodontik tedavi ise 18-24 ay sürmektedir.
DİŞ TELLERİNE GÖRE DAHA ESTETİK
Bu yöntemin telle yapılana oranla ne gibi bir üstünlüğü söz konusu?
Invisalign yönteminin klasik tel ve braketlere göre en önemli avantajı estetik üstünlüğüdür. Düzeltici plaklar tamamen şeffaftır ve fark edilmesi oldukça zordur. Bu durum özellikle ortodontik tedavi yaptırmak isteyen ancak braket ve tellerin görüntüsü sebebiyle tedaviyi erteleyen yetişkinler arasında İnvisalign’ın popülerliğini artırmaktadır.
Invisalign’ın diğer bir üstünlüğü ağız hijyeninin sağlanmasının daha kolay olmasıdır. Yeme-içme konusunda klasik ortodontik tedavide olan kısıtlamalar İnvisalign’da yoktur. Çünkü yemek yerken ve sıcak içecekler tüketilirken zaten çıkarılmaktadır. İstendiğinde ağızdan çıkarılabilir, fırçaladıktan sonra tekrar takılabilir.
Invisalign yönteminin diğer bir avantajı ise tedavi süresinin ve tedavi sonucunun önceden bilinebilmesidir. Klasik ortodontik tedavide ise tedavi süresi hastaya ve hekime bağlı olarak değişkenlik gösterebilir ve net süre vermek çok mümkün değildir.
Invisalign yönteminde sabit tellerle karşılaştırıldığında yaşanması muhtemel “alışma dönemi” çok daha rahat geçirilir.
INVISALIGN HANGİ YAŞTAN İTİBAREN UYGULANABİLİR?
İnvisalign yöntemi tüm süt dişleri düşüp yerine daimi dişlerin geldiği 12 yaşından itibaren başarıyla uygulanabilir.
DİŞLERİN ÇARPIK ÇIKACAĞINI NEREDEN ANLAYIP NASIL BİR ÖNLEM GELİŞTİREBİLİRİZ?
Dişlerin çapraşık çıkabileceğinin bazı belirtileri vardır, örneğin süt dişleri çok düzgün olan ve dişlerin arasında aralıklar olmayan çocuklarda daimi dişlerin çapraşık olabileceğini söyleyebiliriz. Özellikle anne veya babadan birinde ortodontik bir sorun varsa çocukta bu yönden risk grubundadır. Ancak bu durumun tespiti için panoramik röntgen değerlendirmesi gerekir.
DİŞLERİN ÇARPIKLIĞI İLERİ YAŞLARDA DA TEDAVİ EDİLİYOR MU, YOKSA ARTIK DİŞLER İYİCE OTURDU, İŞ İŞTEN GEÇTİ DİYE İNSANLAR INVISALIGN TEDAVİSİ UYGULAMAK İSTEMİYOR MU?
Dişleri ilgilendiren çapraşıklık ve uyumsuzluklar her yaşta ortodontik tedavi ile düzeltilebilir. Ortodontik tedavinin yaşı yoktur. Son yıllarda ortodontik tedavi gören her beş hastadan birinin 21 yaş ve üzeri olduğu belirlenmiştir.
ORTODONTİK TEDAVİ SÜRECİNİ YASAMAK İSTEMEYENLER BUNA ALTERNATİF OLARAK PROTEZ DİS VB. UYGULAMALAR MI YAPTIRIYOR?
Ortodontik tedavi sürecini uzun bulan az sayıda yetişkin hasta köprü veya porselen lamina yöntemleriyle tedavi seçeneğini tercih edebilmektedir.
HANGİ DURUMLARDA ORTODONTİK TEDAVİYE ERKEN YAŞLARDA BAŞLANMALIDIR?
Her çocuk 7 yaşına geldiğinde bir ortodonti uzmanı tarafından muayene edilmelidir. Sorunlar erken teşhis edildiğinde erken alınabilecek küçük önlemlerle sorunlar oluşmadan veya büyümeden tedavi edilebilir. Çenelerin pozisyonunu ilgilendiren bir sorun varsa yani alt çene veya üst çene önde veya geride ise erken yaşlarda (8-12 yaş arası) tedavi gerekir, bunun dışındaki durumlarda yaş faktörü önemli değildir, ortodontik tedavi her yaşta başarı ile uygulanabilir. Çapraşıklık miktarı çok önemli değildir. Dent Suadiye’de 65 yaşında hastalara da 8 yaşındaki hastalara da çarpık diş tedavisi uygulamaktayız.
DİŞ ÇARPIKLIKLARI BAŞKA HASTALIKLARA SEBEP OLUR
DİŞLERDEKİ TEDAVİ EDİLMEYEN ÇARPIKLIKLAR BAŞKA RAHATSIZLIKLARA SEBEP OLUR MU?
Dişlerdeki çapraşıklıklar diş çürükleri başta olmak üzere birçok diş ve diş eti sorununa sebep olurlar. Özellikle birbirine komşu iki çapraşık dişin arasındaki bölgede diş çürüğü görülme ihtimali yüksektir. Bunun yanında uzun vadede dişi destekleyen kemikte de erime görülmektedir, sapasağlam ve çürüksüz dişler kemik desteğini kaybedince sallanmaya başlayıp kendiliğinden düşebilmektedir.
DİŞ ÇARPIKLIKLARI %80 GENETİKTİR
ÇARPIK DİŞ SORUNU DOĞUŞTAN MIDIR, DİŞLERİN YANLIŞ KULLANIMINDAN MI KAYNAKLANMAKTADIR, SEBEBİ NEDİR?
Dişlerdeki çapraşıklık % 80 genetik sebeplerdendir, bunun yanında süt dişlerinin zamanından önce çekilmesi, ağızdan nefes alma, parmak emme, uzun süreli yalancı emzik kullanımı, 20 yaş dişleri, yatış şekli ve bazı beslenme bozukluları dişlerde çapraşıklığa sebep olabilir. Özellikle süt dişlerinin erken çekimi gerekiyorsa mutlaka alttan gelecek dişin boşluğunu korumak amacıyla “yer tutucu” uygulanmalıdır.
HAMİLEYKEN EKSİK/YANLIŞ BESLENME VE İLAÇ KULLANIMININ BEBEKTE ÇARPIK DİŞE SEBEP OLMASI MÜMKÜN MÜDÜR?
Hamilelikteki beslenmeyle diş çapraşıklığı arasında bir bağlantı yoktur, ancak diş yapısının kalitesi dengeli beslenme ile artırılabilir. Özelikle gerekli kalsiyum ve minerallerin eksiksiz alınması bebeğin diş yapısının sorunsuz gelişiminde önemlidir.
BU YÖNTEMİ ÖZELLİKLE TERCİH EDEN BİR KESİMDEN SÖZ EDEBİLİR MİYİZ?
İnvisalign yöntemini daha çok işi gereği toplumla yoğun ilişkide olan ve klasik tel ve braketlerin sosyal hayatını ve iş hayatını negatif yönde etkileyeceğini düşünen avukat, doktor, öğretmen, işadamı, halkla ilişkiler uzmanı, sanatçı ve sporcular yoğunlukla tercih etmektedirler. En azından Dent Suadiye ağırlıkla Ortodonti ve estetik diş hekimliği konularında hizmet verdiği için bu tespitimizin yerinde olduğunu düşünüyoruz.
Tüp bebek ilk çare değil
Tüp bebek yönteminin, bebek sahibi olamayan çiftlerce tüm tedavilerin uygulanmasına karşın sonuç alınamazsa son çare olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesi Sorumlusu Yrd. Doç. Dr. Davut Güven, AA muhabirine yaptığı açıklamada, her 100 çiftten ortalama 15'inin çocuk sahibi olamamasının, tüp bebek tedavisine ilgiyi her geçen gün artırdığını söyledi.
OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesinde yıllık 3 bine yakın poliklinik hizmeti verdiklerini belirten Güven, şöyle devam etti:
"Tüp bebek merkezine müracaat eden her hastaya tüp bebek uygulaması yapmıyoruz. Tüp bebek uygulaması hemen uygulanacak bir silah değildir. Yılda sadece 400 kişiye tüp bebek uygulaması yapıyoruz. Anne ve baba adaylarını inceliyoruz. Kısırlıkla ilgili bütün testleri uyguluyoruz. Tedavilere başlıyoruz ya da duruma göre aşılama yapıyoruz. Genellikle de başarılı oluyoruz. Bütün test ve yaptığımız çalışmalarla anne adayı hamile kalamıyorsa son çare olarak tüp bebek uygulamasına yönlendiriyoruz. Tüp bebek uygulaması en son aşamamız. Hemen kullanacağımız değil, en son kullanacağımız bir yöntem."
EN AZ 3 YILDIR BEBEK İÇİN UĞRAŞILIYOR OLMASI GEREKİYOR
Güven, tüp bebek yöntemiyle çiftlerin çocuk sahibi olduğunu ve yuvaların yıkılmadığını kaydetti.
Tüp bebek uygulaması için sağlık açısından belirli kriterlerin yerine getirilmesi gerektiğine dikkati çeken Güven, "SGK kriterlerine göre tüp bebek uygulaması genellikle 23 ile 39 yaş arasında uygulanıyor. Çiftlerin üç yıldır bebek sahibi olmak için uğraşıyor olması gerekiyor. Tüp bebek uygulamasından önce iki kez aşılama yönteminin denenmesi gerekiyor. Sonuçlar başarısız olursa tüp bebek uygulamasına geçiliyor" diye konuştu.
PAHALI VE ZAHMETLİ BİR YÖNTEM
Tüp bebek tedavisinin pahalı ve zahmetli bir yöntem olduğuna değinen Güven, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu nedenle en son çare olarak kullanıyoruz ancak insanın yumurtalık kapasitesi ve tedaviye yanıtını yaşla değerlendirmemek gerekir. 38 yaş üzeri üremenin olasılık olarak azaldığı bir yaş olmakla üreme özellikle kişilerin nüfus yaşından çok yumurtalık yaşıyla ilgilidir. Yani insanın yumurtalık kapasitesi ve tedaviye yanıtı yaşla değerlendirmek çok anlamlı değildir. 22 yaşında yumurtalık rezervi bitmekte olan hastalar olabiliyor. Tüp bebek istenilen sayıda yapılabilir. Tüp bebek tedavisi, bebek doğup eve gidince biten bir tedavidir."
"TÜP BEBEK TEDAVİSİNE BAŞLAYACAK AİLE STRESTEN UZAK DURMALI"
Tüp bebeğe başlayacak ailenin öncelikle stresten uzak durması gerektiğine dikkati çeken Güven, "Anne adayı rahat ve huzurlu olmalıdır. Sigaradan ve alkolden uzak durmalıdır. Sigara üreme hücrelerini etkiliyor. Tüp bebek tedavisine başlamadan birkaç ay önce sigaradan uzak kalmak gerekir. İnsanlar artık ileri yaşlarda evleniyorlar. Eskisi gibi erkenden evlenmiyorlar. Hem geç yaşta evleniyorlar hem de geç çocuk sahibi olmak istiyorlar. Bu da bizim işlerimizi zorlaştırıyor. Çünkü yumurtalık rezervi giderek azalıyor" ifadelerini kullandı.
Güven, OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesi'ne Samsun, Ordu, Amasya, Giresun, Sivas, Tokat ve Çorum'dan hasta geldiğini belirterek, tüp bebek uygulamalarında başarı oranlarının yüksek olduğuna dikkati çekti.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesi Sorumlusu Yrd. Doç. Dr. Davut Güven, AA muhabirine yaptığı açıklamada, her 100 çiftten ortalama 15'inin çocuk sahibi olamamasının, tüp bebek tedavisine ilgiyi her geçen gün artırdığını söyledi.
OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesinde yıllık 3 bine yakın poliklinik hizmeti verdiklerini belirten Güven, şöyle devam etti:
"Tüp bebek merkezine müracaat eden her hastaya tüp bebek uygulaması yapmıyoruz. Tüp bebek uygulaması hemen uygulanacak bir silah değildir. Yılda sadece 400 kişiye tüp bebek uygulaması yapıyoruz. Anne ve baba adaylarını inceliyoruz. Kısırlıkla ilgili bütün testleri uyguluyoruz. Tedavilere başlıyoruz ya da duruma göre aşılama yapıyoruz. Genellikle de başarılı oluyoruz. Bütün test ve yaptığımız çalışmalarla anne adayı hamile kalamıyorsa son çare olarak tüp bebek uygulamasına yönlendiriyoruz. Tüp bebek uygulaması en son aşamamız. Hemen kullanacağımız değil, en son kullanacağımız bir yöntem."
EN AZ 3 YILDIR BEBEK İÇİN UĞRAŞILIYOR OLMASI GEREKİYOR
Güven, tüp bebek yöntemiyle çiftlerin çocuk sahibi olduğunu ve yuvaların yıkılmadığını kaydetti.
Tüp bebek uygulaması için sağlık açısından belirli kriterlerin yerine getirilmesi gerektiğine dikkati çeken Güven, "SGK kriterlerine göre tüp bebek uygulaması genellikle 23 ile 39 yaş arasında uygulanıyor. Çiftlerin üç yıldır bebek sahibi olmak için uğraşıyor olması gerekiyor. Tüp bebek uygulamasından önce iki kez aşılama yönteminin denenmesi gerekiyor. Sonuçlar başarısız olursa tüp bebek uygulamasına geçiliyor" diye konuştu.
PAHALI VE ZAHMETLİ BİR YÖNTEM
Tüp bebek tedavisinin pahalı ve zahmetli bir yöntem olduğuna değinen Güven, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu nedenle en son çare olarak kullanıyoruz ancak insanın yumurtalık kapasitesi ve tedaviye yanıtını yaşla değerlendirmemek gerekir. 38 yaş üzeri üremenin olasılık olarak azaldığı bir yaş olmakla üreme özellikle kişilerin nüfus yaşından çok yumurtalık yaşıyla ilgilidir. Yani insanın yumurtalık kapasitesi ve tedaviye yanıtı yaşla değerlendirmek çok anlamlı değildir. 22 yaşında yumurtalık rezervi bitmekte olan hastalar olabiliyor. Tüp bebek istenilen sayıda yapılabilir. Tüp bebek tedavisi, bebek doğup eve gidince biten bir tedavidir."
"TÜP BEBEK TEDAVİSİNE BAŞLAYACAK AİLE STRESTEN UZAK DURMALI"
Tüp bebeğe başlayacak ailenin öncelikle stresten uzak durması gerektiğine dikkati çeken Güven, "Anne adayı rahat ve huzurlu olmalıdır. Sigaradan ve alkolden uzak durmalıdır. Sigara üreme hücrelerini etkiliyor. Tüp bebek tedavisine başlamadan birkaç ay önce sigaradan uzak kalmak gerekir. İnsanlar artık ileri yaşlarda evleniyorlar. Eskisi gibi erkenden evlenmiyorlar. Hem geç yaşta evleniyorlar hem de geç çocuk sahibi olmak istiyorlar. Bu da bizim işlerimizi zorlaştırıyor. Çünkü yumurtalık rezervi giderek azalıyor" ifadelerini kullandı.
Güven, OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Tüp Bebek Ünitesi'ne Samsun, Ordu, Amasya, Giresun, Sivas, Tokat ve Çorum'dan hasta geldiğini belirterek, tüp bebek uygulamalarında başarı oranlarının yüksek olduğuna dikkati çekti.
Zehirlendiğini sandı, çocuk doğurdu!
İskoçya’nın Alness kentinde 19 yaşındaki Gemma Armstrong, bir akşam işten döndüğünde “yiyecek zehirlenmesi” geçirdiğini düşünerek tuvalete koştu. Bir süre tuvalette acı ile kıvranan genç kadın, hamile olduğunun bile farkında değilken sağlıklı bir kız bebek dünyaya getirince büyük şaşkınlık yaşadı.
İngiliz Daily Mail gazetesine konuşan Armstrong, hamileliğin hiç bir belirtisini yaşamadığını söyledi. Hamilelik boyunca göbeğinin neredeyse hiç büyümediğini söyleyen genç kadın bir kaç ay önce sevgilisi Daniel Degan’ı iş için bulunduğu Malta’da ziyaret etmeye gittiğini ve sahilde bikini giydiğini de belirtti.
Armstrong “Ben yiyecek zehirlenmesi geçirdiğimi düşünürken Daniel’in annesi hamile olduğumu fark etti. Onun yardımıyla evimin tuvaletinde yerde doğum yaptım” dedi. Sevgilisi Daniel Degan’ın süpriz bir şekilde baba olduğunu öğrendikten hemen sonra Malta’dan İskoçya’ya döndüğünü söyleyen Armstrong, süpriz bebeklerine Orla ismini verdiklerini ve ona sahip oldukları için çok şanslı hissettiklerini söyledi. (hürriyet.com.tr)
İngiliz Daily Mail gazetesine konuşan Armstrong, hamileliğin hiç bir belirtisini yaşamadığını söyledi. Hamilelik boyunca göbeğinin neredeyse hiç büyümediğini söyleyen genç kadın bir kaç ay önce sevgilisi Daniel Degan’ı iş için bulunduğu Malta’da ziyaret etmeye gittiğini ve sahilde bikini giydiğini de belirtti.
Armstrong “Ben yiyecek zehirlenmesi geçirdiğimi düşünürken Daniel’in annesi hamile olduğumu fark etti. Onun yardımıyla evimin tuvaletinde yerde doğum yaptım” dedi. Sevgilisi Daniel Degan’ın süpriz bir şekilde baba olduğunu öğrendikten hemen sonra Malta’dan İskoçya’ya döndüğünü söyleyen Armstrong, süpriz bebeklerine Orla ismini verdiklerini ve ona sahip oldukları için çok şanslı hissettiklerini söyledi. (hürriyet.com.tr)
Etiketler:
bebek,
gebelik,
hamile,
normal doğum,
zehirlenme
'Kış uykusu' kilo aldırabilir
Ordu Üniversitesi (ODÜ) Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Enginyurt, insanların günlük uyku süresinin metabolik hız için önemli olduğuna dikkat çekerek "Uzun kış gecelerinde günde 8 saatten fazla uyunmamalıdır. Kış döneminde özellikle de hastalıklardan korunmak için bağışıklık sistemini ayakta tutmak gerekmektedir" dedi.
ODÜ Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Enginyurt, kış mevsiminde beslenmeye ve uyku düzenine dikkat etmek gerektiğini vurguladı. Uzun kış gecelerinde günde 8 saatten fazla uyunmaması gerektiğini belirten Yrd. Doç. Dr. Enginyurt, "Havaların soğumasıyla fiziksel aktivite azalması ile birlikte, kapalı ortamlarda geçirilen zaman artmaktadır. Aynı zamanda gecelerin uzun olması tüketilen besin miktarında artma ya da uyku süresinin uzaması gözlenmektedir. Bu da dolaylı yoldan metabolizma hızının yavaşlamasına ve kilo artışına sebep olmaktadır. Günlük uyku süremiz metabolik hız için önemli olduğundan uzun kış gecelerinde günde 8 saatten fazla uyunmamalıdır" dedi.
KIŞIN YEMEKLERE DİKKAT!
Soğuk ve kış döneminde hastalıklardan korunmak için bağışıklık sistemini ayakta tutmak gerektiğini, bunun içinde düzenli beslenmek gerektiğini anlatan Yrd. Doç. Dr. Özgür Enginyurt, "Düzenli ve sağlıklı beslenme önerilerine dikkat etmek gerekir. 3 ana ve 3 ara öğünde 4 ana besin grubundan süt, et, yumurta, kurubaklagil, sebze, meyve, ekmek, tahıl gibi çeşitli besinler dengeli olarak öğünlere dağıtılmalıdır. Yeterli miktarda vitamin ve mineral alınmasını sağlamak için mevsim sebze ve meyvelerinin tüketimi arttırılmalıdır. Savunma sistemini güçlendirici özelliği olan A ve C vitamini gibi antioksidan vitaminlerden zengin, havuç, brokoli, kabak, lahana, karnabahar, maydanoz gibi sebzelerin yanı sıra kış aylarında bol miktarda bulunan portakal, mandalina, greyfurt gibi narenciyelerin tüketimi önemlidir. Kış sebzeleri olan pırasa, karnabahar, brokoli gibi sebzeler çocuklar tarafından çok sevilen besinler değildir. Ancak bu besinler sevilmiyor diye çocukların tüketmemesi kabul edilmemelidir. Annelerin bu sebzeleri çocukların sevebileceği sunumlarla tüketimini sağlaması gerekmektedir" diye konuştu.
ODÜ Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Enginyurt, kış mevsiminde beslenmeye ve uyku düzenine dikkat etmek gerektiğini vurguladı. Uzun kış gecelerinde günde 8 saatten fazla uyunmaması gerektiğini belirten Yrd. Doç. Dr. Enginyurt, "Havaların soğumasıyla fiziksel aktivite azalması ile birlikte, kapalı ortamlarda geçirilen zaman artmaktadır. Aynı zamanda gecelerin uzun olması tüketilen besin miktarında artma ya da uyku süresinin uzaması gözlenmektedir. Bu da dolaylı yoldan metabolizma hızının yavaşlamasına ve kilo artışına sebep olmaktadır. Günlük uyku süremiz metabolik hız için önemli olduğundan uzun kış gecelerinde günde 8 saatten fazla uyunmamalıdır" dedi.
KIŞIN YEMEKLERE DİKKAT!
Soğuk ve kış döneminde hastalıklardan korunmak için bağışıklık sistemini ayakta tutmak gerektiğini, bunun içinde düzenli beslenmek gerektiğini anlatan Yrd. Doç. Dr. Özgür Enginyurt, "Düzenli ve sağlıklı beslenme önerilerine dikkat etmek gerekir. 3 ana ve 3 ara öğünde 4 ana besin grubundan süt, et, yumurta, kurubaklagil, sebze, meyve, ekmek, tahıl gibi çeşitli besinler dengeli olarak öğünlere dağıtılmalıdır. Yeterli miktarda vitamin ve mineral alınmasını sağlamak için mevsim sebze ve meyvelerinin tüketimi arttırılmalıdır. Savunma sistemini güçlendirici özelliği olan A ve C vitamini gibi antioksidan vitaminlerden zengin, havuç, brokoli, kabak, lahana, karnabahar, maydanoz gibi sebzelerin yanı sıra kış aylarında bol miktarda bulunan portakal, mandalina, greyfurt gibi narenciyelerin tüketimi önemlidir. Kış sebzeleri olan pırasa, karnabahar, brokoli gibi sebzeler çocuklar tarafından çok sevilen besinler değildir. Ancak bu besinler sevilmiyor diye çocukların tüketmemesi kabul edilmemelidir. Annelerin bu sebzeleri çocukların sevebileceği sunumlarla tüketimini sağlaması gerekmektedir" diye konuştu.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu zehirli ayakkabıyla ilgili konuştu
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, "Özellikle şüpheli ayakkabı tereddüdü olanlardan müracaatın ardından tahlillerini yapmamız gerektiğini kamuoyuna duyurmamız lazım" dedi.
Müezzioğlu, kentteki otelde Gazeteciler Konfederasyonunca düzenlenen 2. Başkanlar Kurulu Toplantısının ardından bir gazetecinin "zehirli ayakkabılara" ilişkin sorusu üzerine, Gümrük ve Ticaret Bakanlığının konunun yakın takibini yaptığını söyledi.
Zehirli ayakkabılar gibi sahtekarlıkların önüne geçilmesi gerektiğini belirten Müezzinoğlu, şöyle devam etti:
"Çünkü kutuların içerisine eski ayakkabıları doldurup, ondan sonra onları depoda durdurup diğerlerini de pazarlamak açıkçası tek kelimeyle sahtekarlıktır. Hele hele sağlıkla ilgili bir kısmı kanserojen içeren bir madde nedeniyle... İnanıyorum ki en kısa zamanda suçlular bulunacak. Belirli ipuçları yakalandı. Dün sabah itibarıyla Gümrük ve Ticaret Bakanımız ile görüşmüştük, yakın takipte. Özellikle şüpheli ayakkabı tereddüdü olanlardan müracaatın ardından tahlillerini yapmamız gerektiğini kamuoyuna duyurmamız lazım."
FAST-FOOD'LARDAKİ TUZ KULLANIMI
Müezzinoğlu, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile gelecek yıl tuz ve şekerle ilgili mücadeleye kapsamlı şekilde devam edeceklerini söyledi.
İki bakanlığın fast-food'lardaki tuz kullanımına ilişkin kriterleri tespit ettiklerini anlatan Müezzinoğlu, şunları kaydetti:
"Bu yalnız fast-food değil, bizim sofralarımıza giren salçalara da baktığımızda, turşulara da baktığımızda benzer sorunları yaşıyoruz. Bununla ilgili bir defa toplumsal bilinci yükseltmemiz lazım. Toplum olarak bizim elimiz tuzluğa gidecek mi gitmeyecek mi? Elimizi tuzluğa uzatmamamız gerekiyor. Çayımıza iki şekeri, üç şekeri atacak mıyız? Yoksa çayı çay tadında şekersiz mi içeceğiz veya az şekerli mi içeceğiz? Bunu toplumsal kültüre dönüştürmemiz lazım. Sağlık bilincimizi çok daha iyi noktaya taşımamız gerekiyor."
"Bir defa can boğazdan gelir diyoruz ama boğazdan da çıkar" diyen Müezzinoğlu, "Dolayısıyla boğazımızdan çıkan her nefes, mesela sigarayla o nefesi kirletmememiz, zehirlemememiz gerekiyor. İçtiğimiz her yudum sıvıya dikkat etmemiz lazım. Onu kendimizi, karaciğerimizi, böbreğimizi, sindirim sistemimizi onunla bloke etmememiz gerekiyor. Tuz ve şeker kullanımı ile kepek ekmeğini önemsememiz gerekiyor. Dolayısıyla boğazdan girenlere dikkat ederken de canımız boğazımızdan çıkarken de sıkıntımız o kadar az olur" ifadelerini kullandı.
YAYIN YASAĞIYLA İLGİLİ SORU
Bir gazetecinin "yayın yasağı" ile ilgili sorusuna Müezzinoğlu şu yanıtı verdi:
"Bu ülkede ne yazık ki 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' sözü ikide bir darbelere muhatap oldu. Geçtiğimiz yıllarda da birçok nedenle bu darbe süreçlerinin ağır sıkıntılarını, ağır sorunlarını yaşayan bir ülkeyiz. Hukuk devletini birlikte güçlü hale getireceğiz. Basın da bu anlamda tavrını hukuktan yana alırsa, demokrasiden yana alırsa, milli iradeden yana alırsa bu süreçleri daha kolay aşarız. Çok daha kolay geçeriz ama basın da yıpratma, bunu da fırsat aracı olarak kullanırsa neticede bu kararları veren de yine mahkemeler. Dolayısıyla biz merkeze hukuk devleti olabilmeyi koymalıyız ve bunu başarmalıyız. Bunu başaramadığımız sürece bugün bu sorunu konuşuruz, yarın başka bir sorunu konuşuruz."
Müezzioğlu, kentteki otelde Gazeteciler Konfederasyonunca düzenlenen 2. Başkanlar Kurulu Toplantısının ardından bir gazetecinin "zehirli ayakkabılara" ilişkin sorusu üzerine, Gümrük ve Ticaret Bakanlığının konunun yakın takibini yaptığını söyledi.
Zehirli ayakkabılar gibi sahtekarlıkların önüne geçilmesi gerektiğini belirten Müezzinoğlu, şöyle devam etti:
"Çünkü kutuların içerisine eski ayakkabıları doldurup, ondan sonra onları depoda durdurup diğerlerini de pazarlamak açıkçası tek kelimeyle sahtekarlıktır. Hele hele sağlıkla ilgili bir kısmı kanserojen içeren bir madde nedeniyle... İnanıyorum ki en kısa zamanda suçlular bulunacak. Belirli ipuçları yakalandı. Dün sabah itibarıyla Gümrük ve Ticaret Bakanımız ile görüşmüştük, yakın takipte. Özellikle şüpheli ayakkabı tereddüdü olanlardan müracaatın ardından tahlillerini yapmamız gerektiğini kamuoyuna duyurmamız lazım."
FAST-FOOD'LARDAKİ TUZ KULLANIMI
Müezzinoğlu, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile gelecek yıl tuz ve şekerle ilgili mücadeleye kapsamlı şekilde devam edeceklerini söyledi.
İki bakanlığın fast-food'lardaki tuz kullanımına ilişkin kriterleri tespit ettiklerini anlatan Müezzinoğlu, şunları kaydetti:
"Bu yalnız fast-food değil, bizim sofralarımıza giren salçalara da baktığımızda, turşulara da baktığımızda benzer sorunları yaşıyoruz. Bununla ilgili bir defa toplumsal bilinci yükseltmemiz lazım. Toplum olarak bizim elimiz tuzluğa gidecek mi gitmeyecek mi? Elimizi tuzluğa uzatmamamız gerekiyor. Çayımıza iki şekeri, üç şekeri atacak mıyız? Yoksa çayı çay tadında şekersiz mi içeceğiz veya az şekerli mi içeceğiz? Bunu toplumsal kültüre dönüştürmemiz lazım. Sağlık bilincimizi çok daha iyi noktaya taşımamız gerekiyor."
"Bir defa can boğazdan gelir diyoruz ama boğazdan da çıkar" diyen Müezzinoğlu, "Dolayısıyla boğazımızdan çıkan her nefes, mesela sigarayla o nefesi kirletmememiz, zehirlemememiz gerekiyor. İçtiğimiz her yudum sıvıya dikkat etmemiz lazım. Onu kendimizi, karaciğerimizi, böbreğimizi, sindirim sistemimizi onunla bloke etmememiz gerekiyor. Tuz ve şeker kullanımı ile kepek ekmeğini önemsememiz gerekiyor. Dolayısıyla boğazdan girenlere dikkat ederken de canımız boğazımızdan çıkarken de sıkıntımız o kadar az olur" ifadelerini kullandı.
YAYIN YASAĞIYLA İLGİLİ SORU
Bir gazetecinin "yayın yasağı" ile ilgili sorusuna Müezzinoğlu şu yanıtı verdi:
"Bu ülkede ne yazık ki 'Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' sözü ikide bir darbelere muhatap oldu. Geçtiğimiz yıllarda da birçok nedenle bu darbe süreçlerinin ağır sıkıntılarını, ağır sorunlarını yaşayan bir ülkeyiz. Hukuk devletini birlikte güçlü hale getireceğiz. Basın da bu anlamda tavrını hukuktan yana alırsa, demokrasiden yana alırsa, milli iradeden yana alırsa bu süreçleri daha kolay aşarız. Çok daha kolay geçeriz ama basın da yıpratma, bunu da fırsat aracı olarak kullanırsa neticede bu kararları veren de yine mahkemeler. Dolayısıyla biz merkeze hukuk devleti olabilmeyi koymalıyız ve bunu başarmalıyız. Bunu başaramadığımız sürece bugün bu sorunu konuşuruz, yarın başka bir sorunu konuşuruz."
28 Kasım 2014 Cuma
Ergenliği başlatan nedir?
Çocuğunuzun ergenliğe girmesini sağlayan nedir? İşte cevapları...
Ergenliğin ne zaman kapınızı çalacağını tam olarak tahmin etmek mümkün değildir. Pek çok etmen ergenliğin başlangıcını etkileyebilir. Teorilerden birine göre belirli bir kilo ve vücut endeksine ulaşan bireylerde ergenlik süreci başlamış oluyor. Bu nedenle çocuklarda obezite gibi sorunların ergenlik yaşını öne çektiği düşünülüyor.
Vücuttaki yağ hücreleri tarafından üretilen bir hormon olan leptinin ergenliğin zamanlamasını etkilediği düşünülmektedir. Denekler üzerinde yapılan araştırmalar leptin hormonundan yoksun bırakılan hayvanların ergenliğe girmediğini göstermiştir. Leptin hormonu verildiğinde ise ergenliğin başladığı saptanmıştır. Kız çocuklarının genelinde leptin hormonu yoğunluğu daha fazladır. Bu nedenle ergenlik kızlarda daha erken bir yaşta gerçekleşebilir.
Leptin, beyindeki bir bölge olan hipotalamusu etkileyen hormonlardan biridir. Hipotalamus, hipofiz bezinin luteinleştirici hormon (LH) ve folikül stimulan hormon ( FSH) üretmesini sağlayan gonadotropin salımı yaptıran hormonu ( GnRH) üreten beyindeki bir bölgedir. LH ve FSH , cinsel gelişimden sorumlu olan hipofiz bezi salgılarıdır.
Ergenliğin ne zaman kapınızı çalacağını tam olarak tahmin etmek mümkün değildir. Pek çok etmen ergenliğin başlangıcını etkileyebilir. Teorilerden birine göre belirli bir kilo ve vücut endeksine ulaşan bireylerde ergenlik süreci başlamış oluyor. Bu nedenle çocuklarda obezite gibi sorunların ergenlik yaşını öne çektiği düşünülüyor.
Vücuttaki yağ hücreleri tarafından üretilen bir hormon olan leptinin ergenliğin zamanlamasını etkilediği düşünülmektedir. Denekler üzerinde yapılan araştırmalar leptin hormonundan yoksun bırakılan hayvanların ergenliğe girmediğini göstermiştir. Leptin hormonu verildiğinde ise ergenliğin başladığı saptanmıştır. Kız çocuklarının genelinde leptin hormonu yoğunluğu daha fazladır. Bu nedenle ergenlik kızlarda daha erken bir yaşta gerçekleşebilir.
Leptin, beyindeki bir bölge olan hipotalamusu etkileyen hormonlardan biridir. Hipotalamus, hipofiz bezinin luteinleştirici hormon (LH) ve folikül stimulan hormon ( FSH) üretmesini sağlayan gonadotropin salımı yaptıran hormonu ( GnRH) üreten beyindeki bir bölgedir. LH ve FSH , cinsel gelişimden sorumlu olan hipofiz bezi salgılarıdır.
Sigara bıraktıran bitkiler
Sigara ile mücadele konusunda Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen yoğun kampanyaların sonucunda sağlanan başarı, başta Dünya Sağlık Örgütü olmak üzere dünya genelinde büyük övgü aldığı bildiriliyor.
Uygulanan ilaç tedavisinin başarısı büyük ölçüde kişinin sigarayı burakma kararlılığına ve ortaya çıkabilecek sorunlara direncine bağlı. Bu nedenle yardımcı uygulamalar ile kişinin direncinin desteklenmesi kalıcı sonuç alınabilmesi bakımından son derece önemli.
Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdem Yeşilada, 9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü’nde sigarayı bırakmayı ve bırakmak isteyenlerin için bitki çaylarından alınacak desteğin yararlı olabileceğini belirtiyor.
Yapılan bir klinik çalışmada karanfil tomurcukları ile hazırlanan çayın erkek sigara içicilerine bir ay süre ile uygulanması ile vücutta biriken nikotin maddesinin kotinin haline dönüşümünün hızlandırılarak vücuttan hızla atılmasının sağlandığı bildiriliyor.
Karanfil çayı verilen gruptaki gönüllülerin yüzde 38’inde sigara yoksunluk belirtilerinin önemli ölçüde azaltılabildiği ve bu suretle herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sigarayı bırakabildikleri bildiriliyor. Prof. Dr. Erdem Yeşilada, karanfil çayının içimini kolaylaştırmak için tarçın kabuğu ile birlikte hazırlanmış karışımına melisa (oğulotu) yaprağı ilave edilerek günde 3-4 defa bardak içilebileceğini belirtiyor.
Melisa sigara bırakılmasına bağlı sinirlilik halinin giderilmesinde önemli bir katkı sağlayacak ve güzel aroması ile karanfil/tarçın karışımının lezzetini artıracaktır. Yeşilada ayrıca önemli bir uyarıda bulunarak, melisa adı ile satılan uzun boylu yaprakları satın alınmaması gerektiğini bu şekilde olan yapraklar “limonotu” diye bilindiğini ve yatıştırıcı etkisi bulunmadığını, gerçek melisanın yaprak dokusu ince olduğunu söylüyor.
Uygulanan ilaç tedavisinin başarısı büyük ölçüde kişinin sigarayı burakma kararlılığına ve ortaya çıkabilecek sorunlara direncine bağlı. Bu nedenle yardımcı uygulamalar ile kişinin direncinin desteklenmesi kalıcı sonuç alınabilmesi bakımından son derece önemli.
Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdem Yeşilada, 9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü’nde sigarayı bırakmayı ve bırakmak isteyenlerin için bitki çaylarından alınacak desteğin yararlı olabileceğini belirtiyor.
Yapılan bir klinik çalışmada karanfil tomurcukları ile hazırlanan çayın erkek sigara içicilerine bir ay süre ile uygulanması ile vücutta biriken nikotin maddesinin kotinin haline dönüşümünün hızlandırılarak vücuttan hızla atılmasının sağlandığı bildiriliyor.
Karanfil çayı verilen gruptaki gönüllülerin yüzde 38’inde sigara yoksunluk belirtilerinin önemli ölçüde azaltılabildiği ve bu suretle herhangi bir zorlukla karşılaşmadan sigarayı bırakabildikleri bildiriliyor. Prof. Dr. Erdem Yeşilada, karanfil çayının içimini kolaylaştırmak için tarçın kabuğu ile birlikte hazırlanmış karışımına melisa (oğulotu) yaprağı ilave edilerek günde 3-4 defa bardak içilebileceğini belirtiyor.
Melisa sigara bırakılmasına bağlı sinirlilik halinin giderilmesinde önemli bir katkı sağlayacak ve güzel aroması ile karanfil/tarçın karışımının lezzetini artıracaktır. Yeşilada ayrıca önemli bir uyarıda bulunarak, melisa adı ile satılan uzun boylu yaprakları satın alınmaması gerektiğini bu şekilde olan yapraklar “limonotu” diye bilindiğini ve yatıştırıcı etkisi bulunmadığını, gerçek melisanın yaprak dokusu ince olduğunu söylüyor.
Etiketler:
sağlık,
sağlık bakanlığı,
sigara,
tedavi
27 Kasım 2014 Perşembe
Mutlu sesler bebeğin hafızasını olumlu etkiliyor
ABD’deki Brigham Young Üniversitesi’nden bilim insanlarının gerçekleştirdiği yeni bir araştırma bebeklerin “mutlu” bir ses ya da ninni dinlerken gördükleri şekilleri, “sinirli” bir sesi dinlerken gördükleri şekillere kıyasla çok daha iyi hatırladığını ortaya çıkarttı.
Sonuçları Infant Behaviour and Development isimli akademik dergide yayınlanan araştırmayı gerçekleştiren ekibin başında bulunan Profesör Ross Flom “Bebeklerin duygulara verdikleri tepkiler ve hafıza kapasiteleri daha önce de araştırılmıştı ancak biz duyguların bebeklerin hafızası üzerindeki etkisini inceleyen ilk araştırmayı gerçekleştirdik” dedi.
Olumlu duygu ve seslerin bebeklerin hafızasını güçlendirdiğine dair kayda değer kanıtlar elde ettiklerini belirten Flom sözlerine “Biz olumlu duyguların bebeğin dikkat seviyesini ve çevresine gösterdiği ilgiyi artırdığını düşünüyoruz. Bu da onların geometrik şekilleri anlama ve belki de hatırlama becerisini artırıyor” diyerek devam etti.
Sonuçları Infant Behaviour and Development isimli akademik dergide yayınlanan araştırmayı gerçekleştiren ekibin başında bulunan Profesör Ross Flom “Bebeklerin duygulara verdikleri tepkiler ve hafıza kapasiteleri daha önce de araştırılmıştı ancak biz duyguların bebeklerin hafızası üzerindeki etkisini inceleyen ilk araştırmayı gerçekleştirdik” dedi.
Olumlu duygu ve seslerin bebeklerin hafızasını güçlendirdiğine dair kayda değer kanıtlar elde ettiklerini belirten Flom sözlerine “Biz olumlu duyguların bebeğin dikkat seviyesini ve çevresine gösterdiği ilgiyi artırdığını düşünüyoruz. Bu da onların geometrik şekilleri anlama ve belki de hatırlama becerisini artırıyor” diyerek devam etti.
Kalp hastaları soğuktan kötü etkileniyor
Özel İzmir Kardiyoloji Dal Merkezi Kardiyoloji Doktoru Çetin Aydın, özellikle yaşlı, kalp ve hipertansiyon rahataları ile aşırı kilolu kişilerin soğuk havalarda ağır iş ve egzersizler yapmasının, terliyken rüzgarda kalmasının kalp krizine davetiye çıkardığını söyledi.
Kış aylarında soğuk hava ve beraberinde oluşan hava kirliliğinin özellikle, kalp ve tansiyon hastalarında ciddi tehlikeler doğurduğuna dikkat çeken kardiyolog Dr. Çetin Aydın, kalp hastalarına giyinme tarzı, egzersiz ve beslenme konularında uyarılarda bulundu. Dr. Aydın, bilimsel çalışmalar ışığında hava sıcaklığındaki her 1 derecelik düşüş kalp krizi görülme oranında göreceli olarak yüzde 2’lik bir artış meydana getirdiğini söyledi. Bu nedenle özellikle kış aylarında kalp krizi görülme sıklığının en üst seviyelere çıktığını belirten Dr. Aydın, özellikle yaşlı, kalp ve hipertansiyon rahatsızlığı bulunanlar ile aşırı kilolu kişilerin soğuk havalarda ağır iş ve egzersizler yapmasının, terliyken rüzgarda kalmasının kalp krizine davetiye çıkardığına dikkati çekti.
Kalp ve solunum yolları hastalıkları bulunan kişilerin özellikle de yaşlı hastaları havanın soğuk ve kirli olduğu saatlerde dışarıya çıkmamaları konusunda uyaran kardiyolog Aydın, şunları söyledi:
SOĞUK CİLT DAMARLARINI BÜZÜŞTÜRÜYOR
"Soğukta cilt damarlarımız büzüşür. Damarlardaki büzüşme kan dolaşımını engeller ve kalbin işini zorlaştırır. Kan basıncı yükselir, kanın yoğunluğu artarak pıhtılaşmayı sağlayan faktörlerde artış meydana gelir. Tüm bunların sonucunda eğer bir de damarlarımızda darlık mevcutsa, damar tıkanıklığı ve kalp krizi oluşur. Hava çok soğuk olmasa bile, özellikle rüzgarlı havalarda derinin nemli ve ıslak olması da aynı sonuçlara yol açar. Bu nedenle kalp ve solunum rahatsızlığı bulunan kişilerin ayrı bir özen göstermesi gerekmektedir. Kişilerin ağır iş ve egzersiz faaliyetlerini havanın nispeten daha sıcak olduğu öğle vakitlerine saklamaları egzersizlerini ise, evlerinde veya kapalı mekanlarda yapmaları daha uygun olacaktır."
Soğuk havalarda dikkat edilmesi gereken hususlara da değinen Dr. Aydın, "Soğuk havalarda rüzgarı arkanıza alarak yürüyünüz. Aşırı kalın giysiler yerine, vücudu ısıtacak giysiler tercih edilmeli. Dışarıda uzun süre kalacak olan kişilerin baş ve ellerdeki ısı kaybını önlemek için, şapka, bere, eldiven giymelerine özen göstermeleri gereklidir. Isınmak için kesinlikle alkol alınmamalı, çünkü alkol damarlarda genişlemeye neden olacak, kan akışını yavaşlatacaktır" diyerek tavsiyelerde bulundu.
Kış aylarında soğuk hava ve beraberinde oluşan hava kirliliğinin özellikle, kalp ve tansiyon hastalarında ciddi tehlikeler doğurduğuna dikkat çeken kardiyolog Dr. Çetin Aydın, kalp hastalarına giyinme tarzı, egzersiz ve beslenme konularında uyarılarda bulundu. Dr. Aydın, bilimsel çalışmalar ışığında hava sıcaklığındaki her 1 derecelik düşüş kalp krizi görülme oranında göreceli olarak yüzde 2’lik bir artış meydana getirdiğini söyledi. Bu nedenle özellikle kış aylarında kalp krizi görülme sıklığının en üst seviyelere çıktığını belirten Dr. Aydın, özellikle yaşlı, kalp ve hipertansiyon rahatsızlığı bulunanlar ile aşırı kilolu kişilerin soğuk havalarda ağır iş ve egzersizler yapmasının, terliyken rüzgarda kalmasının kalp krizine davetiye çıkardığına dikkati çekti.
Kalp ve solunum yolları hastalıkları bulunan kişilerin özellikle de yaşlı hastaları havanın soğuk ve kirli olduğu saatlerde dışarıya çıkmamaları konusunda uyaran kardiyolog Aydın, şunları söyledi:
SOĞUK CİLT DAMARLARINI BÜZÜŞTÜRÜYOR
"Soğukta cilt damarlarımız büzüşür. Damarlardaki büzüşme kan dolaşımını engeller ve kalbin işini zorlaştırır. Kan basıncı yükselir, kanın yoğunluğu artarak pıhtılaşmayı sağlayan faktörlerde artış meydana gelir. Tüm bunların sonucunda eğer bir de damarlarımızda darlık mevcutsa, damar tıkanıklığı ve kalp krizi oluşur. Hava çok soğuk olmasa bile, özellikle rüzgarlı havalarda derinin nemli ve ıslak olması da aynı sonuçlara yol açar. Bu nedenle kalp ve solunum rahatsızlığı bulunan kişilerin ayrı bir özen göstermesi gerekmektedir. Kişilerin ağır iş ve egzersiz faaliyetlerini havanın nispeten daha sıcak olduğu öğle vakitlerine saklamaları egzersizlerini ise, evlerinde veya kapalı mekanlarda yapmaları daha uygun olacaktır."
Soğuk havalarda dikkat edilmesi gereken hususlara da değinen Dr. Aydın, "Soğuk havalarda rüzgarı arkanıza alarak yürüyünüz. Aşırı kalın giysiler yerine, vücudu ısıtacak giysiler tercih edilmeli. Dışarıda uzun süre kalacak olan kişilerin baş ve ellerdeki ısı kaybını önlemek için, şapka, bere, eldiven giymelerine özen göstermeleri gereklidir. Isınmak için kesinlikle alkol alınmamalı, çünkü alkol damarlarda genişlemeye neden olacak, kan akışını yavaşlatacaktır" diyerek tavsiyelerde bulundu.
Etiketler:
hipertansiyon,
kalp krizi,
sağlık,
tedavi,
yaşlı
Sessiz katil can alıyor
Akciğer Sağlığı ve Yoğun Bakım Derneği (ASYOD) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Tevfik Özlü, karbonmonoksidin renksiz, kokusuz, rahatsız etmeyen, havadan hafif bir gaz olduğunu, zehirlenen kişinin bu gazı soluduğunda önceleri pek bir şey fark etmediğini söyledi.
Hürriyet'in haberine göre; Özlü, havaların soğumasıyla sobadan zehirlenmeleri haberlerinin yine gündeme gelmeye başladığını belirtti. Soba, şofben, egzoz zehirlenmeleri denilen bu trajedik olayların, karbonmonoksit gazının solunmasına bağlı geliştiğini ifade eden Özlü, "Sessiz katil, gizli katil denilen karbonmonoksit, odun, kömür, tezek, doğalgaz, tüp gazı, benzin, gaz yağı gibi karbon içeren yakıtların yanması sırasında açığa çıkar ve yanma tam olmadığında oluşur" dedi.
Karbonmonoksidin soba, mangal, LPG tüplü ısıtıcılar, gazlı Japon sobaları, propanlı kamp ısıtıcıları, şofben, kombiler, kalorifer kazanları gibi ısınma araçlarından açığa çıktığı gibi ocak, tandır gibi pişirme araçlarından, trafikte egzozlardan, jeneratörlerden, maden ocaklarından, formaldehit ve metilen klorürün kullanıldığı fabrikalardan, dökümhanelerden, sigaradan da ortama yayıldığını ve yangınlar sırasında çok yoğun oluştuğunu dile getiren Özlü, yangınlarda kurbanların çoğu zaman yanmadan önce karbonmonoksit gazıyla öldüğünü söyledi.
"RENKSİZ KOKUSUZ BİR GAZ"
Karbonmonoksidin renksiz, kokusuz, rahatsız etmeyen, havadan hafif bir gaz olduğuna dikkati çeken Özlü, zehirlenen kişinin bu gazı soluduğunda önceleri pek bir şey fark etmediğini belirtti.
Özlü, karbonmonoksidin kısa sürede kandaki oksijenin yerini aldığına işaret ederek, şunları kaydetti:
HALSİZLİK, BAŞ AĞRISI, KEYİFSİZLİK YAPIYOR
"Karbonmonoksit soluyan kişilerde aşırı yorgunluk, halsizlik, keyifsizlik, baş ağrısı, baş dönmesi, unutkanlık, grip benzeri semptomlar, bulantı, düşünme güçlüğü, zihin karışıklığı, dikkat bozukluğu, halüsinasyon, ajitasyon, görme kaybı, idrar ve dışkı kaçırma, emosyonel bozukluk, uyuşma, karıncalanma, bulantı, kusma, uyuşukluk, uyku hali, inme, bayılma, koma, epileptik nöbetler, göğüs ağrısı, çarpıntı, kalp ve solunum durması gibi belirtiler, bulgular ortaya çıkar. Kazazede, zehirlendiği anlasa bile bunu fark ettiğinde adım atacak mecali kendinde bulamaz. Sonunda kişi oksijensizlikten ölür. Olay tesadüfen fark edilse de geri dönüş her zaman mümkün değildir. Ölüm önlense bile kalıcı sakatlanmalar olabilmektedir."
Zehirlenme fark edildiğinde müdahale eden kişinin öncelikle kendini koruması gerektiğini vurgulayan Özlü, "Derhal pencere ve kapılar açılmalı, kırılmalıdır. Hasta hemen ortamdan uzaklaştırılmalı, açık havaya taşınmalı ve yatırılıp hareket ettirilmemelidir. Hasta sıcak tutulmalı, gerekli hallerde suni solunum ve kalp masajı uygulanmalıdır" ifadesini kullandı.
ÖNLEMLER
Prof. Dr. Özlü, böyle acı olaylara tanık olmamak için sobalarda iyi yanan kaliteli kömür ve tutuşturma işlemi için uygun malzeme kullanılması gerektiğine dikkati çekerek, "Sobalar usulüne göre üstten tutuşturulmalı, üstten ilave kömür atılmamalı ve kömürün yanması bittikten sonra boşaltılıp yeniden doldurulmalı ve yakılmalıdır. Isıdan tasarruf sağlamak amacıyla sobanın duman çıkışı asla daraltılıp kapatılmamalıdır. Sobanın hava girişleri tamamen kapatılmamalıdır. Bacalar düzenli aralıklarla temizlenmeli, dumanın geri tepmemesi için baca başlıkları kullanılmalıdır" diye konuştu.
Lodos, fırtına gibi hava sirkülasyonunun olumsuz olduğu koşullarda sobaların yakılmaması gerektiğini belirten Özlü, "Bu tür havalarda sobalar, yatmadan önce tamamen söndürülmeli ve içindeki yanmış, yarı yanmış kömür, odun gibi yakacak malzemeler dışarıya çıkartılmalıdır. Bazı binalarda bacalar, alttaki daireyle ortak kullanılmaktadır. Bu durumda tedbirli davranıp sobanızı yakmasanız bile alttaki komşunuzun sobasından çıkan duman, odanıza geri tepip sizi zehirleyebilir" diyerek sözlerini tamamladı.
Hürriyet'in haberine göre; Özlü, havaların soğumasıyla sobadan zehirlenmeleri haberlerinin yine gündeme gelmeye başladığını belirtti. Soba, şofben, egzoz zehirlenmeleri denilen bu trajedik olayların, karbonmonoksit gazının solunmasına bağlı geliştiğini ifade eden Özlü, "Sessiz katil, gizli katil denilen karbonmonoksit, odun, kömür, tezek, doğalgaz, tüp gazı, benzin, gaz yağı gibi karbon içeren yakıtların yanması sırasında açığa çıkar ve yanma tam olmadığında oluşur" dedi.
Karbonmonoksidin soba, mangal, LPG tüplü ısıtıcılar, gazlı Japon sobaları, propanlı kamp ısıtıcıları, şofben, kombiler, kalorifer kazanları gibi ısınma araçlarından açığa çıktığı gibi ocak, tandır gibi pişirme araçlarından, trafikte egzozlardan, jeneratörlerden, maden ocaklarından, formaldehit ve metilen klorürün kullanıldığı fabrikalardan, dökümhanelerden, sigaradan da ortama yayıldığını ve yangınlar sırasında çok yoğun oluştuğunu dile getiren Özlü, yangınlarda kurbanların çoğu zaman yanmadan önce karbonmonoksit gazıyla öldüğünü söyledi.
"RENKSİZ KOKUSUZ BİR GAZ"
Karbonmonoksidin renksiz, kokusuz, rahatsız etmeyen, havadan hafif bir gaz olduğuna dikkati çeken Özlü, zehirlenen kişinin bu gazı soluduğunda önceleri pek bir şey fark etmediğini belirtti.
Özlü, karbonmonoksidin kısa sürede kandaki oksijenin yerini aldığına işaret ederek, şunları kaydetti:
HALSİZLİK, BAŞ AĞRISI, KEYİFSİZLİK YAPIYOR
"Karbonmonoksit soluyan kişilerde aşırı yorgunluk, halsizlik, keyifsizlik, baş ağrısı, baş dönmesi, unutkanlık, grip benzeri semptomlar, bulantı, düşünme güçlüğü, zihin karışıklığı, dikkat bozukluğu, halüsinasyon, ajitasyon, görme kaybı, idrar ve dışkı kaçırma, emosyonel bozukluk, uyuşma, karıncalanma, bulantı, kusma, uyuşukluk, uyku hali, inme, bayılma, koma, epileptik nöbetler, göğüs ağrısı, çarpıntı, kalp ve solunum durması gibi belirtiler, bulgular ortaya çıkar. Kazazede, zehirlendiği anlasa bile bunu fark ettiğinde adım atacak mecali kendinde bulamaz. Sonunda kişi oksijensizlikten ölür. Olay tesadüfen fark edilse de geri dönüş her zaman mümkün değildir. Ölüm önlense bile kalıcı sakatlanmalar olabilmektedir."
Zehirlenme fark edildiğinde müdahale eden kişinin öncelikle kendini koruması gerektiğini vurgulayan Özlü, "Derhal pencere ve kapılar açılmalı, kırılmalıdır. Hasta hemen ortamdan uzaklaştırılmalı, açık havaya taşınmalı ve yatırılıp hareket ettirilmemelidir. Hasta sıcak tutulmalı, gerekli hallerde suni solunum ve kalp masajı uygulanmalıdır" ifadesini kullandı.
ÖNLEMLER
Prof. Dr. Özlü, böyle acı olaylara tanık olmamak için sobalarda iyi yanan kaliteli kömür ve tutuşturma işlemi için uygun malzeme kullanılması gerektiğine dikkati çekerek, "Sobalar usulüne göre üstten tutuşturulmalı, üstten ilave kömür atılmamalı ve kömürün yanması bittikten sonra boşaltılıp yeniden doldurulmalı ve yakılmalıdır. Isıdan tasarruf sağlamak amacıyla sobanın duman çıkışı asla daraltılıp kapatılmamalıdır. Sobanın hava girişleri tamamen kapatılmamalıdır. Bacalar düzenli aralıklarla temizlenmeli, dumanın geri tepmemesi için baca başlıkları kullanılmalıdır" diye konuştu.
Lodos, fırtına gibi hava sirkülasyonunun olumsuz olduğu koşullarda sobaların yakılmaması gerektiğini belirten Özlü, "Bu tür havalarda sobalar, yatmadan önce tamamen söndürülmeli ve içindeki yanmış, yarı yanmış kömür, odun gibi yakacak malzemeler dışarıya çıkartılmalıdır. Bazı binalarda bacalar, alttaki daireyle ortak kullanılmaktadır. Bu durumda tedbirli davranıp sobanızı yakmasanız bile alttaki komşunuzun sobasından çıkan duman, odanıza geri tepip sizi zehirleyebilir" diyerek sözlerini tamamladı.
Meme kanseri tedavisinde 3 ay gecikiyoruz
Türkiye’de kadınlar memelerinde kitle hissettikten yaklaşık bir ay sonra doktora başvuruyor. Muayene, teşhis, biyopsi gibi nedenlerle beklenen süreler de eklenince meme kanseri tedavisine başlamak 3 ayı buluyor. Meme cerrahı Prof. Dr. Vahit Özmen’in koordinatörlüğünde 12 ildeki, 1031 hastayla yapılan çalışma memelerinde kitle hisseden kadınların rehavetini de ortaya koydu. Zira kadınlar ortalama 4.8 hafta sonra memelerindeki kitleyi doktora gösteriyor.
Avrupa’nın önemli halk sağlığı dergilerinden European Journal of Public Health’te yayınlanan araştırma meme kanseriyle ilgili bilinçlenmede çok yol almamız gerektiğini birkez daha gösterdi. Gerek doktor deneyimleri gerekse araştırmalar meme kanserinin birincil muhatabı olan kadınların, riske rağmen aceleci davranmadıkları yönünde. Prof. Dr. Özmen memelerindeki kitleye rağmen doktora gitmek için yaklaşık bir ay beklenmesinin gecikme anlamına geldiğini belirtiyor. Prof. Dr. Özmen, “Bu kabul edilmesi güç ve uzun bir süre. Hastaların hastalığı ve belirtilerini kabullenmemeleri ve genç yaşta olup (40 yaş altı) bu hastalığın gençlerde olmayacağına inanmalarından kaynaklanıyor. Düzenli olarak aylık meme muayenesini yapanlar, aile ve dostları tarafından muayene ve tetkik için teşvik edilenler ve en az orta öğretimlilerde bu süre daha kısa” diyor.
DOKTORDA GEÇEN SÜRE DE UZUN
Hastaların memede bir kitle bulup doktora gittikten sonra, tedaviye başlayıncaya kadar oldukça uzun bir gecikme yaşandığını söyleyen Prof. Dr. Özmen, “Doktora gittikten sonra muayene, tanı vs. için de geçen süre 10.5 hafta. Bunun en önemli nedenleri ise başarılı bir tedaviye ve mevcut sağlık sistemine güvenmemeleri, hastalığın belirtilerini ve kendilerinde olacağını kabul etmemeleriyle ilişkili. Hastanın bir cerrah yerine aile hekimi tarafından muayene edilmesi, devlet hastanesine gitmesi de tedavide gecikmeye neden oluyor” diyor.
TOPLAM GECİKME 3 AYDAN FAZLA
Hastanın memede kitle farkettikten sonra tedaviye başlayıncaya kadar geçen toplam süre ise 13.8 hafta yani 3 aydan daha fazla. Prof. Dr. Özmen, “Bunun kabul edilmesi mümkün değil” diyor. Bu sürenin uzunluğunun en büyük sorumlusunun sağlık sistemi olduğunu söylüyor. Hastaların konunun uzmanı olmayan hekimler tarafından muayene edilmeleri, muayene ve tetkik randevularının, biyopsi sonuçlarının ve ameliyat randevusunun alınmasındaki gecikmelerden kaynaklanıyor.
EĞİTİM ŞART!
Türkiye’de 13.8 hafta olan tedavide toplam gecikme süresi, ABD’de 4.9 hafta, Danimarka’da 9.3 hafta. Prof. Dr. Özmen, bu sürenin kısaltılması için kanser tarama ve eğitim merkezlerinin (KETEM) sayılarının arttırılması, buradaki sağlık çalışanlarının meme kanseri konusunda eğitilmesi, ücretsiz mamografik tarama programlarının arttırılması, kadınların meme kanseri konusunda eğitilmeleri, kendi kendine meme muayenesinin arttırılması gerektiğini söylüyor.
ANGELİNA JOLIE ETKİSİ
Araştırmalara göre kadınlar ülkemizde meme kanseri konusundaki bilgileri en çok televizyon ve gazetelerden alıyor. Bu durum gelişmiş ülkelerde de benzer. Time dergisinde yayınlanan bir makalede Angelina Jolie’nin meme kanseri BRCA1,2 gen testini yaptırması ve bunun pozitif çıkması sonucu her iki memesini boşaltmasının, Amerika’da gen testi yaptıran kadın sayısını 2 kat artırdığını ortaya koyduğu yer aldı. Prof. Dr. ÖZmen, “Bu tanınmış sanatçının sayesinde ülkemizde de BRCA 1,2 meme kanseri genleri için genetik test yaptıran ve koruyucu meme ameliyatı yaptıran kadın sayısında da belirgin artış var” dedi. (Mesude Erşan / Hürriyet)
Avrupa’nın önemli halk sağlığı dergilerinden European Journal of Public Health’te yayınlanan araştırma meme kanseriyle ilgili bilinçlenmede çok yol almamız gerektiğini birkez daha gösterdi. Gerek doktor deneyimleri gerekse araştırmalar meme kanserinin birincil muhatabı olan kadınların, riske rağmen aceleci davranmadıkları yönünde. Prof. Dr. Özmen memelerindeki kitleye rağmen doktora gitmek için yaklaşık bir ay beklenmesinin gecikme anlamına geldiğini belirtiyor. Prof. Dr. Özmen, “Bu kabul edilmesi güç ve uzun bir süre. Hastaların hastalığı ve belirtilerini kabullenmemeleri ve genç yaşta olup (40 yaş altı) bu hastalığın gençlerde olmayacağına inanmalarından kaynaklanıyor. Düzenli olarak aylık meme muayenesini yapanlar, aile ve dostları tarafından muayene ve tetkik için teşvik edilenler ve en az orta öğretimlilerde bu süre daha kısa” diyor.
DOKTORDA GEÇEN SÜRE DE UZUN
Hastaların memede bir kitle bulup doktora gittikten sonra, tedaviye başlayıncaya kadar oldukça uzun bir gecikme yaşandığını söyleyen Prof. Dr. Özmen, “Doktora gittikten sonra muayene, tanı vs. için de geçen süre 10.5 hafta. Bunun en önemli nedenleri ise başarılı bir tedaviye ve mevcut sağlık sistemine güvenmemeleri, hastalığın belirtilerini ve kendilerinde olacağını kabul etmemeleriyle ilişkili. Hastanın bir cerrah yerine aile hekimi tarafından muayene edilmesi, devlet hastanesine gitmesi de tedavide gecikmeye neden oluyor” diyor.
TOPLAM GECİKME 3 AYDAN FAZLA
Hastanın memede kitle farkettikten sonra tedaviye başlayıncaya kadar geçen toplam süre ise 13.8 hafta yani 3 aydan daha fazla. Prof. Dr. Özmen, “Bunun kabul edilmesi mümkün değil” diyor. Bu sürenin uzunluğunun en büyük sorumlusunun sağlık sistemi olduğunu söylüyor. Hastaların konunun uzmanı olmayan hekimler tarafından muayene edilmeleri, muayene ve tetkik randevularının, biyopsi sonuçlarının ve ameliyat randevusunun alınmasındaki gecikmelerden kaynaklanıyor.
EĞİTİM ŞART!
Türkiye’de 13.8 hafta olan tedavide toplam gecikme süresi, ABD’de 4.9 hafta, Danimarka’da 9.3 hafta. Prof. Dr. Özmen, bu sürenin kısaltılması için kanser tarama ve eğitim merkezlerinin (KETEM) sayılarının arttırılması, buradaki sağlık çalışanlarının meme kanseri konusunda eğitilmesi, ücretsiz mamografik tarama programlarının arttırılması, kadınların meme kanseri konusunda eğitilmeleri, kendi kendine meme muayenesinin arttırılması gerektiğini söylüyor.
ANGELİNA JOLIE ETKİSİ
Araştırmalara göre kadınlar ülkemizde meme kanseri konusundaki bilgileri en çok televizyon ve gazetelerden alıyor. Bu durum gelişmiş ülkelerde de benzer. Time dergisinde yayınlanan bir makalede Angelina Jolie’nin meme kanseri BRCA1,2 gen testini yaptırması ve bunun pozitif çıkması sonucu her iki memesini boşaltmasının, Amerika’da gen testi yaptıran kadın sayısını 2 kat artırdığını ortaya koyduğu yer aldı. Prof. Dr. ÖZmen, “Bu tanınmış sanatçının sayesinde ülkemizde de BRCA 1,2 meme kanseri genleri için genetik test yaptıran ve koruyucu meme ameliyatı yaptıran kadın sayısında da belirgin artış var” dedi. (Mesude Erşan / Hürriyet)
Doğar doğmaz bebekle konuşmaya başlayın
Çocukların daha iyi konuşabilmeleri için ailelere tavsiyelerde bulunan Psikolog Sevim Ertuğrul, doğduğu andan itibaren çocuklarla konuşulmasını önerdi.
Çocuğa gerekli zemini hazırlama konusunda ailenin, hayat tarzı ve iletişim biçimini analiz etmesi gerektiğini belirten Psikolog Sevim Ertuğrul, "Bu analiz sonrası değişmesi gereken faktörler belirlenip gerekli düzenlemelerin yapılması önemlidir. Daha yavaş bir konuşma ritmi çocuğunuzun konuşma sırasında hissetmekte olabileceği zaman baskısını ortadan kaldıracaktır" dedi. Çocuğun doğduğu andan itibaren, dikkatle ve sabırla dinlemesi gerektiğine vurgu yapan Ertuğrul, şöyle konuştu:
KONUŞURKEN BİRBİRİNİZİN SÖZÜNÜ KESMEYİN
"Daha kolay ve rahat konuşma hızı, ritmi, stili benimseyin. Diyalog sırasında sözün bir kişiden diğer bir kişiye geçiş oranını arttırın ve birbirinizin sözünü kesmemeye özen gösterin. Zaman baskısını azaltın. Sorularınızı değiştirerek sorun. Çevrenizdekileri iletişim kurma tarzı ve kekemelik konusunda bilinçlendirin. Çocuğunuzun kendine güvenini oluşturun ve destekleyin. Çocuğunuzla doğduğu andan itibaren konuşmaya başlayın ve devamlı konuşun. Çocuğunuza yardımcı ve destek olacak şekilde konuştuğunuz sürece, problemine değinmenizde hiçbir sakınca yoktur. Bu konuyu bir tabu haline getirmeyin. Ancak anlayışlı olmaya ve destek olmaya özen gösterin. Çocuğunuzla konuşurken doğrudan sorular sormak yerine yorum yapın. Konuşmanın baskısını azaltın. Çocuğunuzdan kendisini rahat hissetmediği takdirde şiir okumasını, hikaye anlatmasını isteyin."
Çocuğa gerekli zemini hazırlama konusunda ailenin, hayat tarzı ve iletişim biçimini analiz etmesi gerektiğini belirten Psikolog Sevim Ertuğrul, "Bu analiz sonrası değişmesi gereken faktörler belirlenip gerekli düzenlemelerin yapılması önemlidir. Daha yavaş bir konuşma ritmi çocuğunuzun konuşma sırasında hissetmekte olabileceği zaman baskısını ortadan kaldıracaktır" dedi. Çocuğun doğduğu andan itibaren, dikkatle ve sabırla dinlemesi gerektiğine vurgu yapan Ertuğrul, şöyle konuştu:
KONUŞURKEN BİRBİRİNİZİN SÖZÜNÜ KESMEYİN
"Daha kolay ve rahat konuşma hızı, ritmi, stili benimseyin. Diyalog sırasında sözün bir kişiden diğer bir kişiye geçiş oranını arttırın ve birbirinizin sözünü kesmemeye özen gösterin. Zaman baskısını azaltın. Sorularınızı değiştirerek sorun. Çevrenizdekileri iletişim kurma tarzı ve kekemelik konusunda bilinçlendirin. Çocuğunuzun kendine güvenini oluşturun ve destekleyin. Çocuğunuzla doğduğu andan itibaren konuşmaya başlayın ve devamlı konuşun. Çocuğunuza yardımcı ve destek olacak şekilde konuştuğunuz sürece, problemine değinmenizde hiçbir sakınca yoktur. Bu konuyu bir tabu haline getirmeyin. Ancak anlayışlı olmaya ve destek olmaya özen gösterin. Çocuğunuzla konuşurken doğrudan sorular sormak yerine yorum yapın. Konuşmanın baskısını azaltın. Çocuğunuzdan kendisini rahat hissetmediği takdirde şiir okumasını, hikaye anlatmasını isteyin."
26 Kasım 2014 Çarşamba
Böyle memeye sahip olmak psikolojiyi bozuyor
Asimetrik ya da aşırı büyük memeye sahip olmak kadınların psikolojisini bozuyor. Boston Çocuk Hastanesi'nde, genç kızlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre memeleri aşırı büyük olan ya da asimetrik olan kızlar ilerleyen yaşlarda mutlaka estetik operasyon olmak istiyorlar. Genç kızların bunu istemesinin sebebi de psikolojilerinin kötü etkileniyor olması.
Çalışmada, asimetrik memeye sahip olan genç kızlar, bunun ruh hallerine zarar verdiğini ve özgüvenlreinin yaşıtları olan diğer kızlardan daha kötü durumda olduğunu belirtti. Ayrıca araştırmanın ilk ayağında bu etkilerin, aşırı büyük memeye sahip genç kızlarda da görüldüğü belirtildi.
Araştırmayı yürüten ekipten Dr. Brian Labow, "Bu sonuçlar hastaların asimetrik memeye sahip olduğunda psikolojilerindeki kötü etkiyi ortaya koyuyor." dedi. Yaşları 12 ile 21 arasında değişen 59 genç kadın üzerinde yapılan çalışmada, genç kızların yüzde 40'ında bir çeşit meme sorunu vardı. Sonuçlarda bu genç kızların yeme bozukluklarına da sahip olduğu görüldü.
Çalışmada, asimetrik memeye sahip olan genç kızlar, bunun ruh hallerine zarar verdiğini ve özgüvenlreinin yaşıtları olan diğer kızlardan daha kötü durumda olduğunu belirtti. Ayrıca araştırmanın ilk ayağında bu etkilerin, aşırı büyük memeye sahip genç kızlarda da görüldüğü belirtildi.
Araştırmayı yürüten ekipten Dr. Brian Labow, "Bu sonuçlar hastaların asimetrik memeye sahip olduğunda psikolojilerindeki kötü etkiyi ortaya koyuyor." dedi. Yaşları 12 ile 21 arasında değişen 59 genç kadın üzerinde yapılan çalışmada, genç kızların yüzde 40'ında bir çeşit meme sorunu vardı. Sonuçlarda bu genç kızların yeme bozukluklarına da sahip olduğu görüldü.
Türk mucizesinin bir faydası daha
Harvard Üniversitesi’nden bilim insanlarının gerçekleştirdiği yeni bir araştırma günde iki çorba kaşığı yoğurt yemenin diyabete yakalanma riskini beşte bir oranında azalttığını ortaya çıkarttı.
200 bin kadın ve erkeğin diyetlerini 30 yıllık bir süre boyunca takip eden uzmanlar, deneyin başlangıcında aralarında diyabet hastaı bulunmayan katılımcılardan 15,156’sının deney sırasında bu hastalığa yakalandığını açıkladı. Uzmanlar diyabete yakalanma olasılığı ile süt ve peynir tüketimi arasında herhangi bir bağlantı bulamadıklarını ancak yoğurdun hastalığa yakalanma olasılığını yaklaşık %18 oranında azalttığını gördüklerini söyledi.
DİYABETTEN KORUNMANIN EN UCUZ YÖNTEMİ
BMC Medicine isimli akademik dergide yayınlanan araştırmayı gerçekleştiren Profesör Frank Hu, yoğurt yemenin diyabetten korunmanın “ucuz ve pratik bir yöntemi olduğunu” söyledi. Yoğurdun içindeki bakterilerin metabolizmanın çalışma hızını dengeleyerek diyabeti önlediği düşünülüyor.
200 bin kadın ve erkeğin diyetlerini 30 yıllık bir süre boyunca takip eden uzmanlar, deneyin başlangıcında aralarında diyabet hastaı bulunmayan katılımcılardan 15,156’sının deney sırasında bu hastalığa yakalandığını açıkladı. Uzmanlar diyabete yakalanma olasılığı ile süt ve peynir tüketimi arasında herhangi bir bağlantı bulamadıklarını ancak yoğurdun hastalığa yakalanma olasılığını yaklaşık %18 oranında azalttığını gördüklerini söyledi.
DİYABETTEN KORUNMANIN EN UCUZ YÖNTEMİ
BMC Medicine isimli akademik dergide yayınlanan araştırmayı gerçekleştiren Profesör Frank Hu, yoğurt yemenin diyabetten korunmanın “ucuz ve pratik bir yöntemi olduğunu” söyledi. Yoğurdun içindeki bakterilerin metabolizmanın çalışma hızını dengeleyerek diyabeti önlediği düşünülüyor.
Obezlerin psikolojik desteğe ihtiyacı var
Obez hastaların yüzde 15-20'sinde gıda bağımlılığının söz konusu olduğu, cerrahi uygulamanın başarılı olabilmesi için bu kişilerin mutlaka psikolojik destek almaları gerektiği belirtildi.
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Obezite Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Süleyman Bozkurt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, aşırı yemek yemenin bağımlılık yaratabileceğini belirterek, bu kişilerde obezite (aşırı şişmanlık) riskinin yüksek olduğunu söyledi.
Obezitenin basit bir hastalık olarak algılanmaması gerektiğini dile getiren Bozkurt, bunda başta genetik olmak üzere çevresel faktörlerin etkili olduğuna dikkati çekti. Bozkurt, yüksek kalorili yiyeceklerin tüketilmesi, yetersiz fiziksel aktivite ve hormonal sorunların obeziteye yol açtığını ifade etti.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, dünya çapında en az 2,8 milyon kişinin aşırı kilolu veya obez olduğunu belirten Bozkurt, "205 milyon erkek ve 20 yaşın üzerinde 297 milyon kadının obez olduğu öngörülüyor" dedi.
Bozkurt, Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması ön raporuna göre, Türkiye'de obezite sıklığının erkeklerde yüzde 20,5, kadınlarda ise yüzde 41 olduğunu ifade etti.
GİZLİCE TÜKETİLEN YEMEĞE DİKKAT
Bunların dışında üzerinde dikkatle durulması gereken bir konunun "gıda bağımlılığı" olduğunu vurgulayan Bozkurt, gıda bağımlılığının yeme bozukluğu olarak isimlendirildiğini söyledi. Bozkurt, yeme bozukluğunun sağlıksız yemenin bir kısır döngü halinde oluşması olarak ifade edildiğini belirterek, şunları kaydetti:
"Burada çoğu zaman kalorisi çok yüksek yiyeceğin yenilmesini takiben tekrar tüketme isteğinin duyulması ve aynı yiyeceğin yeniden tüketilmesinden bahsedilmektedir. Yeme bozukluklarının sebebi ile ilgili pek çok araştırma yapılmış ve davranışsal, genetik ve hormonal pek çok sebep bulunmuştur.
Özellikle kişinin kendini mutsuz hissettiğinde çok tükettiği gıdaların bulunması, aç olmadığı halde yeme istediği duyulması, bazı gıdaların saklanıp gizlice yenilmesi, tatlı veya atıştırmalıklar tüketirken kişinin kendini durdurmakta güçlük çekmesi gıda bağımlılığı olarak gösteriliyor. Ayrıca, planlananın üstünde yemek yenilmesi, yemek sonrası suçluluk duygusu hissedilmesi, sürekli kilo alma korkusu duyulması ve sürekli bir sonraki öğünün planının yapılması da gıda bağımlılığının söz konusu olabileceğini gösteriyor."
PSİKOLOJİK DESTEK ŞART
"Obez hastaların yaklaşık yüzde 15-20'sinde gıda bağımlılığının söz konusu olduğunu" anlatan Bozkurt, bu hastalarda normal popülasyona göre daha sık depresyon ve anksiyete görüldüğünü söyledi.
Bozkurt, gıda bağımlılığı altında tıkınırcasına yemek yeme, geceleri uyanıp yemek yeme ihtiyacı duymanın söz konusu olduğunu dile getirerek, "Kişi bunları yapamadığında, alkol, sigara ve ilaç gibi başka bağımlılıklar söz konusu olabiliyor. Bu nedenle aşırı yemek yeme bir bağımlılık modeli olarak gözüküyor" diye konuştu.
Bu tür davranışsal sorunlar yaşayanların mutlaka hekime başvurması gerektiğinin altını çizen Bozkurt, bu kişilerin psikolojik açıdan da değerlendirilmelerinin uygun olduğunu vurguladı.
Bozkurt, cerrahinin bir ekip işi olduğunu ve cerrahi operasyonun kalıcı başarıya ulaşabilmesi için psikolojik desteğin gerekebildiğini bildirdi. Operasyon sonrası ciddi kilo kaybı olduğunun altını çizen Bozkurt, hastanın psikolojik olarak cerrahi müdahaleye uygun olup olmadığını görmek için ameliyat öncesi görüşme yapılmasını tavsiye ettiğini kaydetti.
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Obezite Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Süleyman Bozkurt, AA muhabirine yaptığı açıklamada, aşırı yemek yemenin bağımlılık yaratabileceğini belirterek, bu kişilerde obezite (aşırı şişmanlık) riskinin yüksek olduğunu söyledi.
Obezitenin basit bir hastalık olarak algılanmaması gerektiğini dile getiren Bozkurt, bunda başta genetik olmak üzere çevresel faktörlerin etkili olduğuna dikkati çekti. Bozkurt, yüksek kalorili yiyeceklerin tüketilmesi, yetersiz fiziksel aktivite ve hormonal sorunların obeziteye yol açtığını ifade etti.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, dünya çapında en az 2,8 milyon kişinin aşırı kilolu veya obez olduğunu belirten Bozkurt, "205 milyon erkek ve 20 yaşın üzerinde 297 milyon kadının obez olduğu öngörülüyor" dedi.
Bozkurt, Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması ön raporuna göre, Türkiye'de obezite sıklığının erkeklerde yüzde 20,5, kadınlarda ise yüzde 41 olduğunu ifade etti.
GİZLİCE TÜKETİLEN YEMEĞE DİKKAT
Bunların dışında üzerinde dikkatle durulması gereken bir konunun "gıda bağımlılığı" olduğunu vurgulayan Bozkurt, gıda bağımlılığının yeme bozukluğu olarak isimlendirildiğini söyledi. Bozkurt, yeme bozukluğunun sağlıksız yemenin bir kısır döngü halinde oluşması olarak ifade edildiğini belirterek, şunları kaydetti:
"Burada çoğu zaman kalorisi çok yüksek yiyeceğin yenilmesini takiben tekrar tüketme isteğinin duyulması ve aynı yiyeceğin yeniden tüketilmesinden bahsedilmektedir. Yeme bozukluklarının sebebi ile ilgili pek çok araştırma yapılmış ve davranışsal, genetik ve hormonal pek çok sebep bulunmuştur.
Özellikle kişinin kendini mutsuz hissettiğinde çok tükettiği gıdaların bulunması, aç olmadığı halde yeme istediği duyulması, bazı gıdaların saklanıp gizlice yenilmesi, tatlı veya atıştırmalıklar tüketirken kişinin kendini durdurmakta güçlük çekmesi gıda bağımlılığı olarak gösteriliyor. Ayrıca, planlananın üstünde yemek yenilmesi, yemek sonrası suçluluk duygusu hissedilmesi, sürekli kilo alma korkusu duyulması ve sürekli bir sonraki öğünün planının yapılması da gıda bağımlılığının söz konusu olabileceğini gösteriyor."
PSİKOLOJİK DESTEK ŞART
"Obez hastaların yaklaşık yüzde 15-20'sinde gıda bağımlılığının söz konusu olduğunu" anlatan Bozkurt, bu hastalarda normal popülasyona göre daha sık depresyon ve anksiyete görüldüğünü söyledi.
Bozkurt, gıda bağımlılığı altında tıkınırcasına yemek yeme, geceleri uyanıp yemek yeme ihtiyacı duymanın söz konusu olduğunu dile getirerek, "Kişi bunları yapamadığında, alkol, sigara ve ilaç gibi başka bağımlılıklar söz konusu olabiliyor. Bu nedenle aşırı yemek yeme bir bağımlılık modeli olarak gözüküyor" diye konuştu.
Bu tür davranışsal sorunlar yaşayanların mutlaka hekime başvurması gerektiğinin altını çizen Bozkurt, bu kişilerin psikolojik açıdan da değerlendirilmelerinin uygun olduğunu vurguladı.
Bozkurt, cerrahinin bir ekip işi olduğunu ve cerrahi operasyonun kalıcı başarıya ulaşabilmesi için psikolojik desteğin gerekebildiğini bildirdi. Operasyon sonrası ciddi kilo kaybı olduğunun altını çizen Bozkurt, hastanın psikolojik olarak cerrahi müdahaleye uygun olup olmadığını görmek için ameliyat öncesi görüşme yapılmasını tavsiye ettiğini kaydetti.
25 Kasım 2014 Salı
Çıplak uyumak daha sağlıklı
ABD'de Ulusal Uyku Kurumu'nun yaptığı son araştırmalarda, her 3 yetişkinden birinin çıplak uyuduğu bildirildi.
Bu veriden yola çıkan uzmanlar, çıplak uyumanın insan üzerindeki etkilerini saptamak için araştırmalara başladı. Edinburgh Uyku Merkezi Direktörü Dr. Chris Idzikowski, gece 11'de vücut sıcaklığının en yüksek seviyeye çıktığını, sabaha karşı 4'te en düşük değere ulaştığını belirtiyor.
Eğer vücut sıcaklığı beynin istediği seviyeye inmezse kişi uyumakta zorlanabiliyor ya da rahatsız bir uyku yaşıyor. Bu nedenle çıplak uyumak vücut sıcaklığını düşürerek beyni rahatlatıyor ve kişinin deliksiz ve daha rahat uyumasını sağlıyor. Araştırmalarda çıplak uyumanın kalori yakmaya olan etkisi de belirlendi.
ABD'de yapılan araştırmalarda 5 sağlıklı erkek, ilk ay 24 derece, daha sonra 19 derece, sonra tekrar 24 derece ve son olarak 27 derece sıcaklıktaki odalarda uyudu. Araştırma sonucunda daha soğuk odada uyuyan erkeklerin daha çok kalori yaktığı ve insülin hassasiyetinin daha gelişmiş olduğu görüldü.
Bu veriden yola çıkan uzmanlar, çıplak uyumanın insan üzerindeki etkilerini saptamak için araştırmalara başladı. Edinburgh Uyku Merkezi Direktörü Dr. Chris Idzikowski, gece 11'de vücut sıcaklığının en yüksek seviyeye çıktığını, sabaha karşı 4'te en düşük değere ulaştığını belirtiyor.
Eğer vücut sıcaklığı beynin istediği seviyeye inmezse kişi uyumakta zorlanabiliyor ya da rahatsız bir uyku yaşıyor. Bu nedenle çıplak uyumak vücut sıcaklığını düşürerek beyni rahatlatıyor ve kişinin deliksiz ve daha rahat uyumasını sağlıyor. Araştırmalarda çıplak uyumanın kalori yakmaya olan etkisi de belirlendi.
ABD'de yapılan araştırmalarda 5 sağlıklı erkek, ilk ay 24 derece, daha sonra 19 derece, sonra tekrar 24 derece ve son olarak 27 derece sıcaklıktaki odalarda uyudu. Araştırma sonucunda daha soğuk odada uyuyan erkeklerin daha çok kalori yaktığı ve insülin hassasiyetinin daha gelişmiş olduğu görüldü.
Sigarayı kilo almadan bırakın
Sigarayı bırakmak kişinin sağlığında belirgin iyileşmeler sağlar. İlk 20 dakika içerisinde vücudumuzda birtakım önemli ve faydalı değişiklikler olmaya başlar. İlk 20 dakika sonra kan basıncı ve nabız sayısı normale döner, 12 saat sonra kandaki karbon monoksit düzeyi normal seviyesine düşer, 2 hafta-3 ay sonra kalp krizi geçirme riskiniz azalmaya ve akciğer fonksiyonlarınız gelişmeye başlar.
Yaklaşık 9 ay sonra nefes darlığınız ve öksürüğünüz iyice azalır, 1 yıl sonra kalp krizi geçirme riskiniz sigara içen birine göre yarı yarıya azalır…
İlk 3 gün en zor dönemdir
Ancak sigarayı bırakan kişilerde sıklıkla görülen şikâyetlerden biri kilo alımıdır. Sigara içenler, içmeyenlere göre daha az iştahlıdır. Bu durum sigara içenlerde yeterli ve dengeli besin seçimini de olumsuz etkiler.
Sigarayı bırakmayla birlikte aşırı besin tüketimine eğilim görülmekte, kolay tüketilebilir ancak yüksek kalorili besin alımı artmaktadır. İlk 3 gün en zor dönemdir. Özellikle ilk günlerde sigara içme krizinden kurtulmak için aşırı yeme eğilimini önlemek amacıyla fiziksel açlıkla duyguların neden olduğu açlık arasındaki farkı öğrenmeye çalışmak çok önemlidir.
İşte yapmanız gerekenler
Dengeli beslenme sağlığın korunması için esastır. Bu nedenle, dört besin grubundaki besinler en az 3 ana ve 3 ara öğünde yeterli miktarda alınmalıdır.
Bu geçiş döneminde tüketilecek besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin sıcak çikolata yerine süt içilmesi, tatlı yerine meyve yenilmesi, kalorisi yüksek kuru yemişler yerine kuru meyvelerin tüketilmesi tercih edilmelidir.
Çay veya kahveyle birlikte sigara içilmesi istendiğinde taze sıkılmış meyve suyu ya da meyve özlü çaylar tüketilmelidir.
Yemeklerde porsiyonların azaltılması, küçük kase ve tabak kullanılması da kilo kontrolü sağlar.
Sigarayı bırakan bireylerde savunma sistemini güçlendirmek ve oluşan serbest radikallerin vücuda verdikleri hasarın vücut tarafından onarılmasına yardımcı olmak amacıyla her gün mevsiminde bol bulunan sebze ve meyvelerden tüketilmesi önerilir.
Sigarayı bırakanlarda görülen bir diğer sorun kabızlıktır. Bu soruna karşı tam tahıl ürünleri ve kepekli ürünler tercih edilmeli; kuru meyvelerden erik, incir ve kayısı tüketimi artırılmalı.
Zehiri bol su içerek atın
Fiziksel aktivite kalorileri yakar ve nikotine de yemeğe de odaklanmayı azaltır. Spor, stresi de azaltır ki bu sigarayı bırakırken savaştığınız ikinci canavardır. Haftada en az 3 kez yarım saat tempolu yürümek yararlı olur.
Sigaranın vücutta neden olduğu toksik maddelerin atılabilmesi için en iyi kaynak sudur. Bu nedenle, her gün en az 2-2.5 litre (12-14 su bardağı) su içilmeli, sıvı alımının karşılanmasında ıhlamur, adaçayı, kuşburnu çayı, açık çay gibi içecekler tercih edilmelidir.
Yaklaşık 9 ay sonra nefes darlığınız ve öksürüğünüz iyice azalır, 1 yıl sonra kalp krizi geçirme riskiniz sigara içen birine göre yarı yarıya azalır…
İlk 3 gün en zor dönemdir
Ancak sigarayı bırakan kişilerde sıklıkla görülen şikâyetlerden biri kilo alımıdır. Sigara içenler, içmeyenlere göre daha az iştahlıdır. Bu durum sigara içenlerde yeterli ve dengeli besin seçimini de olumsuz etkiler.
Sigarayı bırakmayla birlikte aşırı besin tüketimine eğilim görülmekte, kolay tüketilebilir ancak yüksek kalorili besin alımı artmaktadır. İlk 3 gün en zor dönemdir. Özellikle ilk günlerde sigara içme krizinden kurtulmak için aşırı yeme eğilimini önlemek amacıyla fiziksel açlıkla duyguların neden olduğu açlık arasındaki farkı öğrenmeye çalışmak çok önemlidir.
İşte yapmanız gerekenler
Dengeli beslenme sağlığın korunması için esastır. Bu nedenle, dört besin grubundaki besinler en az 3 ana ve 3 ara öğünde yeterli miktarda alınmalıdır.
Bu geçiş döneminde tüketilecek besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin sıcak çikolata yerine süt içilmesi, tatlı yerine meyve yenilmesi, kalorisi yüksek kuru yemişler yerine kuru meyvelerin tüketilmesi tercih edilmelidir.
Çay veya kahveyle birlikte sigara içilmesi istendiğinde taze sıkılmış meyve suyu ya da meyve özlü çaylar tüketilmelidir.
Yemeklerde porsiyonların azaltılması, küçük kase ve tabak kullanılması da kilo kontrolü sağlar.
Sigarayı bırakan bireylerde savunma sistemini güçlendirmek ve oluşan serbest radikallerin vücuda verdikleri hasarın vücut tarafından onarılmasına yardımcı olmak amacıyla her gün mevsiminde bol bulunan sebze ve meyvelerden tüketilmesi önerilir.
Sigarayı bırakanlarda görülen bir diğer sorun kabızlıktır. Bu soruna karşı tam tahıl ürünleri ve kepekli ürünler tercih edilmeli; kuru meyvelerden erik, incir ve kayısı tüketimi artırılmalı.
Zehiri bol su içerek atın
Fiziksel aktivite kalorileri yakar ve nikotine de yemeğe de odaklanmayı azaltır. Spor, stresi de azaltır ki bu sigarayı bırakırken savaştığınız ikinci canavardır. Haftada en az 3 kez yarım saat tempolu yürümek yararlı olur.
Sigaranın vücutta neden olduğu toksik maddelerin atılabilmesi için en iyi kaynak sudur. Bu nedenle, her gün en az 2-2.5 litre (12-14 su bardağı) su içilmeli, sıvı alımının karşılanmasında ıhlamur, adaçayı, kuşburnu çayı, açık çay gibi içecekler tercih edilmelidir.
24 Kasım 2014 Pazartesi
Şeker, depresyon ve endişeyi körüklüyor!
Şekerli gıdaların sadece kilo aldırmadığı aynı zamanda depresyon ve endişe halini kötüleştirdiği, beynin strese verdiği tepkinin değişmesine yol açtığı belirlendi.
Yeni Asır'da yer alan habere göre Amerikalı bilim adamlarının araştırması, bisküvi, çikolata, şekerleme gibi birçok hazır gıda ürününde kullanılan, meyve ve sebzelerde doğal halde bulunan fruktozun fazla alımının özellikle strese verilen tepkinin geliştiği ergenlik döneminde depresyonun ve endişe halinin kötüleşmesine yol açtığını gösterdi.
Fareler üzerinde yapılan araştırmada fruktozun fazla tüketilmesinin beyni değiştirdiği ve bu durumun da davranışları olumsuz yönde etkilediği ortaya çıktı. Genç ve yetişkin farelere normal ve aşırı fruktoz diyeti uygulayan bilim adamları, 10 hafta sonra hayvanları strese maruz bıraktı. Fazla fruktoz alan genç farelerin daha fazla stres hormonu salgıladığı, depresyon ve endişe belirtilerinin arttığı gözlendi.
Aşırı fruktoz alımı durumunda gençlerin yoğun stres altında kalabileceğini belirten bilim adamları, uzun süre devam eden stres halinin kan basıncını yükselttiğine, bağışıklık sistemini zayıflattığına, kalp krizi ve felç riskini artırdığına, kısırlığa yol açtığına ve yaşlanmayı hızlandırdığına dikkati çekti. Araştırmanın sonuçları Washington'da düzenlenen Neuroscience derneğinin bu yılki toplantısında sunuldu.
Yeni Asır'da yer alan habere göre Amerikalı bilim adamlarının araştırması, bisküvi, çikolata, şekerleme gibi birçok hazır gıda ürününde kullanılan, meyve ve sebzelerde doğal halde bulunan fruktozun fazla alımının özellikle strese verilen tepkinin geliştiği ergenlik döneminde depresyonun ve endişe halinin kötüleşmesine yol açtığını gösterdi.
Fareler üzerinde yapılan araştırmada fruktozun fazla tüketilmesinin beyni değiştirdiği ve bu durumun da davranışları olumsuz yönde etkilediği ortaya çıktı. Genç ve yetişkin farelere normal ve aşırı fruktoz diyeti uygulayan bilim adamları, 10 hafta sonra hayvanları strese maruz bıraktı. Fazla fruktoz alan genç farelerin daha fazla stres hormonu salgıladığı, depresyon ve endişe belirtilerinin arttığı gözlendi.
Aşırı fruktoz alımı durumunda gençlerin yoğun stres altında kalabileceğini belirten bilim adamları, uzun süre devam eden stres halinin kan basıncını yükselttiğine, bağışıklık sistemini zayıflattığına, kalp krizi ve felç riskini artırdığına, kısırlığa yol açtığına ve yaşlanmayı hızlandırdığına dikkati çekti. Araştırmanın sonuçları Washington'da düzenlenen Neuroscience derneğinin bu yılki toplantısında sunuldu.
Grip, erken doğum riskini artırabilir!
Kadın hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Faruk Buyru, gribin erken doğum riskini artırabileceğini kaydederek, hem anne adayı hem de doğacak bebeği korumak açısından grip aşısının önerilebileceğini belirtti.
Yeni Asır Gazetesi'nin haberine göre Buyru, yazılı açıklamasında, hamilelerin, havaların soğuması ve kapalı ortamlarda bulunmanın artması ile gribal ve üst solunum yolu enfeksiyonları ile daha sık karşılaştığını kaydetti. Gebelerin, bağışıklıkla ilgili problemleri olabildiği için enfeksiyona daha kolay yakalanabildiğine işaret eden Buyru, bunun hem anneyi hem de bebeği olumsuz etkiyebilecek bir durum oluşturduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Buyru, anne adaylarının gripten korunmasının çok önemli olduğuna dikkati çekerek, şöyle devam etti: ''Amaç böyle bir hastalığın ortaya çıkmasını engellemek, annenin direncini artırarak hastalıklara yakalanma sıklığını azaltmak. Hastalık ortaya çıktığında da gerekli önlemler alınarak, bir an önce gebenin iyileşmesi ve bunu en az hasarla atlatması sağlanmalıdır. Yapılması gereken en önemli şey, uzun süre kapalı ortamlarda bulunmamak, odayı odayı havalandırmaktır. Vücut direncini artırıcı C vitamininden zengin meyvelerle beslenmek ve uyku saatlerine dikkat etmek de koruyucu tedbirler arasında.''
Grip ortaya çıktıktan sonra alınacak tedbirlere ilişkin olarak da Buyru, şu bilgileri verdi: ''Grip ortaya çıktıktan sonra da genel önlemler olarak ateş düşürücü, parasetamol grubu ilaçlar ve vitaminler, pastiller, burun spreyi kullanılabilir. Yüksek ateş yoksa, kırgınlık, burun akması, boğazda kuruluk, yanma ile seyrediyorsa bir doktora gereksinim yok. Bu durumda gebe yine de doktorunu arayıp gerekli önlemleri almasını sağlayabilir. Ateş 38 derecenin üstüne çıkarsa doktor tavsiyesi ile antibiyotik kullanılabilir.''
"ANNEYE YAPILAN AŞI BEBEĞİ'DE KORUYABİLİR"
Prof. Dr. Faruk Buyru, uzun süren yüksek ateş ve enfeksiyonun anneyi olduğu kadar bebeği de olumsuz etkilediğini vurguladı. ''Enfeksiyon süreci boyunca bebeğin gelişiminde duraklama, yavaşlama olabilir, erken doğum riski artabilir'' ifadelerini kullanan Faruk Buyru, kısa sürede ve kendi kendine geçmeyen bir enfeksiyon söz konusu ise doktor desteğine ihtiyaç olabileceğini belirtti.
Buyru, grip aşısının, canlı virüs aşısı olmadığı için gebelikte her dönemde rahatlıkla uygulanabileceğinin altını çizerek, açıklamasında şu ifadelere yer verdi: ''Hem anne adayı hem de doğacak bebeği korumak açısından grip aşısı önerilebilir. Şunu biliyoruz ki anneye yapılacak grip aşısı doğumdan sonra bebeği de ilk 6 ay boyunca grip hastalığından koruyacaktır. Oluşacak antikorlar bebeği de olumlu etkileyip, yeni doğan dönemde enfeksiyon oluşma sıklığını azaltacaktır. Aşı yerinde hafif kızarıklık alerjik reaksiyonlar, hafif üst solunum yolu enfeksiyonu gibi geçiştirilebilecek yan etkilere sahip olabilir ama bunlar hiçbir zaman ciddi yan etkiler değil. Onun için gebeler Ekim-Kasım aylarında grip aşısı yaptırabilir.''
Yeni Asır Gazetesi'nin haberine göre Buyru, yazılı açıklamasında, hamilelerin, havaların soğuması ve kapalı ortamlarda bulunmanın artması ile gribal ve üst solunum yolu enfeksiyonları ile daha sık karşılaştığını kaydetti. Gebelerin, bağışıklıkla ilgili problemleri olabildiği için enfeksiyona daha kolay yakalanabildiğine işaret eden Buyru, bunun hem anneyi hem de bebeği olumsuz etkiyebilecek bir durum oluşturduğunu bildirdi.
Prof. Dr. Buyru, anne adaylarının gripten korunmasının çok önemli olduğuna dikkati çekerek, şöyle devam etti: ''Amaç böyle bir hastalığın ortaya çıkmasını engellemek, annenin direncini artırarak hastalıklara yakalanma sıklığını azaltmak. Hastalık ortaya çıktığında da gerekli önlemler alınarak, bir an önce gebenin iyileşmesi ve bunu en az hasarla atlatması sağlanmalıdır. Yapılması gereken en önemli şey, uzun süre kapalı ortamlarda bulunmamak, odayı odayı havalandırmaktır. Vücut direncini artırıcı C vitamininden zengin meyvelerle beslenmek ve uyku saatlerine dikkat etmek de koruyucu tedbirler arasında.''
Grip ortaya çıktıktan sonra alınacak tedbirlere ilişkin olarak da Buyru, şu bilgileri verdi: ''Grip ortaya çıktıktan sonra da genel önlemler olarak ateş düşürücü, parasetamol grubu ilaçlar ve vitaminler, pastiller, burun spreyi kullanılabilir. Yüksek ateş yoksa, kırgınlık, burun akması, boğazda kuruluk, yanma ile seyrediyorsa bir doktora gereksinim yok. Bu durumda gebe yine de doktorunu arayıp gerekli önlemleri almasını sağlayabilir. Ateş 38 derecenin üstüne çıkarsa doktor tavsiyesi ile antibiyotik kullanılabilir.''
"ANNEYE YAPILAN AŞI BEBEĞİ'DE KORUYABİLİR"
Prof. Dr. Faruk Buyru, uzun süren yüksek ateş ve enfeksiyonun anneyi olduğu kadar bebeği de olumsuz etkilediğini vurguladı. ''Enfeksiyon süreci boyunca bebeğin gelişiminde duraklama, yavaşlama olabilir, erken doğum riski artabilir'' ifadelerini kullanan Faruk Buyru, kısa sürede ve kendi kendine geçmeyen bir enfeksiyon söz konusu ise doktor desteğine ihtiyaç olabileceğini belirtti.
Buyru, grip aşısının, canlı virüs aşısı olmadığı için gebelikte her dönemde rahatlıkla uygulanabileceğinin altını çizerek, açıklamasında şu ifadelere yer verdi: ''Hem anne adayı hem de doğacak bebeği korumak açısından grip aşısı önerilebilir. Şunu biliyoruz ki anneye yapılacak grip aşısı doğumdan sonra bebeği de ilk 6 ay boyunca grip hastalığından koruyacaktır. Oluşacak antikorlar bebeği de olumlu etkileyip, yeni doğan dönemde enfeksiyon oluşma sıklığını azaltacaktır. Aşı yerinde hafif kızarıklık alerjik reaksiyonlar, hafif üst solunum yolu enfeksiyonu gibi geçiştirilebilecek yan etkilere sahip olabilir ama bunlar hiçbir zaman ciddi yan etkiler değil. Onun için gebeler Ekim-Kasım aylarında grip aşısı yaptırabilir.''
Etiketler:
grip,
hastalık,
kadın,
normal doğum,
sağlık
İnternetten satın alınan ilaçlara dikkat!
9. Bölge Eskişehir-Bilecik Eczacılar Odası Başkanı, cinsel gücü arttırıcı ilaçları eczaneler yerine çoğunlukla utandıkları için internet üzerinden alan vatandaşların, ölümle sonuçlanabilecek durumlarla karşı karşıya olduğunu söyledi.
İHA'da yer alan habere göre son yıllarda satışlarında artış gösteren cinsel gücü arttırıcı ilaçlar vatandaşlar tarafından çoğunlukla sanal ortamdan alınıyor. Sağlık Bakanlığı tarafından onaylı olan ilaçları eczanelerden almaktan utanan vatandaşlar, kimsenin görmediği ve hangi koşullarda yapıldığının bilinmediği genellikle internet üzerinden satış yapılan ilaçları tercih ediyor.
ÖLÜMLE BURUN BURUNA GELEBİLİYORLAR
Bu tür ilaçlardan kullanan vatandaşlar ölümle burun buruna geliyor. Türkiye'de bu tür ilacı kullandıktan sonra hayatını kaybeden vatandaşlarda olmasına rağmen, konudan henüz ders çıkartılmış değil.
Değişiklik kampanyalar düzenleyerek vatandaşın sağlığını hiçe sayan bu tür ilaçların önüne ne yazık ki geçilemiyor.
İHA'da yer alan habere göre son yıllarda satışlarında artış gösteren cinsel gücü arttırıcı ilaçlar vatandaşlar tarafından çoğunlukla sanal ortamdan alınıyor. Sağlık Bakanlığı tarafından onaylı olan ilaçları eczanelerden almaktan utanan vatandaşlar, kimsenin görmediği ve hangi koşullarda yapıldığının bilinmediği genellikle internet üzerinden satış yapılan ilaçları tercih ediyor.
ÖLÜMLE BURUN BURUNA GELEBİLİYORLAR
Bu tür ilaçlardan kullanan vatandaşlar ölümle burun buruna geliyor. Türkiye'de bu tür ilacı kullandıktan sonra hayatını kaybeden vatandaşlarda olmasına rağmen, konudan henüz ders çıkartılmış değil.
Değişiklik kampanyalar düzenleyerek vatandaşın sağlığını hiçe sayan bu tür ilaçların önüne ne yazık ki geçilemiyor.
zehirlenme,
Emzirme süresinin, çocuğun zekasını etkilediği belirlendi. ABD'deki Boston Çocuk Hastanesi'nden Mandy B. Belfort ve ekibi, emzirme süresiyle çocukların bilişsel zekası arasındaki ilişkiyi inceledi.
Yeni Asır'da yer alan habere göre daha uzun süre emziren annelerin bebeklerinin, 3 yaşında Peabody Resim-Kelime Testi'nden ve 7 yaşında Kaufman Kısa Zeka Testi'nden daha yüksek puan aldığı görüldü.
Emzirilen her ayın çocuğun IQ'suna katkıda bulunduğuna dikkati çeken bilim adamları, doğumdan sonra 1 yıl emzirmenin IQ'nun 4 puan artmasını sağlayabileceğini belirtti. Bilim adamları bu sonuçların, bebeklerin 6 ay sadece anne sütüyle beslenmesi ve en az 1 yıl emzirmenin devam etmesi tavsiyesini desteklediğini vurguladı. Araştırma, "JAMA Pediatrics" dergisinde yayımlandı.
Yeni Asır'da yer alan habere göre daha uzun süre emziren annelerin bebeklerinin, 3 yaşında Peabody Resim-Kelime Testi'nden ve 7 yaşında Kaufman Kısa Zeka Testi'nden daha yüksek puan aldığı görüldü.
Emzirilen her ayın çocuğun IQ'suna katkıda bulunduğuna dikkati çeken bilim adamları, doğumdan sonra 1 yıl emzirmenin IQ'nun 4 puan artmasını sağlayabileceğini belirtti. Bilim adamları bu sonuçların, bebeklerin 6 ay sadece anne sütüyle beslenmesi ve en az 1 yıl emzirmenin devam etmesi tavsiyesini desteklediğini vurguladı. Araştırma, "JAMA Pediatrics" dergisinde yayımlandı.
Doğurganlıkla ilgili bilinmesi gereken 10 bilgi
Amerika’da yapılan araştırmalar doğurganlık hakkında bilinmesi gereken ama çiftler tarafından bilinmeyen 10 bilgiyi ortaya koydu.
The New YorkTimes’ta yayınlanan araştırma sonucu yorumlayan Tüp Bebek, Üreme İmmünolojisi ve Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Halit Fırat Erden“ Araştırma uzmanların sık sık değindiği noktaların doğruluğunu bir kez daha ortaya koydu. Doğuştan gelen genetik faktörler, yaşam içindeki stres,hastalık, beslenme şekli çiftlerin doğurganlık kabiliyetini olumsuz etkiler” dedi.
Amerika’nın önde gelen The New York Times gazetesinde yayınlanan araştırma haberi infertilçiftlere “Önce öğren sonra tedavi ol” mesajını verdi. Tüp Bebek, Üreme İmmünolojisi ve Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Halit Fırat Erden her geçen gün artan infertil çiftlerin bilgi kirliliğine karşı dikkatli, bilinçli ve araştırmacı olması gerektiğini söyledi. Erden The New York Times’ta yayınlanançocuk sahibi olmak isteyen ailelerin doğurganlıkla ilgili bilmesi gereken 10 bilgiyi yorumladı.
1. Doğuşta sahip olunan yumurta sayısı doğurganlığı etkileyen genetik faktördür.
Doktorlar doğuşta sahip olunan yumurta sayısının doğurganlık süresini belirlediğine inanıyor. Kadınlar yumurtalıklarında yaklaşık iki milyon yumurta ile doğar. Üreme döneminde yumurtlanan her bir yumurta için yaklaşık bin yumurtada programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Sigara içmek ve belirli kemoterapi türleri gibi diğer etkenler yumurta hücrelerinin ölümünü hızlandırarak erken menopoza neden olabilir.
2. Düzenli adet dönemleri ovülasyonun düzenli olduğunu gösterir.
Adet dönemi çoğu kadın için 24 ile 35 gün arasında olmak üzere düzenlidir. Bu genellikle düzenli, öngörülebilir yumurtanın çatlama döneminin göstergesidir. Düzenli olarak yumurtlamayan kadınların adet dönemleri düzensizdir. Hiç yumurtlamayan kadınlarda ise PolikistikOverSendromu (PCOS) adı verilen bir genetik bir durum söz konusu olabilir.
3. Bazal vücut ısısı şeması ovülasyonu öngörmez.
Yumurtanın çatlama dönemi (ovülasyon) takibi için kullanılan eski bir yöntem, her Sabah yataktan çıkmadan önce ağız yoluyla vücut sıcaklığını ölçmeyi gerektirir. Bubazal vücut ısısıdır. Bu yöntem bazal vücut ısısında bir artış belirleyerek progesteron üretildiğini görmek için kullanılır.
Bu yöntemin kullanılmasındaki temel amaç vücut sıcaklığının ovülasyon meydana geldikten sonra yükselmesidir. Bu durum hamile kalmak için en doğru ilişki zamanının ayarlanmasını güçleştirir.
Kullanılabilecek daha iyi bir yöntem idrar üzerinde yapılan ovülasyon test kitleridir. Bu kitler, luteinizing hormonu (LH) adı verilen ve ovülasyonu başlatan hormonu test etme amaçlıdır.
4.Fallop tüpleri tıkalı olan çoğu kadın daha önce pelvik enfeksiyon geçirmiş olduğunun farkında değildir.
İnfertilite durumlarının yaklaşık yüzde 10’u tam blokaj veya tüplerin tıkalı ya da hasarlı olması sonucunda normalfonksiyon gösterememesine bağlı "tubal faktör" adı verilenbozukluk sonucupelvik yaralanma ile meydana gelir. Tubal hastalığın başlıca nedenlerinden biri de daha önce klamidya gibi cinsel yolla bulaşan bir hastalıkla oluşmuş pelvik enfeksiyondur. Bu enfeksiyonlar çok az belirti gösterdiği için tüpleri etkiledikleri fark edilmeyebilir.
Bu nedenle 6 ay veya daha uzun denediği halde hamile kalınamıyorsafertilite uzmanlarıhisterosalpingografi (HSG) adı verilen ilaçlı rahim ve tüp filmini gerekli görür.
5. Birçok durumda stres infertiliteye neden olmaz.
Kadınlar bazı aşırı fiziksel ve duygusal sıkıntılar hariç olmak üzere düzenli bir şekilde yumurtlamaya devam edecektir. Tatilde hamile kalmanın nedeni rahatlamanın etkisinden çok, rastlantı ve seksin iyi zamanlanmış olması ile ilgilidir.
6. Çoğu kadın 44 yaşına geldiğinde düzenli olarak yumurtluyor olsa bile infertildir.
Etkili bir fertilite tedavisi yapılsa dahi 43 yaştan sonra hamile kalma oranı çok düşüktür. 40’lı yaşların ortalarında hamile kalan çoğu kadın, daha genç kadınlardan alınan donör yumurtalar kullanmaktadır.
7. Geçmişte baba olmuş olmak fertilite garantisi değildir.
Sperm sayıları zaman içinde önemli derecede değişebilir. Bu nedenle geçmişteki bir hamileliğin fertil sperm garantileyeceğini varsaymayın. Semen analizi yaptırmak spermlerin hala sağlıklı olduğundan emin olmanın tek yoludur!
8. Diyet çoğunlukla fertilite üzerinde pek etkili değildir.
Basında sıkça görülmesine rağmen belirli bir diyetin veya besinin fertiliteyi artırdığını gösteren bilimsel veriler azdır. Fazla kapsamlı olmayan bir çalışma zeytinyağı, balık ve baklagillerin olduğu bir Akdeniz diyetinin doğurganlığın artırılmasına yardımcı olabileceğini göstermiştir.
9. D vitaminifertilite tedavilerinin sonuçlarını olumlu etkileyebilir.
Güney Kaliforniya Üniversitesi tarafından yakın bir zamanda yapılan çalışma, fertilite tedavisi gören fakat D vitamini seviyeleri düşük olan kadınların hamile kalma oranlarının düşük olabileceğini gösterdi. Bu vitamin hamilelik sırasında da gereklidir. Pacific Fertility Center olarak hastalarımıza günde 2 bin-4 bin IU (0,05 mg-0,1 mg) almalarını önerilir.
10. Aşırı zayıf veya aşırı kilolu olmak düşük fertilite seviyeleri ile bağlantılıdır.
Son yıllarda yapılan araştırmalarobezitenin hamile kalmayı geciktirdiğini ortaya çıkarmıştır. 18’in altında veya 32’nin üzerinde vücut kitle endeksine sahip olunması, yumurtlama ve hamile kalmanın yanı sıra hamilelik sırasında da görülecek sorunlar ile ilişkilidir.
The New YorkTimes’ta yayınlanan araştırma sonucu yorumlayan Tüp Bebek, Üreme İmmünolojisi ve Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Halit Fırat Erden“ Araştırma uzmanların sık sık değindiği noktaların doğruluğunu bir kez daha ortaya koydu. Doğuştan gelen genetik faktörler, yaşam içindeki stres,hastalık, beslenme şekli çiftlerin doğurganlık kabiliyetini olumsuz etkiler” dedi.
Amerika’nın önde gelen The New York Times gazetesinde yayınlanan araştırma haberi infertilçiftlere “Önce öğren sonra tedavi ol” mesajını verdi. Tüp Bebek, Üreme İmmünolojisi ve Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Halit Fırat Erden her geçen gün artan infertil çiftlerin bilgi kirliliğine karşı dikkatli, bilinçli ve araştırmacı olması gerektiğini söyledi. Erden The New York Times’ta yayınlanançocuk sahibi olmak isteyen ailelerin doğurganlıkla ilgili bilmesi gereken 10 bilgiyi yorumladı.
1. Doğuşta sahip olunan yumurta sayısı doğurganlığı etkileyen genetik faktördür.
Doktorlar doğuşta sahip olunan yumurta sayısının doğurganlık süresini belirlediğine inanıyor. Kadınlar yumurtalıklarında yaklaşık iki milyon yumurta ile doğar. Üreme döneminde yumurtlanan her bir yumurta için yaklaşık bin yumurtada programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Sigara içmek ve belirli kemoterapi türleri gibi diğer etkenler yumurta hücrelerinin ölümünü hızlandırarak erken menopoza neden olabilir.
2. Düzenli adet dönemleri ovülasyonun düzenli olduğunu gösterir.
Adet dönemi çoğu kadın için 24 ile 35 gün arasında olmak üzere düzenlidir. Bu genellikle düzenli, öngörülebilir yumurtanın çatlama döneminin göstergesidir. Düzenli olarak yumurtlamayan kadınların adet dönemleri düzensizdir. Hiç yumurtlamayan kadınlarda ise PolikistikOverSendromu (PCOS) adı verilen bir genetik bir durum söz konusu olabilir.
3. Bazal vücut ısısı şeması ovülasyonu öngörmez.
Yumurtanın çatlama dönemi (ovülasyon) takibi için kullanılan eski bir yöntem, her Sabah yataktan çıkmadan önce ağız yoluyla vücut sıcaklığını ölçmeyi gerektirir. Bubazal vücut ısısıdır. Bu yöntem bazal vücut ısısında bir artış belirleyerek progesteron üretildiğini görmek için kullanılır.
Bu yöntemin kullanılmasındaki temel amaç vücut sıcaklığının ovülasyon meydana geldikten sonra yükselmesidir. Bu durum hamile kalmak için en doğru ilişki zamanının ayarlanmasını güçleştirir.
Kullanılabilecek daha iyi bir yöntem idrar üzerinde yapılan ovülasyon test kitleridir. Bu kitler, luteinizing hormonu (LH) adı verilen ve ovülasyonu başlatan hormonu test etme amaçlıdır.
4.Fallop tüpleri tıkalı olan çoğu kadın daha önce pelvik enfeksiyon geçirmiş olduğunun farkında değildir.
İnfertilite durumlarının yaklaşık yüzde 10’u tam blokaj veya tüplerin tıkalı ya da hasarlı olması sonucunda normalfonksiyon gösterememesine bağlı "tubal faktör" adı verilenbozukluk sonucupelvik yaralanma ile meydana gelir. Tubal hastalığın başlıca nedenlerinden biri de daha önce klamidya gibi cinsel yolla bulaşan bir hastalıkla oluşmuş pelvik enfeksiyondur. Bu enfeksiyonlar çok az belirti gösterdiği için tüpleri etkiledikleri fark edilmeyebilir.
Bu nedenle 6 ay veya daha uzun denediği halde hamile kalınamıyorsafertilite uzmanlarıhisterosalpingografi (HSG) adı verilen ilaçlı rahim ve tüp filmini gerekli görür.
5. Birçok durumda stres infertiliteye neden olmaz.
Kadınlar bazı aşırı fiziksel ve duygusal sıkıntılar hariç olmak üzere düzenli bir şekilde yumurtlamaya devam edecektir. Tatilde hamile kalmanın nedeni rahatlamanın etkisinden çok, rastlantı ve seksin iyi zamanlanmış olması ile ilgilidir.
6. Çoğu kadın 44 yaşına geldiğinde düzenli olarak yumurtluyor olsa bile infertildir.
Etkili bir fertilite tedavisi yapılsa dahi 43 yaştan sonra hamile kalma oranı çok düşüktür. 40’lı yaşların ortalarında hamile kalan çoğu kadın, daha genç kadınlardan alınan donör yumurtalar kullanmaktadır.
7. Geçmişte baba olmuş olmak fertilite garantisi değildir.
Sperm sayıları zaman içinde önemli derecede değişebilir. Bu nedenle geçmişteki bir hamileliğin fertil sperm garantileyeceğini varsaymayın. Semen analizi yaptırmak spermlerin hala sağlıklı olduğundan emin olmanın tek yoludur!
8. Diyet çoğunlukla fertilite üzerinde pek etkili değildir.
Basında sıkça görülmesine rağmen belirli bir diyetin veya besinin fertiliteyi artırdığını gösteren bilimsel veriler azdır. Fazla kapsamlı olmayan bir çalışma zeytinyağı, balık ve baklagillerin olduğu bir Akdeniz diyetinin doğurganlığın artırılmasına yardımcı olabileceğini göstermiştir.
9. D vitaminifertilite tedavilerinin sonuçlarını olumlu etkileyebilir.
Güney Kaliforniya Üniversitesi tarafından yakın bir zamanda yapılan çalışma, fertilite tedavisi gören fakat D vitamini seviyeleri düşük olan kadınların hamile kalma oranlarının düşük olabileceğini gösterdi. Bu vitamin hamilelik sırasında da gereklidir. Pacific Fertility Center olarak hastalarımıza günde 2 bin-4 bin IU (0,05 mg-0,1 mg) almalarını önerilir.
10. Aşırı zayıf veya aşırı kilolu olmak düşük fertilite seviyeleri ile bağlantılıdır.
Son yıllarda yapılan araştırmalarobezitenin hamile kalmayı geciktirdiğini ortaya çıkarmıştır. 18’in altında veya 32’nin üzerinde vücut kitle endeksine sahip olunması, yumurtlama ve hamile kalmanın yanı sıra hamilelik sırasında da görülecek sorunlar ile ilişkilidir.
Bu hastalık en çok öğretmenlerde görülüyor!
Geleceğimizin temellerini atan, hepimizin hayatında önemli yeri olan öğretmenlerimizin bazı hastalıklarla boğuşmak zorunda kaldığını ve bu hastalıkların öğretmen hastalığı olarak anıldığını biliyor muydunuz?
Milliyet'in haberine göre; Öğretmenlerde daha fazla görülen ve ses kısıklığı ile ortaya çıkan hastalıkları Hisar Intercontinental Hospital Kulak Burun Boğaz Hastalıkları ve Baş Boyun Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Cem Erdurak ile konuştuk.
Özellikle yoğun iş temposu içinde sesini sürekli kullanmak zorunda olan öğretmenlerde, farenjit, larenjit, ses teli nodülleri, ses teli polipleri ve kistleri, alerji, reflü en sık karşılaşılan ve tedavisinde geç kalındığı takdirde kronikleşen önemli hastalıklar olduğunu belirten Op. Dr. Erdurak; ‘Sesini uzun süre tempolu ve yüksek tonda kullanan öğretmenlerde, ses tellerinde olumsuz değişiklikler görülür. Bu temponun içerisine fast food ile beslenme, sık sık çay ve kahve tüketimi, alerjik tahta kalemlerinin etkisine, sigara kullanımı da eklendiği takdirde ses tellerinde olumsuz değişiklikler hızla ilerleyerek, ses tellerinin yapısını bozar ve kronikleşen ses teli hastalıklarına yol açar.’ diye konuştu…
Öğretmenseniz Bu Önerileri Dikkate Alın!
1.Özellikle ders anlatırken sesinizin kullanımını ders süresi ile orantılı ayarlayın. Sesinizi tempolu ve heyecanlı değil; daha düşük tonda ve yormadan kullanın.
2.Fısıldamak da ses telleri için zararlı bir konuşma şeklidir. Sesinizi korumak amacıyla fısıldayarak da konuşmayın;
3.Gün içinde belli aralıklarla sesinizi dinlendirmeye de özen gösterin.
4.Sesinizi kullanırken nefesinizi ayarlamayı öğrenin
5.Yeterli solunum desteği sağlamadan konuşmak, boyundaki ve ses tellerini kontrol eden kaslara ilave yük getirir ve sesin etkinliğini azaltır. Konuşma sırasında bir nefeste gerektiğinden fazla kelime söylemeye çalışmak zararlıdır.
6.Konuşma sırasında cümleleri bölmeden, önemli kelimelerden önce duraklayarak, yazılı metinleri okurken virgüllerde yeni bir nefes almaya özen göstererek konuşun.
7.Bu işlemleri çok sık tekrarlayarak alışın ve konuşmanın anlamını ve akışını bozmayacak şekilde nefesinizi kullanmayı öğrenin.
8.Güzel ve doğal bir ses için, ses tellerinin titreşmesi yanında güçlü ve doğru bir solunum desteği gerekir.
9.Ders anlatırken oda sıcaklığında su içerek boğazınızı ıslak tutun. Bu önemli oranda koruyucudur.
10.Ders aralarında ılık bitki çayı ya da ıhlamur tüketin.
11.Reflüye neden olacak çikolata, kuruyemiş ve asitli içeceklerden uzak durun.
12.Sigara kullanmayın.
13.Uzun süredir var olan ve giderek artan bir ses kısıklığınız varsa mutlaka kulak burun boğaz hastalıkları hekimine başvurun.
Milliyet'in haberine göre; Öğretmenlerde daha fazla görülen ve ses kısıklığı ile ortaya çıkan hastalıkları Hisar Intercontinental Hospital Kulak Burun Boğaz Hastalıkları ve Baş Boyun Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Cem Erdurak ile konuştuk.
Özellikle yoğun iş temposu içinde sesini sürekli kullanmak zorunda olan öğretmenlerde, farenjit, larenjit, ses teli nodülleri, ses teli polipleri ve kistleri, alerji, reflü en sık karşılaşılan ve tedavisinde geç kalındığı takdirde kronikleşen önemli hastalıklar olduğunu belirten Op. Dr. Erdurak; ‘Sesini uzun süre tempolu ve yüksek tonda kullanan öğretmenlerde, ses tellerinde olumsuz değişiklikler görülür. Bu temponun içerisine fast food ile beslenme, sık sık çay ve kahve tüketimi, alerjik tahta kalemlerinin etkisine, sigara kullanımı da eklendiği takdirde ses tellerinde olumsuz değişiklikler hızla ilerleyerek, ses tellerinin yapısını bozar ve kronikleşen ses teli hastalıklarına yol açar.’ diye konuştu…
Öğretmenseniz Bu Önerileri Dikkate Alın!
1.Özellikle ders anlatırken sesinizin kullanımını ders süresi ile orantılı ayarlayın. Sesinizi tempolu ve heyecanlı değil; daha düşük tonda ve yormadan kullanın.
2.Fısıldamak da ses telleri için zararlı bir konuşma şeklidir. Sesinizi korumak amacıyla fısıldayarak da konuşmayın;
3.Gün içinde belli aralıklarla sesinizi dinlendirmeye de özen gösterin.
4.Sesinizi kullanırken nefesinizi ayarlamayı öğrenin
5.Yeterli solunum desteği sağlamadan konuşmak, boyundaki ve ses tellerini kontrol eden kaslara ilave yük getirir ve sesin etkinliğini azaltır. Konuşma sırasında bir nefeste gerektiğinden fazla kelime söylemeye çalışmak zararlıdır.
6.Konuşma sırasında cümleleri bölmeden, önemli kelimelerden önce duraklayarak, yazılı metinleri okurken virgüllerde yeni bir nefes almaya özen göstererek konuşun.
7.Bu işlemleri çok sık tekrarlayarak alışın ve konuşmanın anlamını ve akışını bozmayacak şekilde nefesinizi kullanmayı öğrenin.
8.Güzel ve doğal bir ses için, ses tellerinin titreşmesi yanında güçlü ve doğru bir solunum desteği gerekir.
9.Ders anlatırken oda sıcaklığında su içerek boğazınızı ıslak tutun. Bu önemli oranda koruyucudur.
10.Ders aralarında ılık bitki çayı ya da ıhlamur tüketin.
11.Reflüye neden olacak çikolata, kuruyemiş ve asitli içeceklerden uzak durun.
12.Sigara kullanmayın.
13.Uzun süredir var olan ve giderek artan bir ses kısıklığınız varsa mutlaka kulak burun boğaz hastalıkları hekimine başvurun.
Nefes almakta zorlanıyorsanız sebebi bu olabilir!
Estetik ve Plastik Cerrahi Uzmanı Op.Dr.Ayşegül Sivri, büyük göğüslerin yatarken ağırlığa bağlı nefes alma zorluğu, kollarda ve ellerde uyuşukluklara neden olabileceğini belirtti
Kadınlar çoğu zaman göğüslerinin büyük, küçük ya da sarkık olmasından şikayet eder. Bu şikayetler çoğu zaman kadınlarda özgüven eksikliğine yol açar. Büyük ve sarkık göğüslerden yakınan kadınlarsa bu grubun önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Bu kadınların estetik kaygılarının yanında hayat standartlarını düşürücü birtakım problemleri de oluyor. Bunlar arasında en belirgini bel, boyun ve sırt ağrıları... Burada bahsettiğimiz ağrı gerçekten çok şiddetli olup büyük ve ağır olan göğüslerin yarattığı ağırlık etkisine bağlı. Bu yükü anlamanın en etkili yolu boynunuza 5 kiloluk bir ağırlık takarak 5 dakika yürümenizden geçer. Ağrının ve konforsuzluğun ne olduğunu ancak o zaman anlayabilirsiniz.
Büyük göğüslü kadınların bir diğer şikayeti ise kilolu gözükmeleri ve fazla ağırlığa bağlı kambur duruşları... Bu da kişide özgüven eksikliğine yol açıyor. Yine ağırlığa bağlı sütyen askı izleri de omuzda derin izlere yol açabiliyor.
Büyük göğüslü kadınlarda özellikle yaz aylarında göğüs altında terlemeye bağlı mantar ve cilt enfeksiyonu da sık gözlemlenmekte
Bir diğer önemli yakınma ise yatarken ağırlığa bağlı nefes alma zorluğu, kollarda ve ellerde hissedilen uyuşukluklar. Bu kişilerin mevcut şikayetlerine bağlı, özellikle genç yaşlarda asosyal kişilik bozuklukları da ortaya çıkabiliyor.
Elbette bu sorunlar çözümsüz değil. Başarılı bir göğüs küçültme ameliyatı ile bu şikayetlerden yakınan kadınların özgüveni artırılabilir, yaşadığı psikolojik sorunlar hafifletilebilir ve yaşam kalitesi artırılabilir.
Kadınlar çoğu zaman göğüslerinin büyük, küçük ya da sarkık olmasından şikayet eder. Bu şikayetler çoğu zaman kadınlarda özgüven eksikliğine yol açar. Büyük ve sarkık göğüslerden yakınan kadınlarsa bu grubun önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Bu kadınların estetik kaygılarının yanında hayat standartlarını düşürücü birtakım problemleri de oluyor. Bunlar arasında en belirgini bel, boyun ve sırt ağrıları... Burada bahsettiğimiz ağrı gerçekten çok şiddetli olup büyük ve ağır olan göğüslerin yarattığı ağırlık etkisine bağlı. Bu yükü anlamanın en etkili yolu boynunuza 5 kiloluk bir ağırlık takarak 5 dakika yürümenizden geçer. Ağrının ve konforsuzluğun ne olduğunu ancak o zaman anlayabilirsiniz.
Büyük göğüslü kadınların bir diğer şikayeti ise kilolu gözükmeleri ve fazla ağırlığa bağlı kambur duruşları... Bu da kişide özgüven eksikliğine yol açıyor. Yine ağırlığa bağlı sütyen askı izleri de omuzda derin izlere yol açabiliyor.
Büyük göğüslü kadınlarda özellikle yaz aylarında göğüs altında terlemeye bağlı mantar ve cilt enfeksiyonu da sık gözlemlenmekte
Bir diğer önemli yakınma ise yatarken ağırlığa bağlı nefes alma zorluğu, kollarda ve ellerde hissedilen uyuşukluklar. Bu kişilerin mevcut şikayetlerine bağlı, özellikle genç yaşlarda asosyal kişilik bozuklukları da ortaya çıkabiliyor.
Elbette bu sorunlar çözümsüz değil. Başarılı bir göğüs küçültme ameliyatı ile bu şikayetlerden yakınan kadınların özgüveni artırılabilir, yaşadığı psikolojik sorunlar hafifletilebilir ve yaşam kalitesi artırılabilir.
Sistem çöktü, hastalar ilaca ulaşamıyor
Reçete Onay Sistemi'nde yaklaşık 1 haftadır yaşanan teknik arıza nedeniyle hastalar ilaca ulaşmak için ya uzun süre eczanelerde bekliyor ya da ilaca hiç ulaşamıyor.
Türk Eczacılar Birliği Merkez Heyeti'den yapılan açıklamada, 7 gündür önce ağır aksak çalışan sistemin şu anda tamamen çöktüğü belirtilerek, "Eczanelerimizde sistemin açılmasını bekleyen binlerce bebek, yaşlı, çocuk ve acil hastalarımızın günlerce ilaçlarına ulaşamamasına ya da ilaçlarını ceplerinden ödeyerek almalarına neden oluyor" denildi.
İşte o açıklama;
“Medula Provizyon Sistemi” diğer adıyla “Reçete Onay Sistemi” nde yaklaşık 1 haftadır yaşanan teknik arıza nedeniyle hastalarımız ilaca ulaşmak için ya uzun süre eczanelerde bekliyor ya da ilaca hiç ulaşamıyor. Buna acil hastalar da dahil!!! Günlerdir Sosyal Güvenlik Kurumu’nu uyarmamıza rağmen, 7 gündür sistem önce ağır aksak çalışsa da, şu anda tamamen çökmüş durumda. Kurumun konuyla ilgili yeterli bir bilgilendirme yapmıyor olması da bizleri eczanelerimizde zor durumda bırakıyor.
2010 yılından bu yana sürekli yaşadığımız bu sorun karşısında, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sistemin altyapısını güçlendirmek adına herhangi bir çalışma yapmaması, eczanelerimizde sistemin açılmasını bekleyen binlerce bebek, yaşlı, çocuk ve acil hastalarımızın günlerce ilaçlarına ulaşamamasına ya da ilaçlarını ceplerinden ödeyerek almalarına neden olmakta.
24 bin noktada hizmet veren eczacılarımız ise, yıllardır kanayan yara haline gelmiş bu konuda hastalarına ne diyeceklerini artık bilememekte.
YENİ BİR SİSTEM OLUŞTURULMALI
Sık aralıklarla sorun yaşanan bu mevcut sistemin yerine; bütün ihtiyaçları belirlenmiş, altyapısı tamamlanmış, vatandaşımıza günün gereklerine göre hizmet verebilecek yeni bir sistem oluşturulmalıdır.
Türk Eczacıları Birliği olarak; başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olmak üzere Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı ve tüm yetkililerden bu sorunlara ilişkin geçici değil, kalıcı ve bir o kadar pratik çözümler üretilmesini talep ediyor; yaşadığımız sıkıntılar konusunda daha duyarlı davranmaya çağırıyoruz." (milliyet.com.tr)
Türk Eczacılar Birliği Merkez Heyeti'den yapılan açıklamada, 7 gündür önce ağır aksak çalışan sistemin şu anda tamamen çöktüğü belirtilerek, "Eczanelerimizde sistemin açılmasını bekleyen binlerce bebek, yaşlı, çocuk ve acil hastalarımızın günlerce ilaçlarına ulaşamamasına ya da ilaçlarını ceplerinden ödeyerek almalarına neden oluyor" denildi.
İşte o açıklama;
“Medula Provizyon Sistemi” diğer adıyla “Reçete Onay Sistemi” nde yaklaşık 1 haftadır yaşanan teknik arıza nedeniyle hastalarımız ilaca ulaşmak için ya uzun süre eczanelerde bekliyor ya da ilaca hiç ulaşamıyor. Buna acil hastalar da dahil!!! Günlerdir Sosyal Güvenlik Kurumu’nu uyarmamıza rağmen, 7 gündür sistem önce ağır aksak çalışsa da, şu anda tamamen çökmüş durumda. Kurumun konuyla ilgili yeterli bir bilgilendirme yapmıyor olması da bizleri eczanelerimizde zor durumda bırakıyor.
2010 yılından bu yana sürekli yaşadığımız bu sorun karşısında, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sistemin altyapısını güçlendirmek adına herhangi bir çalışma yapmaması, eczanelerimizde sistemin açılmasını bekleyen binlerce bebek, yaşlı, çocuk ve acil hastalarımızın günlerce ilaçlarına ulaşamamasına ya da ilaçlarını ceplerinden ödeyerek almalarına neden olmakta.
24 bin noktada hizmet veren eczacılarımız ise, yıllardır kanayan yara haline gelmiş bu konuda hastalarına ne diyeceklerini artık bilememekte.
YENİ BİR SİSTEM OLUŞTURULMALI
Sık aralıklarla sorun yaşanan bu mevcut sistemin yerine; bütün ihtiyaçları belirlenmiş, altyapısı tamamlanmış, vatandaşımıza günün gereklerine göre hizmet verebilecek yeni bir sistem oluşturulmalıdır.
Türk Eczacıları Birliği olarak; başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olmak üzere Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı ve tüm yetkililerden bu sorunlara ilişkin geçici değil, kalıcı ve bir o kadar pratik çözümler üretilmesini talep ediyor; yaşadığımız sıkıntılar konusunda daha duyarlı davranmaya çağırıyoruz." (milliyet.com.tr)
23 Kasım 2014 Pazar
Nargiledeki büyük tehlike
ABD’deki San Diego Üniversitesi’nden bilim insanlarının yaptığı yeni bir araştırma nargile dumanında lösemiye yakalanma riskini artıran ve kadınların adet düzeninde bozulmalara neden olabilen ‘Benzen’ isimli kimyasalın bulunduğunu ortaya çıkarttı.
Araştırma sonuçlarını Cancer Epidemiology, Biomarkers & Prevention isimli akademik dergide yayınlayan araştırmacılar, nargile içmenin sigaradan bile daha zararlı olduğunu çünkü nargile içenlerin tütün dumanında bulunan kanserojen maddelerin yanı sıra nargileyi yakmak için kullanılan kömürün çıkarttığı zehirli kimyasalları da soluduğunu belirtti.
Uzmanlar nargile içmeyen ancak içilen ortamlarda bulunan kişilerin de risk altında olduğuna dikkat çekti.
Araştırma sonuçlarını Cancer Epidemiology, Biomarkers & Prevention isimli akademik dergide yayınlayan araştırmacılar, nargile içmenin sigaradan bile daha zararlı olduğunu çünkü nargile içenlerin tütün dumanında bulunan kanserojen maddelerin yanı sıra nargileyi yakmak için kullanılan kömürün çıkarttığı zehirli kimyasalları da soluduğunu belirtti.
Uzmanlar nargile içmeyen ancak içilen ortamlarda bulunan kişilerin de risk altında olduğuna dikkat çekti.
22 Kasım 2014 Cumartesi
Kanser ilaçlarına 457 milyon lira
Türkiye 2012 yılında kanser ilaçlarına yaklaşık 457 milyon lira ödedi. Bu rakam, Sağlık Bakanlığının yıllık bütçesinin yaklaşık beşte birine denk geliyor.
Patoloji Dernekleri Federasyonu ve Anadolu Patoloji Derneği işbirliği ile Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Osman Turan Kongre ve Kültür Merkezinde kanserin patolojik tanısı ile ilgili güncel bilimsel bilgilerin ele alındığı Patoloji Kongresi düzenlendi.
Uluslararası katılımlı kongrede konuşan Patoloji Dernekleri Federasyonu Üyesi Prof. Dr. Erdener Özer, kanser görülme sıklığının arttığını vurgulayarak, "Ülkemizde 2002 yılında yüz binde 133 olan kanser görülme sıklığı, 2012 yılında yüz binde 266, yani iki katı yükselmiş durumda. Kanserler arasında akciğer kanseri başı çekiyor" dedi.
Kanserin son 40 yılda, ölüm nedenleri arasında 4. sıradan, kalp ve damar hastalıklarından sonra 2. sıraya yükseldiğine dikkati çeken Özer, TÜİK verilerine göre 2002 yılında 175 bin kayıtlı ölümün 25 bin kadarında ölüm nedeninin kansere bağlı olduğunu ifade etti. Özer, 2002 yılında yüzde 14 olan oranın, 2012 yılında yüzde 18'e çıktığının altını çizerek, ölüm nedenlerinde akciğer kanserinin ilk sırada olduğunu vurguladı.
"Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak 2012 yılında kanser ilaçları için yaklaşık 457 milyon lira ödendiğini" aktaran Özer, "Bu rakam, Sağlık Bakanlığının yıllık bütçesinin neredeyse beşte birine denk geliyor" bilgisini verdi.
Trabzon'da kanser verilerine ilişkin de bilgi veren Özer, şunları kaydetti: "Hastane arşiv kayıtlarından elde edilen verilere göre; kadınlarda meme kanseri yüzde 18 ile başı çekiyor. Erkeklerde ise yüzde 28 ile akciğer kanseri görülüyor. Her iki grupta mide kanseri ikinci sırada geliyor. Tiroit bezi kanseri sadece kadınlarda ilk beşe giriyor."
Kanserin genetik bir hastalık olduğuna işaret eden Özer, hastalığın mutasyona uğrayarak genlerdeki değişikliklerle ortaya çıktığını anlattı. Özer, "Anne ve babadan gelen bu değişiklikler, kimi durumda da ileri yaşlarda sigara gibi kimyasal ve radyasyon gibi fiziksel etkiler, hatta virüslerin etkileri ile oluşuyor. Radyasyonun etkisi de elbette gözardı edilemez" diye konuştu.
KANSER OLUŞUMUNDA BİRÇOK FAKTÖR ETKİLİ
Kanserin gelişiminin tek bir nedene bağlanmaması gerektiğine işaret eden Özer, "Örneğin, sadece Çernobil felaketine bağlamak bilimsel açıdan doğru değil" dedi. Kanserden vefat eden Kazım Koyuncu'nun "Beni Çernobil değil Türkiye'deki sistem kanser etti" ifadesini aktaran Özer, genetik dışında sigara, radyasyon, sağlıksız beslenme ve diğer çevresel etkenlerinin de önemli bir faktör olduğunun altını çizdi.
Özer, kanser hastaları arasında erken tanı alanlarda yaşam oranının arttığına dikkati çekerek, Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezleri'nde (KETEM) meme kanseri için görüntüleme, rahim ağzı kanseri için patoloji uzmanlarının görev aldığı "smear" ve kalın bağırsak kanseri için dışkıda gizli kan arama tarama testinin yapıldığını anlattı.
"KANSER KAYITÇILIĞI ŞART"
Patoloji Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Dilek Yılmazbayhan da tıbbi patoloji ile hastalığın neden ortaya çıktığının belirlendiğini ifade ederek, patoloji incelemesinin doğru tanı için mutlaka gerekli yöntem olduğunu söyledi.
Vücuttan çıkartılan her parçanın mutlaka patolog tarafından incelenmesi gerektiğini ifade eden Yılmazbayhan, tedavinin buna göre şekillendiğini bildirdi. Mücadelede kanser kayıtçılığı yapılması gerektiğini dile getiren Yılmazbayhan, bu noktada önemli adımlar atıldığını belirtti. Yılmazbayhan, "Kanser kayıtçılığı ile bölgesel riskler de belirlenebilecek" dedi.
Patoloji Dernekleri Federasyonu ve Anadolu Patoloji Derneği işbirliği ile Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Osman Turan Kongre ve Kültür Merkezinde kanserin patolojik tanısı ile ilgili güncel bilimsel bilgilerin ele alındığı Patoloji Kongresi düzenlendi.
Uluslararası katılımlı kongrede konuşan Patoloji Dernekleri Federasyonu Üyesi Prof. Dr. Erdener Özer, kanser görülme sıklığının arttığını vurgulayarak, "Ülkemizde 2002 yılında yüz binde 133 olan kanser görülme sıklığı, 2012 yılında yüz binde 266, yani iki katı yükselmiş durumda. Kanserler arasında akciğer kanseri başı çekiyor" dedi.
Kanserin son 40 yılda, ölüm nedenleri arasında 4. sıradan, kalp ve damar hastalıklarından sonra 2. sıraya yükseldiğine dikkati çeken Özer, TÜİK verilerine göre 2002 yılında 175 bin kayıtlı ölümün 25 bin kadarında ölüm nedeninin kansere bağlı olduğunu ifade etti. Özer, 2002 yılında yüzde 14 olan oranın, 2012 yılında yüzde 18'e çıktığının altını çizerek, ölüm nedenlerinde akciğer kanserinin ilk sırada olduğunu vurguladı.
"Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak 2012 yılında kanser ilaçları için yaklaşık 457 milyon lira ödendiğini" aktaran Özer, "Bu rakam, Sağlık Bakanlığının yıllık bütçesinin neredeyse beşte birine denk geliyor" bilgisini verdi.
Trabzon'da kanser verilerine ilişkin de bilgi veren Özer, şunları kaydetti: "Hastane arşiv kayıtlarından elde edilen verilere göre; kadınlarda meme kanseri yüzde 18 ile başı çekiyor. Erkeklerde ise yüzde 28 ile akciğer kanseri görülüyor. Her iki grupta mide kanseri ikinci sırada geliyor. Tiroit bezi kanseri sadece kadınlarda ilk beşe giriyor."
Kanserin genetik bir hastalık olduğuna işaret eden Özer, hastalığın mutasyona uğrayarak genlerdeki değişikliklerle ortaya çıktığını anlattı. Özer, "Anne ve babadan gelen bu değişiklikler, kimi durumda da ileri yaşlarda sigara gibi kimyasal ve radyasyon gibi fiziksel etkiler, hatta virüslerin etkileri ile oluşuyor. Radyasyonun etkisi de elbette gözardı edilemez" diye konuştu.
KANSER OLUŞUMUNDA BİRÇOK FAKTÖR ETKİLİ
Kanserin gelişiminin tek bir nedene bağlanmaması gerektiğine işaret eden Özer, "Örneğin, sadece Çernobil felaketine bağlamak bilimsel açıdan doğru değil" dedi. Kanserden vefat eden Kazım Koyuncu'nun "Beni Çernobil değil Türkiye'deki sistem kanser etti" ifadesini aktaran Özer, genetik dışında sigara, radyasyon, sağlıksız beslenme ve diğer çevresel etkenlerinin de önemli bir faktör olduğunun altını çizdi.
Özer, kanser hastaları arasında erken tanı alanlarda yaşam oranının arttığına dikkati çekerek, Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezleri'nde (KETEM) meme kanseri için görüntüleme, rahim ağzı kanseri için patoloji uzmanlarının görev aldığı "smear" ve kalın bağırsak kanseri için dışkıda gizli kan arama tarama testinin yapıldığını anlattı.
"KANSER KAYITÇILIĞI ŞART"
Patoloji Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Dilek Yılmazbayhan da tıbbi patoloji ile hastalığın neden ortaya çıktığının belirlendiğini ifade ederek, patoloji incelemesinin doğru tanı için mutlaka gerekli yöntem olduğunu söyledi.
Vücuttan çıkartılan her parçanın mutlaka patolog tarafından incelenmesi gerektiğini ifade eden Yılmazbayhan, tedavinin buna göre şekillendiğini bildirdi. Mücadelede kanser kayıtçılığı yapılması gerektiğini dile getiren Yılmazbayhan, bu noktada önemli adımlar atıldığını belirtti. Yılmazbayhan, "Kanser kayıtçılığı ile bölgesel riskler de belirlenebilecek" dedi.
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kutsal Yörükoğlu da kanserin tanısında patolojik incelemenin gerekli olduğunu vurguladı. Kanser hastalığının tanısında, riskli hasta gruplarının belirlenmesinde ve kişiye özel kanser tedavisinin belirlenmesinde patoloji raporlarının bilimsel öneminin çok büyük olduğuna işaret eden Yörükoğlu, patoloji raporlarında kanserin tipi, derecesi ve evresinin yanı sıra hastanın tedavi seçimini belirleyecek bilgilerin tespit edildiğini söyledi. Yörükoğlu, kanserin dışında birçok hastalık için de patolojik incelemenin gerekli olduğunun altını çizdi.
BASINA DESTEK ÇAĞRISI
Anadolu Patoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Yavuz Özoran de kanserle mücadelede toplumun farkındalığının artırılmasının önemine değindi. Bunun için sivil toplum ile meslek örgütlerine büyük görev düştüğünü ifade eden Özoran, bu kapsamda önce kanserin bulgularına ve tarama yöntemlerine ilişkin bilincin artırılması gerektiğini belirtti. Özoran, Türkiye'nin bilinç düzeyinin artırılması için medyaya da görev düştüğünü dile getirerek, "Bu kapsamda Kanser Savaş Bildirgesi'nin herkes tarafından okunmasını sağlamak gerekiyor. Bu amaçla oluşturulan internet web sitesi 'www.uicc.org' ve 'www.turkkanser.org.tr'dir. Bu adreslere girilerek, kanserle ilgili bilgilerin okunması sağlanmalıdır" dedi. (ntv)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)